Erzincan’da akşam alkolü fazla kaçıran muhasebeci Necdet Aksu, yolda çevirme yapan polise kafa tutup küfredince, kendisini Yenişehir Karakolu’nda buldu. Burada polisler tarafından dövüldü, falakaya yatırıldı.
Maruz kaldığı mağduriyet nedeniyle şikâyette bulunmak isteyen Aksu, o dönemde Erzincan’da Adalet Partisi’nin il başkanlığını da yapmakta olan avukat arkadaşı Yıldırım Akbulut’un kapısını çaldı. Akbulut’un davayı üstlenmesiyle önce Hükümet Tabipliği’nden el ve ayaklardaki darp izlerini tespit eden bir rapor alındı.
Akbulut, sadece polisleri dava etmekle kalmadı, dönemin İçişleri Bakanı Ferit Kubat’a 43 imzalı bir protesto telgrafı çekerek, hem olayı aktardı hem de karakollarda halka kötü davranıldığı konusunda şikâyette bulundu. Davada iki komiser muavini üçer ay hapis cezasına çarptırıldı.
Gazeteci Faruk Bildirici’nin “Siluetini Sevdiğimin Türkiyesi” başlıklı kitabında yer verdiği ve aynı zamanda kendi web sitesinde de yayımladığı ayrıntılı Yıldırım Akbulut biyografisinden aktardığım bu olayda, geçen çarşamba günü 86 yaşında kaybettiğimiz Erzincanlı politikacı, haksızlığa baş eğmeyen, cesur bir kimlikle karşımıza çıkıyor.
Özellikle bir ara rejim döneminde Erzincan’daki bir avukatın karakolda yaşanan bir falaka hadisesi üzerine başlattığı hak arama mücadelesi, o günlerin koşulları ve yerleşik zihniyeti altında pek emsali olmayan bir tavır olarak görülmelidir.
Ancak ANAP’ın İçişleri Bakanı olduğu (1984-87) dönemde Polis Yetki ve Selahiyetleri Yasası üzerindeki değişiklikler görüşülürken, polisteki işkence uygulamalarıyla ilgili suçlamalar karşısında Akbulut’un Meclis kürsüsünden “Biz kimseye işkence yapıldığını kabul etmiyoruz” diye konuşma noktasına gelmesi, geçmişteki öyküsünden uzaklaşan bir durumu gösteriyordu.
ERZİNCAN’DA ANAP’I KURUYOR
Önceki gün Ankara’daki “
Aynı zaman kesitinde Türkiye’yi yaşamsal bir şekilde ilgilendiren COVID-19 vakaları ve salgınla bağlantılı vefat sayılarındaki bir tırmanışa da tanıklık ettik. Hatırlayalım, emekli amiraller bildirisi 3 Nisan Cumartesi akşamı geç saatlerde yayımlandı ve ardından 5 Nisan Pazartesi sabahı erken saatlerde 10 amirale yönelik gözaltı işlemleri yapıldı.
Kayıtlara göre, bunu izleyen gün (6 Nisan), COVID-19 vakaları 50 bini sınırına (49 bin 584) dayandı ve üçüncü dalgada vefat sayısı 211 kayıpla ilk kez 200 eşiğini geçti. Bir gün sonra (7 Nisan) vaka sayısı 54 binin üstüne çıkarken, vefat sayısı da 276 olarak açıklandı.
Buna karşılık, geriye dönüp baktığımızda bu zaman aralığında iktidar cenahından yöneltilen darbecilik suçlamaları üzerinden Türkiye’nin gündeminin önemli ölçüde emekli amiraller bildirisine ve yürütülen gözaltı işlemlerine kilitlendiğini görüyoruz.
Yalın bir tespitle, 104 amiral bildirisinin yarattığı türbülansın COVID-19 salgınının vakalarda 50 bin eşiğinin geçildiği tehlike tablosunun üstüne çıktığını, ortalığa yayılan bulutun her şeyin üstünü kapladığını söylemek hata olmaz.
