Sahipleri Türk olan çok sayıda geminin de Panama bayrağı taşıdığını da biliyoruz. Gemilerin, Kuzey ve Güney Amerika kıtalarının arasında küçücük bir ülke olan Panama’nın bayrağını taşıma merakı sağladığı vergi avantajlarından kaynaklanıyor.
1900’lü yılların başından beri gemicilik ve ticaret merkezi olan Panama , 80’li yıllarda yıldızı parlayan kıyı bankacılığı için mükemmel bir liman oldu. Bugün dünyanın dört bir yanında Panama, Virgin adaları, Bahama adaları gibi kıyı bankacılığı yapan küçük, küçük ülkeler trilyonlarca dolara barınak oluyor. Bu paralar kazanıldıktan sonra kaçırıldığı ülkelerin yıllık ortalama vergi kaybı 200 milyar doları buluyor.
Panama gibi ülkeler adece vergi kaçırma değil, terör, uyuşturucu, insan kaçakçılığı gibi bilimum yasal olmayan işlerden elde edilen kara paralar için de güvenli bir liman. Ancak iki hafta önceden beri bu sistemi sarsacak çok önemli gelişmeler başladı.
Panama’daki binlerce hukuk şirketinden birinden sızdırılan belgelerle dünyayı sarsan Panama skandalı , daha şimdiden bir Başbakan’ın istifasına yol açtı. İngiltere Başbakanı Cameron ise babasının Virgin Adaları’ndaki hesapları nedeniyle zor durumda. Putin şimdilik umursamaz görünüyor ama o da vergi cennetlerinde hebap açtığına göre zayıf bir anında başının hayli ağrıyacağı açık.
Halkanın dalgaları büyüyecek
Panama olayı suya atılan ilk taş . Bu taşın yarattığı dalgalar halka, halka genişleyerek dünyanın dört bir yanında iş ve siyaset dünyasına yıkımlara yol açacak yeni fırtınalar yaratacak.
Bizler iç siyasetteki didişmeden burnumuzun ucunu göremezken uluslararası finans sisteminde bir alt üst oluşun ilk fitili ateşlendi. Panama Bandralı bu ateşlenmenin sonuçlarının ekonomisinin yarıya yakını kayıtdışı olan, kara paranın cirit attığı Türkiye gibi ülkeleri de sarsacağı çok açık.
Panama’da bilgilerin sızdırıldığı hukuk şirketinin sahibi “Bu fırtına bitecek. Gökyüzü yine masmavi olacak. Bu olay sadece bilgisayar korsanlarının bir şirketin hesaplarına girmesi olarak hatırlanacak” şeklinde açıklama yapmış.
Gözlerim tabi ki İzmir’in de kaderini değiştirecek 2.6 km’lik dünyanın en uzun dördüncü köprüsünü aradı. Dilovası ile Altınova arasına yapılan köprüde gördüğüm kadarıyla çalışmalar hayli ilerlemiş. Köprünün son halini gördüğünüz Kocaeli Belediyesi tarafından çektirilen fotoğraf ise 31 Mart 2016 tarihli. Yine de duyurulduğu gibi Mayıs ayı sonuna kadar açılabilir mi bilemem. Takip edenler bilir. Yakın bir zamana kadar köprünün Nisan ayında açılacağı haberleri çıkıyordu. Son olarak Bakan Binali Yıldırım” Mayıs ayının sonu itibariyle İstanbul’dan köprü kesimi de dahil İznik çıkışına kadar otoyol açılmış olacak. Bu senenin sonuna kalmadan da İstanbul-Bursa çevre yolu arası tamamen bitip, trafiğe verilecek.” demişti. Yap-İşlet – Devret yöntemiyle yapıldığı için ne kadar erken biterse firma o kadar fazla kazanacağından büyük bir çaba harcandığından eminim. Yine de birkaç ay gecikmeyle de olsa Köprü’nün tamamlanmasıyla önce Bursa ile İstanbul birleşecek. Karadan araçla 1saat 40 dakika, feribotla 45 - 50 dakika süren yol 5 - 6 dakikaya inecek. Sonuçta üç saatlik yolun 