Bu sırada bütün dikkatler rejim ordusunun Halep girişinde bir savunma hattı tutarak, HTŞ’yi burada durdurmayı başarıp başaramayacağı sorusuna çevrilmişti.
Beklenen olmadı ve cuma akşam saatlerinde Esad ordusunun geri çekilmeye başlamasıyla birlikte, HTŞ Halep şehir sınırlarından içeri girmişti bile ben yazıma noktayı koyduğum saatlerde.
Halep, gazetemizin yayımlandığı cumartesi günü rejim güçlerinin kontrolünden çıkarak büyük ölçüde HTŞ’nin egemenlik alanına geçmiştir.
*
Dün öğleden sonra bu yazıyı kaleme almaya başladığım sırada sahadaki durumu yine kontrol ettim. Askeri manzara şöyle görünüyordu:
HTŞ, Halep’in tümünü ve güneyine dönük geniş bir kırsal alanı da kontrolüne almış olmasının üstüne, ikinci aşamada M-5 otoyolu üzerinden güneye doğru kuş uçuşu 120 kilometre gibi ciddi bir mesafe kat ettikten sonra bu kez Hama şehrine girmek üzereydi.
HTŞ savaşçıları, dün akşam saatlerine doğru Hama şehir merkezinin 4-5 kilometre kadar kuzeyine dayanmıştı.
Hama’nın bugün kimin kontrolünde olacağı dün akşam saatlerinde ortada görünüyordu. Rus savaş uçaklarının
Suriye’deki son gelişmeler yalnızca bu ülkeyi değil, 7 Ekim 2023 tarihinde HAMAS’ın İsrail’e ağır saldırısı ve İsrail’in bu hamleye acımasız bir ‘soykırım’ stratejisiyle karşılık vermesiyle başlayan, İran’la İsrail arasındaki füze savaşları, ardından İsrail’in Lübnan’da açtığı askeri cepheyle çok sert bir türbülans içinde savrulmakta olan bölgede yeni bir durum yarattı. Çünkü, bu krizin ne yönde genişleyeceği ve nasıl sonuçlanacağı, Suriye’deki krize doğrudan ya da dolaylı taraf olan bütün aktörleri çok yakından ilgilendiriyor.
Suriye’deki jeopolitik denkleme şöyle bakalım: Öncelikle Türkiye, Rusya, ABD ve İran sahada askeri güç bulunduran ülkeler. İsrail, her gün Suriye’deki İran hedeflerini vurarak çatışmaların içinde yer alıyor.
Ayrıca Fırat’ın doğusunda PKK uzantısı YPG/PYD’nin omurgasını oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) kontrolündeki bir “Özerk Yönetim” var. Bu yönetim ABD’nin himayesi altında bulunuyor. Silahlı Suriye muhalefetinin birinci kanadında eski adıyla “Özgür Suriye Ordusu” (ÖSO), yeni adıyla “Suriye Milli Ordusu” (SMO) yer alıyor. Bu silahlı gruplar Suriye’nin kuzeyinde Türkiye’nin kontrolü altındaki “güvenlikli bölgeler”de faaliyet gösteriyor.
Bir de silahlı muhalefetin Türkiye’nin kontrolündeki ÖSO/SMO çatısı dışında kalan ve Hatay’a komşu İdlib’de sahayı kontrol eden El Kaide kökenli Ebu Muhammed El Culani’nin önderliğindeki Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) faktörü var. HTŞ İdlib’de, bakanlıkları da bulunan “Ulusal Kurtuluş Hükümeti” adıyla bir idari yönetim yapısı da kurmuş bulunuyor.
HTŞ’nin kontrolündeki İdlib bir bakıma Suriye’deki iç savaşın son kalelerinden biri olarak görülmekteydi. İşte Suriye’de patlak veren son olaylar buradaki dengeleri altüst etmesi nedeniyle sahada güç bulunduran bütün aktörlerin hepsinin konumlarını, çıkarlarını, risklerini etkileyecek boyutlar kazanmaya aday.
2- HTŞ’nin Halep’e saldırısı Suriye denkleminde neyi değiştirdi? İç savaş yeniden mi başladı?