Gözaltına alınan 10 amiralin gözaltı sürelerinin dört gün daha uzatılması gibi çok sık rastlanmayan bir tasarrufun ardından, davet yoluyla çağrılan diğer 4 amiralle birlikte ifadelerin alınmasından sonra şüphelilerin hepsi 13 Nisan Salı günü sabaha karşı Sulh Ceza Hâkimliği kararıyla serbest bırakılmıştır.
Daha sonra bu konunun gündemdeki yerinin aşağı doğru inişini izledik. Bu şekildeki seyri, hadisenin üzerinde durulması gereken yönlerinden biridir.
*
Bu durum kuşkusuz dosyanın gündemden çıktığı anlamına gelmiyor. Devam eden soruşturma sonunda, savcılık makamının -bir takipsizlik kararı vermediği takdirde- önümüzdeki dönemde bir iddianameyle dosyayı mahkemeye havale etmesi muhtemeldir.
Konu, Rusya’nın bir süredir balistik füzelerle Suriye’de Türkiye’nin desteklediği silahlı muhalif grupların kontrolündeki “Fırat Kalkanı” bölgesinde Cerablus ve El Bab civarındaki bazı hedefleri vurmasıydı. Bu hedeflerin hepsinin ortak noktası, portatif petrol rafinerilerinin bulunduğu ve burada imal edilen ürünlerin, ağırlıklı olarak mazot ticaretinin yapıldığı yerler olması.
Sahadan gelen bazı fotoğraflarda saldırı sonrasında çıkan yangında kısmen kömürleşmiş petrol tankerlerinin görüntülerinden Rusya’nın verdiği hasarın ciddiyet derecesi okunabiliyordu.
Bu yazının çıkmasından üç gün sonra 21 Mart tarihinde Rusya bu kez savaş uçaklarıyla İdlib’deki bazı hedefleri vurdu. Vurulan yerlerden biri, Hatay’dan İdlib’e geçiş veren Cilvegöz sınır kapısına altı kilometre uzaklıktaki Sarmada yerleşimi civarındaki bir mazot tüp dolum tesisiydi.
Yine akaryakıt meselesi... Karşımıza çıkan tabloda, Rusya’nın Suriye’nin kuzey batısında Esad rejiminin kontrolü dışındaki bölgelerde yürümekte olan petrol ticaretinin bazı merkez noktalarını hedef aldığını görüyoruz.
KRİTİK MESELE, FIRAT’IN DOĞUSUNDAKİ PETROL KUYULARI
Başlıktaki soruya yazımın içinde birden çok yanıt vermeye çalışmıştım. Galiba olayın gerisinde şu mesele de yatıyor. Suriye’de petrol Fırat’ın doğusunda, yani ABD’nin kontrolü altındaki topraklarda çıkıyor. Bu bölgede sahaya hâkim olan başat aktör, PKK’nın Suriye’deki uzantısı YPG’nin ana omurgasını oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri (SDG). Bu bölgede bir Amerikan petrol şirketi de faaliyet gösteriyor.
Çıkartılan ham petrolün bir bölümünün mazot elde etmek için işletilmek üzere Fırat’ın batısındaki bölgelere de taşındığı anlaşılıyor. Bu çerçevede petrolün bir kısmı, kuzeyde Suriye Milli Ordusu’nun (eski adıyla ÖSO) kontrol ettiği “Fırat Kalkanı” bölgesinde faaliyet gösteren derme çatma rafinerilerde işlenip piyasaya sürülüyor. Bu ticaret, Fırat’ın batısında ısınma, jeneratörlerden elektrik üretimi ve ekonomik faaliyet açısından önem taşıyor.