1 saate inmesiyle Bursa artık İstanbul’un bir semti haline gelecek. Bir süre sonra Türkiye’nin ikinci ya da üçüncü büyük kenti olursa hiç şaşmamak gerek. Açıklamalardan İzmir’in otoyolun bir bölümünden bu yıl sonundan itibaren yararlanmaya başlayacağı anlaşılıyor. İzmir Otogar’ı ile Kemalpaşa arasındaki 22 km.lik birinci bölümünün tamamlanmasıyla İzmirliler de Ege’den Marmara’ya doğru daha hızlı bir yolculuğa başlayabilecek. Projenin tamamının devreye girmesi ise 2018 yılını bulacak. Ama bu arada otoyol bölüm, bölüm devreye girdikçe 7 saat, 5 saat, 4 saat derken giderek hızlanan bir şekilde Bursa, Balıkesir ve İstanbul’la buluşacağız. Projenin tamamlanmasıyla Marmara ile Ege Bölgesi arasında yeni bir sanayi ve ticaret aksının oluştuğunu göreceğiz. Manisa’ya 15 dakikada, Balıkesir’e 1, Bursa’ya 2 , İstanbul’a 3 saatte ulaşabilecek İzmir ve güzergah üzerindeki kentlerde yeni iş fırsatları doğacak. Zaten şimdiden bu gelişmelerin İzmir’e yansımaları görülüyor. Bayraklı’daki gökdelenler boşuna yükselmiyor. Bu yatırımlar birkaç yıl sonra yeni bir dönemin kapılarını açacak İzmir için yapılıyor.
İzmir’e 500 milyon daha geliyor
Bayraklı’daki dev projelere bir yenisini ekleyecek olan r müteahhitlerden biriyle önceki hafta tanıştım. Torunlar Gayrimenkul Yönetim Kurulu Başkanı Aziz Torun’a “İzmir’deki projeniz ne zaman başlayacak?” diye sorduğumda “Bu yıl sonunda başlıyoruz” dedi. Torunlar Gayirmenkul, Sur Yapı ile birlikte Turyağ’ın eski arazisinde rezidans, AVM ve marinadan oluşan büyük bir projele gerçekleştirecek. Aziz Torun projenin yaklaşık 500 milyon TL. lik büyüklüğü olacağını söylerken “Geleceğin İzmir’ine yatırım yapıyoruz” dedi.
Dişlerinizi fırçalarken vücudunuzdaki hastalıkları görecek sensörler çok yakında hizmetinizde. Tedaviler ilaç gibi alınıp vücutta dolaşacak mikro robotlarla yapılacak. Şimdi hastaların hepsine aynı kanser tedavisi uygulanıyor. Çok yakında vücudunun genetik haritası çıkarılarak her hastanın kendine özel kanser tedavisi yapılabilecek. Herkesin kanseri kendine olacak.”
Bu heyecan verici gelişmeleri bilgisayarların kalbi işlemcileri yapan dünyanın en büyük yarı iletken üreticisi Intel’in Türkiye, Ortadoğu ve Afrika Başkanı Çiğdem Ertel Uludağ Ekonomi Zirvesi’nde anlattı. Bu yıl beşincisi yapılan Zirve, Türkiye’nin ve dünyanın terör saldırılarından aklını kaçıracak hale geldiği bir zamanda katılımcıları bambaşka bir dünyaya taşıdı.
Gözüm İzmirlileri aradı
Capital ve Ekonomist dergisinin düzenlediği Zirvede gözlerim İzmir iş dünyasından katılımcıları aradı ama İnci Holding Yönetim Kurulu üyesi Şerife İnci Erten hanım dışında tanıdık bir simayı göremedi. Belki kalabalıktan iyi görememişimdir zira Türkiye’nin her köşesinden öylesine yoğun bir ilgi vardı ki Uludağ’daki oteller dolup taşmıştı.
Bence Zirve’nin en önemli mesajlarından biri, makinelerin bile birbiriyle konuşmaya başladıkları dijital dönüm dalgasına uyum gösteremeyen şirketlerin ayakta kalmalarının çok zor olacağıydı. ABD’deki en büyük 500 şirketin bundan 20 yıl önceki yaş ortalaması 60 iken bugün 18’e kadar düşmüş. Bu istatistik bile gelinen noktanın en çarpıcı kanıtı.
