Bu çerçevede PKK’nın Suriye’deki askeri uzantısı olan YPG’nin ana omurgasını oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri (SDG), Türkiye açısından en hassas meseleler arasında yer alıyor.
Suriye’de Fırat’ın doğusunda ABD’nin himayesinde ortaya çıkan “Özerk Yönetim”in kilit kadrolarında da PKK’nın Suriye’deki uzantılarının siyasi kanadını temsil eden PYD örgütü baskın bir konumdadır.
Türkiye, PKK’nın uzantıları YPG ile PYD’yi ve bunların baş rolde oldukları Fırat’ın doğusundaki askeri ve siyasi yapılanmaları doğrudan kendisine dönük bir terör tehdidi olarak görüyor. Bu tehditle mücadeleyi aynı zamanda, Suriye’nin toprak bütünlüğü hedefi çerçevesinde, Esad rejimi ile muhtemel bir işbirliği zemininin ortak paydalarından biri olarak değerlendiriyor.
*
Suriye’deki Esad rejimi de Türkiye ile diyalogun başlayabilmesi için ileri sürdüğü koşullar arasında kendisinin terörist olarak tanımladığı grupların durumunu masaya getiriyor.
Muhtelif açıklamalara bakılırsa, rejim, iç savaşta kendisine karşı silahlı mücadele yürütmüş olan eski adıyla ÖSO (Özgür Suriye Ordusu), yeni adıyla SMO (Suriye Milli Ordusu) bünyesindeki grupları da büyük ölçüde terörist olarak niteliyor.
Bu gruplar, bugün Türkiye’nin himaye ettiği ve Suriye’nin kuzeyinde TSK’nın kontrolündeki harekat bölgelerinde sahada görev yapan silahlı unsurlar.
Dolayısıyla, Türkiye ile Suriye arasında kamuoyuna da yansıdığı üzere sancılı bir şekilde seyretmekte olan normalleşme arayışlarında terör tartışmasının dikenli bir mesele olarak ortaya çıkması şaşırtıcı değildir.
Bunu yaparken ilk bölümde kronolojik olarak 2011 yılından 2018 yılına kadar olan dokuz yıllık döneme odaklandık.
Bugünkü yazımızda ise 2019 yılından itibaren MGK açıklamalarının yakın zamanda en son 5 Temmuz tarihinde düzenlenen toplantıyı da içeren ikinci bölümünü değerlendirmeye çalışacağız. Bunu yaparken, en başta özellikle son iki- üç yıl zarfında Suriye’ye karşı kullanılan dilin mutedil bir çizgide değiştiği, dönüştüğü tespitini vurgulamalıyız.
MGK’nın 2019 ve sonrasındaki Suriye beyanları şöyle bir seyir izliyor:
2019/HEDEF: ‘MİLYONLARCA SURİYELİNİN DÖNÜŞÜNÜ SAĞLAMAK’
2019 yılı MGK açıklamalarının Suriye başlığında en önemli konularından biri Fırat’ın doğusundaki bölgede kurulmak istenen sınıra bitişik güvenli bölgedir. Yılın ilk MGK’sında Türkiye’nin amacının “Suriye’nin toprak bütünlüğü ve siyasi birliğinin” yanı sıra “ev ve yurtlarını terk etmek zorunda bırakılmış milyonlarca Suriyeli’nin yerlerine dönmelerini sağlamak olduğu” vurgulanıyor. (30 Ocak 2019)
Yine 2019 yılı MGK açıklamalarında, ABD’nin PKK/YPG/PYD’ye eğitim, teçhizat dahil askeri ve siyasi desteği eleştiri konusu yapılıyor, örgütün “çocukları zorla silahlandırmasına” da dikkat çekiliyor. (30 Temmuz 2019)
“Suriyelilerin evlerine dönmeleri” ve “terör koridorunu önleme” hedefleri çerçevesinde “Güvenli Bölge Projesi”ne yapılan atıflar, 2019 yılı ekim ayında gerçekleştirilecek olan ‘Barış Pınarı Harekâtı’nın da habercisidir.
Söz konusu harekât, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından Suriye Milli Ordusu
Bu hareketlilik, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bundan kısa bir süre önce Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ile yeniden diyaloğa girmek üzere yaptığı bir dizi çağrıyla birlikte ortaya çıktı.
