Paylaş
Özellikle 2013 başına gelindiğinde ŞİÖ başlığı üzerinde yürüyen tartışmalarda dış politika alanındaki kanaat önderleri, köşeyazarları ikiye bölünmüş durumdaydı.
Birinci grupta olanlar, Erdoğan’ın ŞİÖ meselesine tam üyelik müzakerelerini durduran Avrupa Birliği’ne tepki olarak pazarlık gücünü artırmak için taktik amaçla başvurduğunu savunuyordu. İkinci grupta olanlar ise kayda geçirdiği görüşlerin gerçekte Erdoğan’ın samimi bakışını yansıttığını, dolayısıyla önemsenmesi gerektiği kanaatindeydiler. Bir de her iki hedefi birlikte gözettiğini belirtenler vardı.
Bu satırların yazarı, 2013 Ocak ayı sonunda “Şanghay Beşlisi” üzerine kaleme aldığı üçlü bir yazı serisi içinde “ikinci görüşe itibar ettiğini” belirterek, “Başbakan’ın yüzünü doğuya çevirdiğine işaret eden Şanghay Beşlisi konusundaki çıkışının aslında gönlünden geçenleri yansıttığını söylemek hata olmaz” diye not düşmüş.
Şimdi geriye dönüp baktığımda, o günlerdeki münazaranın dönemin koşulları içinde biraz soyut, teorik bir tartışma gibi durduğunu fark ediyorum. Bundan 10 yıl önce soyut görülebilen bir konu, önceki gün ve dün Özbekistan’dan yansıyan Şanghay Zirvesi aile fotoğrafı görüntüleriyle somut bir gerçeklik olarak karşımızda yerleşmiştir.
Cumhurbaşkanı’nın fotoğraflardan yansıyan ruh hali, o ortamda bulunmaktan dolayı duyduğu memnuniyeti kuvvetli bir şekilde gösteriyor.
*
Bundan on yıl önceki tartışmaların bugünle kıyaslandığında, her şeye rağmen göreceli olarak daha sakin bir konjonktürde cereyan etmiş olduğunu söylemeliyiz. Örneğin, o zamanlar Suriye’de Fırat’ın doğusunda PKK’nın uzantısı YPG/PYD’nin kontrolü altında olan, ABD’nin güdümündeki bir özerk yönetim ve bunun Türk-ABD ilişkilerinde yarattığı çatlak yoktu. 15 Temmuz kalkışmasının Pensilvanya’da yaşayan Fethullah Gülen üzerinden bu ilişkiler üzerinde yüklediği bir basınç söz konusu değildi.
Türkiye ile Rusya ile bugünkü ölçülerde yakınlaşmamıştı. S-400’ler diye bir konu gündemimizde yoktu. Dolayısıyla Türkiye ABD’den yaptırım görmüyordu. AB ile müzakereler durmuş olsa da, en azından kurumsal diyalog bugünkü gibi bir belirsizlik alemine kaymış değildi. Avrupa Konseyi ile ilişkilerimizde bugün olduğu gibi bir krizden söz edilemezdi.
Oysa bugünkü tabloya baktığımızda Türkiye’nin hem ABD hem de AB ile ilişkilerinde gözle görülür bir uzaklaşma sürecinin ilerlemekte olduğunu gözlüyoruz. Türkiye, artık Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi tarafından AİHM’nin Osman Kavala kararını uygulamadığı için kendisine yaptırım uygulanması menziline girmiş olan bir ülkedir.
Türkiye’de demokrasi, insan hakları ve yargı alanlarındaki ciddi sorunların Batı dünyasında Türkiye’ye dönük olumsuz bir bakışı yerleştirmesi, bu cephede ilişkileri kaplayan olumsuz tabloyu daha da ağırlaştırmaktadır.
*
Bütün bu sorunlara Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin uluslararası sistemi altüst etmesi eklenmiştir. Türkiye, burada Rusya ve Ukrayna karşısında bir denge politikası izlemekle birlikte, Rusya ile ikili düzeyde gözlenen yakınlaşma eğilimi belirgin bir şekilde zemin kazanmaya devam etmektedir.