Toplantılarda şirketler Türk şirketler dijital dönüşüme ayak uydurmak kurdukları ekipleri ve çalışmalar anlatırken bir çok konuşmacı artık şirketlerinde teknolojinin bir departmanın konusu olmaktan çıkarılıp strateji haline geldiğini söyledi . Örneğin Zorlu Holdnig CEO’su Ömer Yüngül paranın ışık hızıyla yeni fikirlere gittiğini söyleyerek , bir ayaklarının sürekli dünyanın yeni teknoloji ve bilgi üretim merkezi San Fransisco’daki Silikon Vadisi’nde olduğunu anlattı.
“Geçenlerde 10 liman daha aldık”
Ancak teknolojideki bu baş döndürücü gelişmelere karşılık “Geçenlerde dünyanın çeşitli yerlerinde 10 liman daha aldık” diyerek kahkaha tufanına neden olan Hırvatistan’dan , Malta ve Norveç’e bir çok ülkede liman işletmeciliği yapan, krom işletmeciliğinde Türkiye’yi dünyada ilk üçe sokan Yıldırım Holding’in sahibi Yüksel Yıldırım .teknolojide “Bulut”ların üzerine çıkanları aşağı çekecek bir saptamada bulunuyordu:
Bazı galeri sahipleriyle sohbetlerimde Ankara’daki bombalar ve bitmek bilmeyen Diyarbakır Sur, Dicle savaşlarının yarattığı endişe ile yavaşlayan araç satışlarının son canlı bombalardan sonra bıçak gibi kesildiğini öğrendim.
Genellikle turizm mevsimi öncesi bu aylarda canlanan ikinci el satışlardaki durgunluğu galeri sahipleri iki nedene bağlıyor. Birincisi; insanlar ortamı güvensiz görüp tatil planlarını askıya alarak alımlarını erteliyor. İkinci olarak ise bankalar kredi vermek istemiyor. Bırakın yeni krediyi, daha önce verdikleri kredileri bile geri çağırıyor. Bir galeri sahibi son durumu şöyle özetledi:
“İş öyle noktaya vardı ki, çekler bile karşılıksız çıkıp arkaları vurulmaya başladı. Çek bir firmanın en önemli ticari itibarıdır. Çeki vurulan şirket kara listeye girer piyasada değeri kalmaz. Ama bugünlerde pek çok kişinin itibar filan umurunda değil. Günü kurtaralım deyip çeklerinin vurulmasına aldırmıyor.”
Ziyaretimin ikinci durağı ise Gıda Çarşısı’ydı. Orada durum daha da vahimdi. Kendi imalatı makineler ve ithal araçlar satan bir işyeri sahibi, “Yedi sekiz yıldan beri ilk kez çekler çakılmaya başladı. Biz yeni mal satma değil, eski sattığımız malların parasını kurtarma telaşına düştük. Mahkemelerle filan uğraşacak vaktimiz yok. Bir kamyonetle alacaklı olduğumuz işyerlerini dolaşıyoruz. Paramızı alamazsak hala duruyorsa verdiğimiz makineyi, aleti yükleyip dönüyoruz” dedi.
Bir başka işyeri sahibi ise Gıda Çarşısı’ndaki son durumu şöyle özetledi:
Filiz Hanım, “Çok mutluyuz. Festivalin bütün konserlerinin biletleri 2–3 günde bitti” diyordu.
Gerçekten de salon hınca hınç doluydu. Ayakta kalanlar bile vardı. Yıllardır İzmir Avrupa Caz Festivali konserlerine giderim, hiç bu yılki kadar dolu görmemiştim. En güzel tarafı ise koltukları gençlerin doldurmasıydı. 10 üniversitesi, 100 binden fazla üniversite öğrencisiyle artık gerçek bir üniversite kenti olan İzmir’de, gençler ayaklarına gelen fırsatı kaçırmamıştı. Kelimenin tam anlamıyla işin profesörü Romanyalı müzisyenlerin piyano, pan flüt ve saksafonla yaptıkları nefis müziği dinlemişlerdi. Konser sonunda salon alkıştan yıkılmış, Romanya’da profesör olarak müzik eğitimi veren müzisyenler gözleri ışıl ışıl sahneden ayrılmışlardı.