Henüz diyaloğun başlaması yönünde somut bir gelişme olmamakla birlikte, Rusya’nın iki tarafı bir araya getirmek üzere yoğun bir diplomasi yürüttüğü biliniyor. Rusya Cumhurbaşkanı Vladimir Putin’in sözcüsü Dimitri Peskov, geçenlerde yaptığı bir açıklamada, “İki ülkenin temsilcileri arasında muhtelif düzeylerde temas kurulmasını kolaylaştırmaya çalıştıklarını” söyledi.
Bu açıklama, Rus tarafının liderlerden önce bunun altındaki kademelerde sağlanacak gelişmelerle aşama aşama ilerlemeyi hedefleyen bir diplomasi izlediğine işaret ediyor.
Bu arada, Türkiye ile Suriye’nin yeniden barışıp barışmayacağı sorusu uluslararası alanda büyük bir ilgi yaratmış bulunuyor. Normalleşmenin ihtimali bile dünya basınında sayısız haber ve yoruma kaynaklık etti şimdiden. Özetle, bütün projektörler Ankara -Şam eksenine çevrilmiş durumda.
Peki geçen 13 yılı aşkın süre içinde Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkilerde neler yaşandı? İlişkiler nasıl koptu? Bugüne nasıl gelindi?
İki günlük bu dizide, değişik bir yol izleyerek ilişkilerin bu süre zarfında nasıl bir seyir izlediğini, Ankara’da Milli Güvenlik Konseyi’nin toplantılarından sonra yapılan resmi açıklamalardan hareketle gözlemeye çalışacağız.
Bunu yaparken, Ankara’da Suriye dosyasının Cumhurbaşkanı’nın başkanlığında bütün ilgili kurumlarca devlet politikası düzeyinde ele alındığı en önemli forum olan MGK’nın açıklamalarını yan yana getireceğiz. Bu döküm, Suriye ile ilişkilerde oldukça çarpıcı bir hafıza tazelemesine de yardımcı oluyor.
Bu vesileyle düzenlenen törene katılmak üzere Tahran’a gelen bir yabancı konuğunuz burada İsrail’in düzenlediği bir saldırıya hedef olup hayatını kaybediyor.
Üstelik yeni cumhurbaşkanı, İran’ın ölçüleri içinde ülkede reformcu bir çizgiyi temsil ediyor. Ülkesinin dünyayla daha barışık bir hale gelmesini savunuyor; keza İranlı kadınların örtünme konusunda gördüğü ağır baskılara eleştirel bir noktadan bakıyor. Ana yönelişi itibarıyla “ılımlı” bir duruşu var.
Değişime kapalı aşırı muhafazakar blokun kendisine karşı tam bir dayanışmaya girmesine rağmen Pezeşkiyan’ın bu seçimi kazanması, İran toplumu açısından bir değişim talebinin dışavurumu şeklinde okunmuş, komşumuza dönük genel bir iyimserliğin uç vermesine yol açmıştır.
*
İran’da yeni cumhurbaşkanının ve yansıttığı eğilimin başarılı olmasını isteyenlerin, onun elini güçlendirecek bir tutum izlemeleri gerektiğini belirtmeye ihtiyaç yoktur.
Ancak yapılan yorumlarda, İran’daki rejiminin yerleşik kurumlarının ve aktörlerinin oluşturduğu müesses nizamının Pezeşkiyan’a çok fazla bir hareket alanı açmayacağı, atmak isteyeceği adımları frenleyeceği yolunda zaten geniş bir külliyat ortaya çıkmıştır kendisi iş başı yapmadan önce.
Yine de, mutedil duruşuyla halkın azımsanmayacak bir kesiminde karşılığı olan bir siyasi şahsiyetin bu makama gelmesi, İran açısından ilginç bir denemenin, tecrübenin kapısını açmaktaydı.
İşte herkes dikkatlerini ona çevirmişken Tahran’da sahnede karşımıza çıkan, İsrail’in işlediği cinayet oldu.
Fidan, açıklamalarında İsrail’in Gazze’ye saldırısıyla ortaya çıkan son krize iki devletli kalıcı bir çözüm bulunması sonrasında girilecek dönemde Türkiye ile Arap ülkelerinin bir “güvenlik ittifakı” oluşturmaları ihtiyacından söz ediyor.
Fidan, daha önce Filistin sorununa bulunacak çözümde Türkiye’nin garantörlük rolü üstlenmesi meselesini sıkça dile getirmişti.