Gelgelelim Fırat’ın doğusunda çıkartılan petrolün güneyde rejimin kontrolündeki topraklara geçmesi ABD tarafından sıkça engelleniyor. Çünkü, ABD
AB zirvesi öncesinde Türkiye’nin en önemli beklentilerinden biri, 18 Mart 2016 tarihli Türkiye-AB mutabakatının güncellenmesi yönünde mesafe alınmasıydı. Bu mutabakat, son tahlilde Türkiye üzerinden AB kapılarına yönelmek isteyen Suriyeli göçmenlerin Avrupa’ya düzensiz geçişlerini önlemek amacıyla hazırlanmış bir metin. Ancak bu anlaşmaya yönelik özellikle Almanya üzerinden yürütülen müzakereler, Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin gündemindeki sorunların çoğunu içine alan bir büyük pazarlığa dönüşmüştü.
Sonuçta bugün “18 Mart Belgesi”dediğimizde, yalnızca Suriyeli sığınmacıların Avrupa’ya geçişlerinin durdurulması, bunun karşılığında AB’nin Türkiye’ye mali yardım yapması konuları aklımıza gelmiyor. Aynı zamanda, bu mutabakat metninde ayrı başlıklar halinde düzenlenen Türk vatandaşlarına vize kolaylığının getirilmesi, Türkiye ile AB arasındaki 1995 tarihli gümrük birliği anlaşmasının güncellenmesi gibi konuları da anlıyoruz. Bir başka anlatımla, Türkiye-AB dosyasının bir dizi kritik konusu göçmen meselesi ağırlıklı bir anlaşmanın neredeyse birer alt başlığı konumuna indirgenmiştir.
Hatırlayalım, eskiden Türkiye-AB ilişkisinden söz ederken yol gösterici metin olarak 1963 tarihli Ankara Antlaşması’na atıf yapılırdı. Şimdilerde bu ilişki tartışıldığında daha çok 18 Mart Mutabakatı’na yapılan referansları duyuyoruz.
SOVYETLER’İ ÇEVRELEMEKTEN MÜLTECİLERE SET OLMAYA
İşaret ettiğimiz bu değişim bile Suriye iç savaşının Türkiye ile AB arasındaki ilişkinin yapısını tek başına nasıl dönüştürmüş olduğunu göstermesi bakımından yeterlidir. Geçmişte AB’nin Türkiye’ye bakışında jeopolitik mülahazalar ve ülkenin büyük bir pazar olması gibi faktörler belirleyici bir rol oynarken, günümüzde bu bakışa Suriyeli göçmenler boyutu da eklenmiştir. Hatta bu boyut konjonktürel olarak başat bir konum da kazanmıştır. Bu tespit, bugün Avrupa’da en çok Suriyeli sığınmacıya ev sahipliği yapan Almanya açısından özellikle geçerlidir.
Burada altını çizmemiz gereken ironik bir durum var. Türkiye, Soğuk Savaş döneminde Batı’nın Sovyetler Birliği’ni askeri açıdan çevrelemesine dönük stratejisi içinde bir set işlevi görürken, bugün önemini -Rusya faktörü gündemden düşmese de- Avrupa bakımından mültecileri durduran bir set olmasından da alıyor.
Batı’nın Türkiye’ye bakışında diğer faktörler yerini belli ölçülerde korusa da, kabul edelim ki, 2021 yılının gerçekliğinde Suriyeli mülteciler başlığı Avrupa açısından bu çerçevede ayrı bir hassasiyet taşıyor.
MÜLTECİ AKIMI, AVRUPA’DA POPÜLİST SİYASETÇİLERİ GÜÇLENDİRDİ
Bir meslektaşımız, kendisine muhalefetin AK Parti kongrelerindeki kalabalıkların COVID-19’un yayılmasına etkisi olduğu yolundaki eleştirilerini hatırlatıp, “Herkes sizden bir yorum bekledi. Bu konuyla ilgili hiç yorum yapmadınız. Şimdi ne söylemek istersiniz” diye sordu.