Yaşama anlam katan bu güzel konserin ardından ertesi gün Ankara’dan gelen haber ise bir kez daha insan olduğumuzdan bizi utandırdı. Başka hiç bir canlının birbirine yapmadığını insanım diye ortalıkta dolaşanlar akılları sıra insanlık adına haince yapmıştı.
FRANSIZLAR, İSPANYOLLAR ÖRNEK OLSUN
İstanbul’da 2.5 yıl kaldıktan sonra yaşam pahalılığına dayanamayıp daha ucuz olur umuduyla İzmir’e gelmişler. Sigortasız, sosyal güvencesiz ayda 1.000 TL’ye sabah 8, akşam 19 günde 11 saat çalışmış Muhammed. Aldıkları paranın yarısından fazlası bodrum katında rutubetler içinde oturmak zorunda oldukları bir evin kirasına gitmiş. Elektrik , su, yakacak derken neredeyse sadece ekmekle karın doyurur olmuşlar.İzmir’de de 500 TL lira kira veriyor ama hiç olmazsa ev yerin altında değilmiş. “Ama İzmir’de iş yok” diyor Muhammed. Günde 65 lira yevmiye ile inşaatlarda harç karıyor, sıva yapıyor. Mandalina zamanı ise günde 40 lira yevmiye ile meye toplamış. Üç çocuğundan biri ise haftada 170 liraya bir konfeksiyon atölyesinde çalışıyor.Evin yiyecek alışverişini haftada bir gün pazardan yapıyor Muhammed . “Yaklaşık 75 lira harcıyorum” diyor. Tencere sebze ağırlıklı yemeklerle kaynıyor. Halep’te serviş şoförlüğü yaparken Esad’ın bombaları yüzünden ailesiyle birlikte kaçmak zorunda kalan 42 yaşındaki göçmen “Bu yaşta inşaatlarda sırtımda çimento taşımak çok zor geliyor. Üç kardeşim Almanya’ya gitti. Ev, elektrik, su bedava. Üstelik herkese ayda 400 euro harçlık veriyorlar” diyor.
Günde 3 bin kişi kaçıyor
Ege adalarına İzmir ve çevresinden günde 2 ile 3 bin göçmen geçiş yapıyor. Ayda ortalama 70- 80 bin kişi geçerken boğularak ölenlerin sayısı 300 ile 400 civarındaydı. Bu bir yaşam kumarı. Ölmekte var ama yaşayıp karşıya geçebilenler çoğunlukta. Karşıya geçip hele bir de Almanya’ya ulaşılabilirse işte o zaman bambaşka bir hayat başlıyor.Avrupa Birliği ile Türkiye’nin anlaşmasıyla göç yolları kapandığında Türkiye’de kalacak ve Türkiye’ye gönderilecek Suriyeliler için neler yapılacağını hükümetin çok iyi açıklaması lazım. Benim konuştuğum Muhammed bir gün sonra ne iş yapacağını karnını nasıl doyuracağını bilmiyordu. Onun ve ailesinin durumunda olan milyonlarca Suriyeli var. Avrupa Birliği’nden gelecek 3 milyar Euro bu büyük yaraya ne kadar merhem olur. İleride geleceği söylenen bir başka 3 milyar Euro ile neler yapılabilir.Türkiye girdiği bu büyük yükün altından sosyal huzursuzluklara batmadan kalkabilmek için çok planlı hareket etmeli. Eğer 3 milyar ya da 6 milyar Euro yanlış kullanılırsa fatura tahminlerden çok ağır olabilir.
Benim çocukluğumda 60’lı yıllarda Marmaris şimdiki gibi beton ormanları değil çam ormanlarıyla süslüydü. değildi. Hayatınızda görebileceğiniz en güzel deniz, çam ağaçlarıyla koylarda buluşurdu. Şimdi en fazla yarım saat olan Muğla –Marmaris arası o zamanlar sırat köprüsünden beter Sakar yolundan 2 saate yakın bir sürede alınırdı.