Suriye iç savaşı 2011 yılı mart ayında başlamıştı. Muhtelif aşamalardan geçen iç savaşın kırılma noktası, geniş bir bölümü silahlı muhalefetin kontrolüne geçmiş olan Halep’te yaşandı.
Güler’in TBMM’deki açıklamaları, gerek önümüzdeki on yıllarda Türk Hava Kuvvetleri’nin savaş uçağı envanterinin nasıl bir görüntü kazanacağı sorusu, gerek Rusya’dan alınan S-400 hava savunma sistemleri meselesine bulunacak çözüm konusunda da önemli ipuçları içeriyor.
Bu tespitlerimizi şu başlıklar altında açabiliriz:
*
Türkiye’nin 2024 yılı başında İsveç’in NATO’ya katılımına dönük vetosunu kaldırması, Biden yönetiminin bunun üzerine Türkiye’ye F-16 satışı konusunda Kongre’ye olurunu bildirmesinin ardından değindiğimiz dosyalardaki gelişmeler süratli bir seyre girmişti.
Türkiye, ABD’ye A) Toplam 40 adet ‘4.5’uncu nesil’ yeni F-16 Block Viper uçağı, B) Envanterindeki mevcut F-16’ları modernize etmek üzere 79 adet VIPER kiti ve C) Aynı zamanda bu uçaklarla bağlantılı olarak muhtelif mühimmat ve yedek parça talebinde bulunmuştu.
Geçen haziran ayında Türkiye ile ABD arasında bu taleplerle ilgili bir çerçeve anlaşma imzalanmıştır. Güler, önceki gün komisyonda F-16’ların başlangıç ödemesi olarak ABD’ye 1.4 milyar dolar yatırıldığını da bildirmiştir.
Bu konudaki mutabakat yapıldığında çıkan muhtelif haberlerde bütün paketin büyüklüğü 23 milyar dolar olarak hesaplanmaktaydı. Buna karşılık Güler, önceki akşam komisyonda yaptığı açıklamada, 79 adet F-16’nın ABD’den sağlanacak kitlerle Türkiye’de modernize edilmesi planından vazgeçildiğini duyurmuştur.
Güler, “
“Evet, ortaklıkla ilgili bir teklif aldık ama bunu düşünüyoruz, değerlendiriyoruz. Yani ne olur ne biter diye bakıyoruz buna...”
Fidan, hemen ardından “şu anda” örgütten hiçbir ülkeye “üyelik” daveti gitmediğini de vurgulayarak şöyle konuşuyor:
“Yani BRICS yeni üye alamıyor şu anda. Ortaklıkla ilgili yeni bir sistem getirmiş durumda. Çünkü kurumsallaşmasını tamamlamadan üyelik mekanizmasına gitmenin daha sonra pratikte büyük bir zorluk getireceğini kendileri de biliyor.”
ERDOĞAN NE DEDİ?
Türkiye’nin, başını Rusya, Çin Halk Cumhuriyeti ve Hindistan’ın çektiği bu örgüte üyeliği konusunda aylardır kopan büyük gürültüden, tartışmalardan sonra, sonunda BRICS’ten davet geldiğinde Dışişleri Bakanı’nın “Düşünüyoruz, değerlendiriyoruz, bakıyoruz...” şeklinde konuşması dikkat çekici değil midir?
Fidan, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Brezilya’da bu konuda yaptığı açıklamayı hatırlatma ihtiyacını da duyuyor.
Erdoğan, G-20 Zirvesi’ne katılmak üzere gittiği Rio de Janeiro’da geçen salı günü düzenlediği basın toplantısında, “Türkiye’nin BRICS grubundan yapılan ortaklık teklifini kabul edip etmediği” yolundaki bir soru üzerine şöyle konuşmuştu:
“
Bunu yaparken önce Türkiye’de kamuoyu ve karar vericilerde bugünlerde en çok üzerinde durulan soruya odaklanalım. Bu soru, Donald Trump’ın önümüzdeki ocak ayında iş başı yaptıktan sonra, Türkiye’nin beklentisine uygun bir şekilde Suriye’de PKK uzantısı YPG/PYD unsurlarına desteğini kesip kesmeyeceği, daha doğrusu ABD’nin bu ülkeden çıkıp çıkmayacağıdır.