Çok kutuplu bir dünyaya geçişin yol açtığı küresel rekabet sertleşirken, iklim felaketleri, göç krizleri, pandemi salgını ve tedarik zincirlerinde yaşanan sıkıntılar başta olmak üzere bir dizi yeni sınama dünyanın gündemine yerleşmiştir.
Dünya böyle bir çalkantının içinden geçerken, Türkiye bu ortamda dış politikada yönelişini hangi istikamette götürecektir? Dış politikanın geleneksel olarak üzerine oturduğu ana ağırlık merkezi durumundaki Batı ekseni zayıflamaya yüz tutar ve Rusya ile bir yoğunlaşma yaşanırken, böyle bir tabloda Türkiye Cumhurbaşkanı’nın Şanghay İşbirliği Örgütü Zirvesi’nde birden sahnede Asya mesajıyla belirmesi nasıl yorumlanmalıdır?
*
Bu soruya yanıt ararken önce çok temel bir gerçeği vurgulayarak yola çıkmalıyız. Yüzü Batı’ya dönüklük, Batı kurumlarıyla entegrasyona gitmek Cumhuriyet’in temel bir çizgisi olmakla birlikte, “çok yönlülük” Türkiye’nin dış politikasının 1960’lı yılların ilk yarısından itibaren en önemli vasıflarından biri olagelmiştir. Türkiye’nin Sovyetler Birliği/Rusya karşısında güvenliğini NATO içinde görmekle birlikte, hem Doğu Bloku ülkeleri hem de Orta Doğu ülkeleri ile ilişkilerini mümkün olduğu kadar genişleterek çeşitlendirilmesi, Türk hükümetlerinin değişmez bir politikası olmuştur.
Zamanında sol çevrelerce “Morrison Süleyman” diye “Amerikancılık” ile suçlanan Süleyman Demirel’in, başbakanlığı döneminde Sovyetler Birliği ile Türkiye’de bir dizi ağır sanayi tesisinin yapımını gerçekleştiren kişi olduğunu unutmamalıyız. Keza Bülent Ecevit ve Turgut Özal’ın Türk dış politikasına çok yönlülük kazandırılması anlamında attıkları adımları teslim etmek hakkaniyetli bir bakışın gereğidir.
Bu geleneği hatırladıktan sonra şu temel ilkeyi vurgulamamız gerekir. Yerküre üzerindeki her nokta imkânları nispetinde Türkiye’nin potansiyel çıkar alanıdır. Türkiye, hangi hükümet işbaşında olursa olsun, küresel bir bakışla çıkarlarını her coğrafyada maksimize etmek, en geniş şekilde yayılmak, bunu yaparken dünya ticaretindeki payını artırmak durumundadır.
Bu çerçevede, üye ülkelerin kaynakları esas alındığında bir dizi göstergede dünya ekonomisinin azımsanmayacak bir gücünü temsil edilen Şanghay İşbirliği Örgütü ile ilişki kurulmasında yadırganacak bir durum yoktur. Özellikle ekonomik işbirliği, enerji gibi alanlarda Türkiye’nin yararlanabileceği bir sinerji söz konusu ise bundan neden istifade edilmesin? Bu bağlamda pekala ŞİÖ’de bir pencere açılabilir. Burada ilişkinin düzeyinin “üye” değil “diyalog ortağı” şeklinde daha alt bir statüde tutulması da bu hedefle uyumludur.
*
Şimdi kritik soruya geliyoruz. ŞİÖ, ekonomik çıkarlar bakımından fırsatlar sunsa da Türkiye açısından dış ilişkilerini düzenlerken bütün geleceğini yönlendireceği bir hedef, ana çekim merkezi olabilir mi?
Bu soruya yanıt ararken tabii esas almamız gereken birçok ölçüt var. Bunların en yaşamsal olanlarından biri de değerler meselesidir.
Türkiye, dünyadaki yerini konumlandırırken aynı zamanda bireysel haklar, demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları, ifade özgürlüğü gibi değerleri sahiplenmek ve bu değerleri yücelten, gözeten uluslararası kurumların içinde yer almak durumundadır.