Bakan, “Teşekkür ediyorum. Öncelikle bu konuyu gündemde tutmanın kimseye faydasının olmadığı kanaatindeyim” diye söze girdikten sonra şu yanıtı verdi:
“Bugüne kadar bilgilendirmelerimiz, Bilim Kurulu üyelerimiz dahil olmak üzere, virüsün kapalı, kalabalık ortamlarda, yakın temasla bulaştığını biliyoruz. Bu bilgilendirmede bir değişiklik söz konusu değil. Dolayısıyla herkesin bu mücadelede üzerine düşen sorumluluğun gereğini yapması gerektiği kanaatindeyim. Buradan bir ayrıcalık çıkarma hikâyesini oluşturmanın doğru olmadığı kanaatindeyim.”
Koca, sözlerine devamla bu mücadelede tüm vatandaşların tedbirlere uymaları gerektiğini belirterek, “84 milyon olarak birlikte mücadele etmek zorundayız” diye ekliyor.
VATANDAŞTAN ÖZÜR DİLEYEN BAKAN
AK Parti’nin 24 Mart’taki büyük kongresine katılmadığı anlaşılan Koca’nın bu sözleri yorum gerektirmeyecek kadar açık. Yanıtının girişindeki ifadesinden konunun siyasi bir tartışmaya dönüşmesine, bu şekilde gündemde tutulmasına karşı olduğunu, bundan rahatsızlık duyduğunu anlıyoruz.
Ama açıklamasının bu kısmını bir tarafa koyarsak, daha sonra işin ilkelerini vurguladığı noktalarda Dr. Koca’nın hekimlik yeminine bağlı bir doktor kimliğiyle konuştuğunu teslim etmemiz gerekiyor.
Aslında Sağlık Bakanı’nın bu yöndeki açıklamaları bir ilk de değildir. Daha önce devletin üst kademesi ve AK Parti yöneticilerinin de hazır bulunduğu, sosyal mesafe kurallarına uyulmayan kalabalık bir cenaze törenine kendisinin de katılmasının yol açtığı tartışmalar karşısında,
Salgının yükselişe geçip “pik yapması” hiçbir zaman öngörülemeyen ani bir baskın şeklinde ortaya çıkmıyor. COVID-19, her seferinde, deyim yerindeyse “Ben geliyorum” diyerek, kendini göstererek yayılıyor. Göstergelerdeki hareketlilikle birlikte vakalar patlıyor, ardından ağır hasta sayılarında ve ölümlerde artışlar baş gösteriyor. Derken kısıtlamalar açıklanıyor.
Salgının bu devinimini geçen kasım ayı sonu, aralık başında yakından izleyebilmiştik. Şimdi geriye dönüp bir kez daha baktığımızda, ikinci yükselişin bir sürpriz olmadığını çok daha iyi görebiliyoruz.
KASIM DALGASI NASIL PATLAK VERDİ?
Kasım ayına gelindiğinde Sağlık Bakanlığı kamuoyuna testi pozitif çıkan bütün “
Biden yönetiminin işbaşı yapmasından sonra Transatlantik ilişkinin yeniden tanımlandığı bir döneme girilirken, yürütülen her önemli temasın gündemi içinden bir şekilde Türkiye de çıkıyor.
Türkiye, bazen Rusya’dan S-400 hava savunma sistemleri alımı nedeniyle tartışıldı. Bazen Doğu Akdeniz’de gerilimin aşağı çekilmesi arayışları içinde gündeme girdi. Ama en sık adının geçtiği tartışma alanlarından biri insan hakları ve hukukun üstünlüğüne ilişkin sorunları konu aldı.
Bunu örneklerle göstermeye çalışalım. Geçen haftanın önemli bir olayı Başkan Joe Biden’ın 25 Mart günü videokonferans yöntemiyle düzenlenen AB zirvesine Washington D.C.’den bağlanıp Avrupalı liderlerle bir araya gelmesi, onlara seslenmesiydi. Başkan Donald Trump’ın Avrupa’ya meydan okuyan çatışmacı tavırlarından sonra zirveye katılıp kendilerine işbirliği ve dayanışma mesajları veren bir ABD Başkanı, kuşkusuz Avrupa açısından son derece ferahlatıcı, bambaşka bir gerçeklik anlamına geliyor.