Buna karşılık, bilebildiğim kadarıyla, Türkiye’nin bölgede bir “güvenlik ittifakı”na dahil olması konusu kamuoyu önünde ilk kez bu kadar kuvvetli ifadelerle ortaya konuyor kendisi tarafından.
‘ELİMİZİ TAŞIN ALTINA KOYMAYA HAZIRIZ’
Önce konunun mülakat sırasında nasıl ortaya çıktığına bakalım. Fidan’ın konuştuğu ‘Sky News Arabia’, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile Londra merkezli SKY Group’un ortak oldukları, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerine seslenen bir kanal.
Fidan, bu mülakatta Türkiye’nin Arap dünyası karşısındaki gündemiyle ilgili hemen hemen her önemli başlık üzerindeki pozisyonlarına açıklık getiriyor.
Bu çerçevede kendisine Türkiye’nin savaş sonrası dönemde bölgede görevlendirilecek “bir barış gücüne ya da bir başka güce katkıda bulunması” konusu soruluyor.
Fidan,
Bu vesileyle gazetelerde, TV kanallarında harekâtı konu alan pek çok yayın yapıldı. Biz de bugünkü yazımızda yakın zamanda bir seri olarak yayımlanmış olan kayda değer iki belgesel kitaba odaklanarak, Türkiye’nin askeri müdahalesinin yeterince üzerinde durulmayan hava cephesine yakından bakmak istiyoruz.
Birbirini tamamlayan bu iki kitap askeri konularda uzmanlıklarıyla temayüz etmiş iki önemli isim tarafından kaleme alınmış. Bu yazarlardan birincisi, havacılık tarihi konusunda birçok kitabı bulunan araştırmacı Levent Başara. İkinci isim ise Kadir Has Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesi olan ve yine askeri konulardaki uzmanlığıyla tanınan Prof. Serhat Güvenç.
Başara ve Prof. Güvenç’in bu ortak projeleri, Barış Harekâtı’na muhtelif görevlerde katılmış pilotlarla yapılmış olan ayrıntılı mülakatlara dayanıyor. 2022 yılı ağustos ayında yayımlanmış olan birinci kitap, “Kıbrıs İçin Havalandılar/G Günü” başlığını taşıyor. Bu kitap, harekâtın Kayseri-Erkilet’ten nakliye uçaklarıyla icra edilen hava indirme, Silifke-Ovacık merkezli helikopterle hava indirme ve İncirlik Üssü merkezli hava keşif uçuşlarında görev almış toplam 29 pilot ve 2 destek personeliyle yapılmış mülakatları kapsıyor.
Geçen aralık ayında yayımlanan ikinci kitap ise “Çelik Kanatlar Kıbrıs Üzerinde” adını taşıyor. Bu kitapta, harekâtın daha çok av-bombardıman, hava savunma gibi muharip görevlerinde uçmuş olan pilotlarla yapılan mülakatlar var. Bu kitapta toplam 33 söyleşi yer alıyor. Bu pilotlar Antalya, Konya, İncirlik ve Ankara Mürted üslerinden kalkan F-101 ve F-104 gibi savaş uçaklarında görev almışlar.
Bu çalışma için konuşulan emekli pilotlar, 1974 yılında genellikle 20’li, 30’lu yaşlarında olup teğmen, üsteğmen, yüzbaşı, binbaşı gibi rütbelerde görev yapmışlar. Bu mülakatların büyük bölümü 2018-2021 yılları arasında gerçekleştirilmiş. Bu sırada hepsi 70’li, 80’li yaşlarındaydı.
Mülakatların önemi, emekli pilotların hepsinin son derece rahat ve açık bir şekilde konuşmuş olmaları. Yazarlar, muhataplarının birçoğunda “harekâtta bütün yaşadıklarını tüm çıplaklığıyla anlatma isteği” gördüklerine dikkat çekiyorlar. Renkli hadiselerin yanı sıra, operasyonel hatalar, yaşanan karamboller, eksiklikler, örneğin bazı durumlarda personelin iaşesinde karşılaşılan sorunlar da tam bir açık sözlülükle anlatılmış.
Mülakatların sahiciliği, her bir anlatımda pilotun, uçağın ya da helikopterin havalanmasından görevini tamamlayıp döndüğü ana kadar yaşadıklarını okurun da gözünde canlandırabilmesini kolaylaştırıyor.