Marmaris’ten Muğla’ya dönerken ise araçlar tek şeritli bir yoldan uçakla gider gibi Gökova’yı aşağıda bırakarak gibi ağır, ağır deniz seviyesinden yüzlerce metre yükselirdi. Yol o kadar dardı ki , iki araç karşılaştığında yan yana geçemez, iniş yapan şarampole yatarak yukarı çıkan uçurum tarafındaki araca yol vermek zorunda kalırdı. Sakar dağı aşıldıktan sonra bu zorlu yolculuğun bitişini Ula tabelası müjdelerdi.
Ula o zamanlar Ege bölgesinin bir çok yeri gibi sessiz , sakin, kendiyle barışık bir ilçeydi. Aslında yakın yıllara kadar yoldan geçenlerin tabelasıyla varlığından haberdar oldukları Ula önce ‘Dondurmam gaymak’ bugünlerde de İftarlık Gazoz filmleriyle ilgi odağı olmuş durumda. Ama ilgi çekici olan filmden çok Ula halkının değme aktörlere taş çıkartırcasına her iki filmde de başrolü oynamaları.
Sinemada çığır açtı
Profesyonel oyuncu sayısının çok az olduğu bu filmlerle Ula ve Ula halkı Türk sinemasında yeni bir çığır açtı. Cem Yılmaz gibi profesyonel oyuncuların bile halkın oyun gücü içinde eriyip onlarla bütünleştiği İftarlık Gazoz filmi Ula’yı sinemadan , turizme her yönden başka bir noktaya taşımış durumda. Ulalı arkadaşlarım Dordurmam Gaymak’ın ardından İftarlık Gazoz’ filminin gösterime girmesiyle büyük bir ilgi patlamasıyla karşı, karşıya kaldıklarını söylüyorlar. Ev, arazi soranların sayısı hayli artmış.
Filmle ilgili bugüne kadar çok şey yazılıp çizildi tekrar etmeme gerek yok. Ama ben bu ülkede yaşayan insanların en az yarısının, bir zamanlar filmdeki Ula gibi olan Türkiye’yi özlediğine inanıyorum. Bu insanlar rant için değil, kalpten inandıkları için dinlerini seviyor ve saygı duyuyorlar. Ama dinlerinin hoşgörüsüne öyle güveniyorlar ki Dünya Kupası final maçını kaçırmamak için teravi namazını ertelemesi imamla pazarlık bile yapabiliyorlar. Filmdeki kadar abartılı olmasa da çok değil bir zamanların Türkiye’sinde din konusunda işte böyle bir hoşgörü iklimi vardı.
Din adına kafaların kesildiği, görülmemiş vahşetlerin yaşandığı bir dönemde ne kadar önemli mesajlar bunlar.
Benim çocukluğumda 60’lı yıllarda Marmaris şimdiki gibi beton ormanları değil, çam ormanlarıyla süslüydü. değildi. Hayatınızda görebileceğiniz en güzel deniz, çam ağaçlarıyla koylarda buluşurdu. Şimdi en fazla yarım saat olan Muğla–Marmaris arası o zamanlar sırat köprüsünden beter Sakar yolundan 2 saate yakın bir sürede alınırdı.
Marmaris’ten Muğla’ya dönerken ise araçlar tek şeritli bir yoldan uçakla gider gibi Gökova’yı aşağıda bırakarak ağır ağır deniz seviyesinden yüzlerce metre yükselirdi. Yol o kadar dardı ki, iki araç karşılaştığında yan yana geçemez, iniş yapan şarampole yatarak yukarı çıkan uçurum tarafındaki araca yol vermek zorunda kalırdı. Sakar dağı aşıldıktan sonra bu zorlu yolculuğun bitişini Ula tabelası müjdelerdi.
Ula o zamanlar Ege’nin birçok yeri gibi sessiz sakin, kendiyle barışık bir ilçeydi. Aslında yakın yıllara kadar yoldan geçenlerin tabelasıyla varlığından haberdar oldukları Ula önce ‘Dondurmam Gaymak’, bugünlerde de ‘İftarlık Gazoz’ filmleriyle ilgi odağı olmuş durumda. Ama ilgi çekici olan filmden çok Ula halkının değme aktörlere taş çıkartırcasına her iki filmde de başrolü oynamaları.
Sinemada çığır açtı