BIDEN’DAN AB’YE TÜRKİYE MESAJI
Beyaz Saray’ın açıklamasına göre, Biden, konuşmasında ABD ile AB arasındaki ilişkilerin yeniden canlandırılması taahhüdünü tekrarladı. Güçlü bir AB’nin ABD’nin de çıkarlarına olduğunu belirterek, “ortak demokratik değerleri” vurguladı. AB’ye yakın işbirliği yapma çağrısında bulunduğu ortak sınamalar arasında COVID-19’la mücadele, iklim değişikliği, ekonomik bağların derinleştirilmesi ve “kuralların otokrasiler değil demokrasiler tarafından belirlenmesi” hedefini sıraladı.
ABD Başkanı, ardından dış politikada ortak çıkarların bulunduğu alanlarda AB ile yakın çalışma arzusunu ifade etti. Bu çerçevede en başa Çin Halk Cumhuriyeti ve Rusya’yı koydu. Biden, ardından Türkiye, Güney Kafkasya, Doğu Avrupa ve Batı Batı Balkanlar üzerinde ABD ile AB arasında süreklilik içinde yakın bir şekilde çalışmaya ihtiyaç olduğunu vurguladı.
Biden’ın dış politika başlıkları sıralamasında Türkiye, Çin ve Rusya’dan sonra üçüncü geliyordu.
ABD İLE AB ARASINDA T
Her seferinde, A) Diyaloğu koparmadan çözüm bekleyen kritik dosyaların önemli bir bölümünü ertelemek, B) Ancak aynı zamanda oldukça sınırlı alanlarda açılımlar yaparak olumlu bir gündemin de masada olduğunu göstermek, C) Hatta, ileride bazı yeni adımların da atılabileceği konusunda işaretler vermek, diye özetleyebileceğimiz bir egzersiz bu...
Tabii bunu yaparken, D) Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki davranışlarında ne kadar dikkatle gittiğini izlemeye alıp, E) Bu çizgiden sapma ihtimaline karşı “yaptırım kartı”nı elinde tuttuğunu hissettirmeyi de AB politikasının tamamlayıcı unsurları olarak saymalıyız.
Bu egzersiz, her zirveden bir sonrakine -biraz genişletilerek- aktarılmak suretiyle kurumsallaşıyor ve giderek Türkiye ile ilişkisinde AB’nin ana davranış kalıbına, hareket tarzına dönüşüyor.
İLERLEMEYE AÇIK, ORANTILI VE GERİ ÇEVRİLEBİLİR YAKLAŞIM
AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, önceki gün yapılan son zirve toplantısı için hazırladığı Türkiye hakkındaki raporunda, izlenecek yöntemle ilgili “ilerlemeye açık, orantılı ve geri çevrilebilir yaklaşım” nitelemesinde bulunuyor.
Borrell, bu yaklaşım hayata geçirilirken Türkiye’nin önüne iki seçeneğin konmasını öneriyor. Bunlardan birincisi, Türkiye yapıcı bir tutum izlediği takdirde, AB’nin bunun karşılığında yapacağı jestlere ilişkin teşvik unsurlarını masaya koymasıdır. Bu kapıdan girildiği takdirde, AB cephesinde olumlu adımlar söz konusu olacaktır.
Yok Türkiye bu çizgiden ayrılır ve (Doğu Akdeniz’de) yeniden tek taraflı “provokasyonlar”a girişirse, “siyasi ve ekonomik yaptırımlar” hemen devreye sokulacaktır. Yani olumlu gidiş, Borrell’in nitelemesiyle “geri çevrilecek”tir.
AB zirvesinde kabul edilen son kararların büyük ölçüde bu mantığa dayandığı söylenebilir. Zirve bildirisinde, Türkiye karşısında izlenecek politika için