Her gün evlerimizde televizyonların karşısında sivillerin, çocukların ayrım gözetilmeksizin hedef alındıkları bu katliamları çaresizlik içinde seyirci olarak izlemenin, ardından bir sonraki habere geçerek ölümü olağanlaştırmanın suçluluk duygusunu yaşıyoruz.
Dünyayı kavramaya çalışan çocukların aklına -acımasız canlıların yaşadığı lanetli bir gezegende gözlerini açtıkları- düşüncesini sokabileceği için daha da kızabiliriz Netanyahu’ya... Bombaların altında kırılan Filistinli çocukların ise çoğu zaman bunu düşünebilmek gibi bir ayrıcalıkları da yok.
Gazze’de İsrail Ordusu tarafından bütün insanlık ölçüleri ayaklar altına alınarak yürütülmekte olan kıyım karşısında yaşadığımız infiali anlatmak için başvuracağımız kelimeleri çoktan tüketmiş bulunuyoruz. Sözlüklerin sonuna geldik.
*
Netanyahu’nun bütün kötücüllüğü yetmediği gibi, ABD’nin Kongre binasında kendisi için yükselmekte olan alkışlar üzerinden bu cinayetlerin kutsanmakta oluşu, yaşanan utancı daha da derinleştiriyor.
İsrail Başbakanı’nın ABD Kongresi’ni oluşturan Senato ve Temsilciler Meclisi’nin ortak birleşimine hitabı sırasında tanıklık ettiğimiz görüntülerin, Netanyahu’nun konuşmasının sık sık alkışlarla kesilmesinin yol açtığı temel bir mesele var.
Çoğu koltuklarından ayağa kalkarak Netanyahu’yu alkışlayanların o anki coşkulu ruh hali ile kendilerini ibretle izleyen uluslararası toplumun büyük bir kesiminin kızgınlığı arasında bir uçurum beliriyor.
Netanyahu
‘Independent’ gazetesinde çıkartmanın yıldönümü olan 20 Temmuz Cumartesi günü yayımlanan bu makaleyi kaleme alan kişi, Kıbrıs sorununa çözüm olarak BM’nin hazırladığı kapsamlı Annan Planı’nın oylandığı 2004 yılındaki referandum sırasında, o tarihte AB’ye üye olan Birleşik Krallık’ın Dışişleri Bakanı koltuğunda oturan Jack Straw’du.
Yazının önemi, 24 Nisan 2004 tarihindeki bu referandumda KKTC tarafının planı kabul edip Rum tarafı reddettiği halde, uzlaşmaz konumdaki Rumların bu olayın hemen ardından tam üye olarak AB’ye alınmalarının büyük bir hata olduğu konusunda Straw’un ciddi bir özeleştirisini içermesi.
Bu konuya bakışını daha önce de ifade etmiş olmakla birlikte, Straw, Türkiye’nin askeri müdahalesinin 50’inci yıldönümü dolayısıyla oldukça kapsamlı bir yazıyla 2004’te yapılan hataya ve bugün girilen mevcut kilitlenmeden çıkış çaresine ilişkin görüşlerini paylaşma yoluna gitti.
Yazınının başlığı yeteri kadar çarpıcı: “Neden 50 yıldır süren bu ‘saçma’ Kıbrıs krizini sona erdirmek için iki devletli bir çözümü dikkate almanın zamanının geldiğini düşünüyorum?”
KUZEYİN İZOLASYONUNU HAFİFLETECEKTİK AMA ÖNERİLER SULANDIRILDI
Straw, öncelikle Kıbrıslı Rumların yol açtıkları “yıkımı” değerlendirmek üzere 2004 yılı nisan ayı sonunda bir araya gelen AB Dışişleri Bakanlarının toplantısındaki atmosferi hatırlatıyor. Ortamı daha önce katıldığı AB Konseyleri ve Komiteleriyle kıyaslayarak, “Hiç bu kadar öfkeye tanıklık etmemiştim” diye yazıyor.
Peki AB Dışişleri Bakanlarının duydukları bu öfke Kıbrıslı Rumlara somut bir yaptırım olarak yansıtılmış mıdır? Şu sözlerinden yanıtın olumsuz olduğu anlaşılıyor: “İlk adım olarak kuzeyin izolasyonunu hafifletecek bazı önlemler alınması üzerinde görüş birliğine varmıştık. Ama bunların çoğu sonradan feci bir şekilde sulandırıldı.”
Sulandırılmasının nedeni,