Kabul edelim ki ŞİÖ, ekonomik açıdan taşıdığı öneme karşılık, altını çizdiğimiz bu değerler faslında insanlık için bir cazibe alanı değildir. Tam tersidir. Bu örgüt, ağırlıklı olarak otoriter rejimlerin bir araya geldiği bir ülkeler kümesi olarak karşımıza çıkıyor. Hindistan, bir demokrasi olmakla birlikte bugünkü yönetimi altında giderek otoriterleşirken, Müslümanlara yönelik ayrımcı uygulamalarıyla tepki topluyor. Çin Halk Cumhuriyeti’nin Sincan bölgesindeki Müslümanlara yönelik sistematik insan hakları ihlalleri artık üstü örtülemeyecek şekilde resmi BM raporlarında deşifre edilmektedir.
Sonuçta ŞİÖ önemli ekonomik avantajlar ve dış politika anlamında bir hareket alanı sağlasa bile, son tahlilde değerler bazında doku uyuşmazlığı soz konusudur. Türkiye, 21’inci yüzyılda dış ilişkilerinde çok yönlülüğü sürdürmekle birlikte, dünyadaki yerini öncelikle demokrasiler coğrafyası içinde konumlandırmak durumundadır. ŞİÖ’nün kendi içindeki sorunlar, çekişmeler ve diğer kısıtlara burada girmiyorum.
*
Kritik bir noktanın daha altını çizmeliyiz. Kuşkusuz, Türkiye’nin dış ilişkilerinde çok yönlülük esastır ancak bu sağlanırken ana yön duygusunu kaybetmeden bütün alanlarda ilişkilerin güçlü tutulması gerekir. Türkiye’nin belli bir coğrafyada zemin kaybetmesinin, örneğin Batı ile ilişkilerinin yokuş aşağı gitmesinin, diğer muhatapları karşısındaki müzakere gücünü zayıflatması kaçınılmazdır. Ancak Batı ile ilişkilerini güçlü tutabilen bir Türkiye, Putin Rusyası ile asimetrik bir ilişki yapısı içine girmekten kendisini koruyabilir.
Ayrıca unutmayalım ki Türkiye, Rusya ile yakınlaşırken, bir taraftan bütün NATO bildirilerinde Rusya’yı “işgalci” şeklinde suçlamaktan, temel NATO strateji belgelerinde bu ülkeyi bir “tehdit” olarak nitelendirmekten de geri kalmamaktadır.
Erdoğan’ın ŞİÖ Zirvesi için Özbekistan’a ayak bastığı önceki gün Dışişleri Bakan Yardımcısı Büyükelçi Sedat Önal’ın Washington’a giderek ABD ile “Stratejik Mekanizma”nın üçüncü turu için ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Wendy Sherman ile masaya oturması, herhalde zamanlama olarak bir tesadüf değildir.
Önceki gün aynı anda Ankara ve Washington’da birlikte yapılan ortak açıklamada, “sarsılmaz savunma ortaklığının geliştirilmesi”, “transatlantik ilişkilerin güçlendirilmesi”, “Ukrayna’nın egemenliği ve toprak bütünlüğünün güçlü bir şekilde desteklenmesi”, “NATO’nun birliğinin güçlendirilmesi” gibi hedefler vurgulanıyor.
Ankara’nın bu diplomatik hamlesini ŞİÖ Zirvesi’nde yapılan açılıma karşılık, Türkiye’nin Batı’ya dönük yönelişinde, taahhütlerinde bir değişikliğin olmadığı şeklinde verilen, gerçekçiliğin ağır bastığı bir mesaj şeklinde okumak mümkündür.
Her halükârda Cumhurbaşkanı Erdoğan, ŞİÖ toplantısına katılırken çok eskiden beri gönlünde yatan bir hedefi sonunda gerçekleştirmiş oluyor. Attığı bu adımının taşıdığı sembolizmin Batı dünyasında Türkiye’nin yüzünü doğuya çevirdiği şeklinde bir algının yerleşmesine, bu yönde soruların ortalığı kaplamasına yol açması muhtemeldir.
Washington’a resmi düzeyde verilen mesajların bu soruları ortadan kaldırmaya yetip yetmeyeceğini izleyip görmemiz gerekiyor.
Paylaş