*
Geçen haftaki yazılarımızda vurguladığımız üzere, Trump’ın Beyaz Saray’da ilk dönemdeki sicili, kendisinin düşünce yapısı olarak Suriye’den askerlerini çekmeye eğilimli olduğunu gösteriyor. Trump 2018-2019 döneminde bunu denemiş, ancak ulusal güvenlik sisteminin ve aynı zamanda İsrail ile ABD’deki güçlü Yahudi Lobisi’nin direnci karşısında bu hedefini sınırlı bir çerçevede gerçekleştirebilmişti.
Bununla birlikte, aynı dönemde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile diyalogunda Suriye konusunda uzlaşıya, pazarlığa açık bir tutum sergilemiştir Trump.
Bu kez oluşturduğu yeni kabineyi kendisine direnmeyecek, aksine uysal bir çizgide davranacak isimlerden oluşturması, benzer hamlelere giriştiğinde geçmişte olduğu ölçüde bir fren mekanizmasıyla karşı karşıya gelmeyeceğine işaret ediyor ilk bakışta.
Ancak dış politika ve güvenlik alanında yaptığı kritik görevlendirmelerin önemli bir bölümünün aşırılık derecesinde İsrail yanlısı şahsiyetlerden oluşması, bunlar arasında YPG/PYD’ye oldukça sıcak bakan isimlerin de bulunması hesaba katılmalıdır. Yine de son tahlilde ilk döneme kıyasla Trump’ın çizeceği doğrultunun baskın çıkması daha akla yatkındır.
*
Burada tutumu dikkate alınması gereken oyuncu İsrail’dir. Suriye’nin güçsüz ve istikrarsızlık içinde kalması, İsrail’in eskiden beri kendi güvenlik çıkarları açısından görmek istediği bir durumdur.
Erdoğan, Irak ve Suriye’nin de adını geçirerek “terör tehdidi nereden geliyorsa kökünün mutlaka kazınacağını” söyledikten sonra şöyle dedi:
“İnşallah önümüzdeki dönemde milletimize hem boydan boya tüm güney sınırlarımızın güvenliğini, hem insanımızın can ve mal emniyetini garanti altına alacak yeni müjdelerimiz olacaktır.”
Ne olabilirdi sınır güvenliğiyle ilgili bu “müjdeler”?
SINIRDAKİ EKSİK HALKALARI TAMAMLAMAK
Erdoğan, ardından 10 Kasım tarihinde Atatürk’ün ölüm yıldönümü törenindeki konuşmasının terörle mücadele bölümünde “güvenli bölgelere” de atıf yaparak, sözlerine bir ölçüde açıklık getirdi.
“Türkiye’nin güney sınırlarını kuşatma girişimini, yaptığı harekâtlar ve oluşturduğu güvenli bölgelerle önemli ölçüde akamete uğrattığını” söyledi Cumhurbaşkanı ve hemen ekledi:
“İnşallah önümüzdeki dönemde sınırlarımız boyunca oluşturduğumuz güvenli bölgenin eksik kalan halkalarını da tamamlayacağız. Bir başka ifadeyle, terör örgütleriyle ülkemiz sınırları arasındaki irtibatı tamamen keseceğiz.”
FIRAT’IN BATISINDA SINIRIN TÜMÜ GÜVENLİ BÖLGE İLE ÇEVRİLİ
Meslektaşımız Okan Müderrisoğlu Rusya’yı bu başlıkta “istekli ya da konuya müdahil olma konusunda gayretli görüp görmediğini” kendisine sorduğunda, Fidan “İzlenimim şu...” diyerek, şöyle konuşuyor:
“Eğer Şam yönetimi belli kritik konularda adım atmak isterse Rusların ben buna ‘hayır’ diyeceğini düşünmüyorum ama Rusların bu adımları atması için çok yoğun bir baskı yapacağını da düşünmüyorum ve görmüyorum da zaten. Bu konuda biraz nötr duruyorlar açıkçası...”
Fidan’ın bu tespitleri, Rusya’nın normalleşme için çaba gösterdiği yolundaki yerleşmiş olan kanaate kıyasla daha mesafeli bir bakışı yansıtıyor.
Hatırlanacaktır, Rusya, özellikle 2023 yılı başında bu konuda ciddi bir çaba içine girmiş, Moskova’da önce nisan ayında Türkiye, Rusya, İran ve Suriye’nin savunma bakanları, daha sonra mayıs ayında ise seçimlerden hemen önce bu kez dışişleri bakanları arasında yine Moskova’da dörtlü formatta toplantılar düzenlenmişti.
Ancak bu toplantılar sonrasında bir ilerleme sağlanamayınca dörtlü formatta yürüyen normalleşme diplomasisi durmuştu.
Peki neden ilerleme sağlanamıyor?
LAVROV: ‘GÖRÜŞ AYRILIKLARI SÜRECİ DURAKLATTI’
Şimdi muhtelif açıklamalardan hareketle bu soruya yanıt arayalım. Önce bu konuda Rusya cephesinde yakın zamanlardaki bazı açıklamalara bakarak, meselenin onların zaviyesinden nasıl göründüğüne göz atalım.
Dünkü üçüncü yazımızda ise 2019 yılı ekim ayına gelindiğinde Türkiye’nin ısrarı karşısında konunun birden ciddiyet kazandığını anlatmıştık. Başkan Trump, 6 Ekim’deki telefon görüşmelerinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a Fırat’ın doğusunda tasarlanan “Güvenli Bölge” için mutabakatını bildirmiş, hatta aynı gün bir Beyaz Saray açıklamasıyla harekâtın “yakında başlayacağını” duyurmuştu.
Burada vurgulanması gereken bir husus, Beyaz Saray’ın bu açıklamasından hemen sonra özellikle Kongre’nin hem Demokrat hem de Cumhuriyetçi kesimlerinden çok kuvvetli itirazların yükselmiş olmasıdır.
ÖNCE AÇIKLADI ARDINDAN UYARILARA BAŞLADI
Dikkat çekici bir nokta, bu açıklamanın ertesinde Trump’ın harekâta karşı çıkmamakla birlikte, Türkiye’nin yürüttüğü askeri faaliyette belli sınırları, “insani çerçeveyi aşmaması” konusunda uyarılar yapmaya başlaması, aksi takdirde Türkiye’ye karşı Rahip Brunson krizinde olduğu gibi ekonomik misillemeye girişeceği tehdidinde bulunmasıdır.
Türkiye, Trump’tan gelen bu tehditler altında 9 Ekim 2019 Çarşamba günü Fırat’ın doğusunda “Barış Pınarı Harekâtı”nı başlatmıştır.
Türk Silahlı Kuvvetleri, Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) unsurlarıyla birlikte Suriye sınırı boyunca Şanlıurfa’da batıda Akçakale’nin karşısındaki Tel Abyad ile doğuda Ceylanpınar’ın karşısındaki Resulayn kasabaları arasında kalan 120 kilometre genişliğindeki bölgeye muhtelif noktalardan giriş yapmıştır.
TSK’nın harekâta başladığı 9 Ekim günü Başkan Trump’tan Cumhurbaşkanı Erdoğan’a son derece saygısız bir üslupla kaleme alınmış olan tartışmalı mektup gelmiştir. Mektubun içeriği, kendisinin SDG unsurlarıyla Türkiye arasında bir uzlaştırıcılık rolüne soyunmak istediğine de işaret ediyor. Cumhurbaşkanlığı kaynakları, o dönemde “Erdoğan’ın mektubu tamamen reddettiğini ve çöp kutusuna attığını” açıklamıştır.
Buna karşılık ABD Başkanı’nın demeçleri, mesajları hangi içeriği taşırsa taşısın, sahaya baktığımızda, ABD’nin Fırat’ın doğusundaki coğrafyada Türkiye sınırına yakın noktalarda konuşlanmış bulunan askerlerini kuzeyden güneye doğru çekmeye başladığını, yani aslında