Özellikle geçen eylül ayının hemen başında Türkiye’nin örgüte üyelik için resmen başvurduğu yolundaki haberlerin ortalığa yayılmasının, hatta bu hususun üst düzey bir Kremlin yetkilisi tarafından teyit edilmesinin ardından Batı basınında, Batı merkezli birçok düşünce kuruluşunda Türkiye’nin BRICS açılımını konu alan birçok haber ve analiz yayımlandı.
“Türkiye ne yapmak istiyor?”, “Rotasını mı değiştiriyor?”, “Yüzünü Batı’dan çevirip, Doğu’ya mı dönüyor?” şeklindeki sorular sıkça karşımıza çıktı.
İlginç olan bir nokta, konu edilen yapı Batı’nın uluslararası düzen içindeki üstünlük alanlarını dengelemek üzere kurulmuş, ağırlıklı olarak Doğu merkezli bir örgüt olunca, bu sorular Uzak Doğu’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada da yakın bir ilgiyle izlendi.
*
Geçen haziran ayından bu yana Türkiye-BRICS başlığı üzerinde çıkan haber ve değerlendirmelerin şimdiden hacim olarak ciddi bir külliyat oluşturduğunu söylemek mümkündür.
Özellikle geçen hafta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Rusya’nın Kazan kentinde düzenlenen BRICS Zirvesi’ne katılımıyla birlikte bu haber ve yorumlar tavan yapmıştır.
Bütün bu yayınlar içinde galiba en dikkat çekici olanı, ABD’nin en prestijli gazetelerinden The New York Times’ın, Kazan zirvesi hakkında verdiği ilk haberin açısını Erdoğan’ın bu foruma katılımı üzerinden görmesiydi.
“Putin’in Ev Sahipliğindeki Zirvede Bir Konuk Göze Çarptı: Erdoğan”
Tabii bu muhasebenin anlamlı olabilmesi için gerçekçi bir zeminde hangi başlama noktasından yola koyulduğumuzu kısaca hatırlamakta yarar var.
Uzun süren bir gerileme ve küçülme döneminden sonra girdiği cihan savaşından yenik çıkmış, büyük kayıplara uğramış bir imparatorluğun son kalan toprakları üzerinde Atatürk’ün önderliğinde verilen bir ulusal kurtuluş mücadelesinin eşsiz zaferiyle ortaya çıkan eserin adıdır Türkiye Cumhuriyeti.
Cumhuriyet’in başlangıç döneminden söz ederken, kurulan yeni yapının imparatorluktan devraldığı ekonomik ve toplumsal koşulların burada etraflıca bir dökümüne girecek değilim. Ama yine de her şeyin esası olan bir faktörün, insan faktörünün altını çizmemiz gerekir bu muhasebede.
Türkiye Cumhuriyeti, 1923 yılında nasıl bir beşeri sermaye ile yolculuğuna çıkmıştır?
*
Bu soruya yanıt ararken aslında yeni hiçbir şey söylemediğimin, bilinen açık kaynak verilerini tekrarladığımın farkındayım. Böyle de olsa, bazı olguları belli aralıklarla hatırlamakta, hatırlatmakta, toplu bir hafıza tazelemesi yapmakta bir mahzur olmasa gerektir.
Cumhuriyet’in kuruluşunun ardından ilk nüfus sayımı dört yıl sonra yapılmıştır. 28 Ekim 1927 tarihinde yapılan bu sayımda Türkiye’nin nüfusu 13 milyon 648 bin çıkmıştır. Bu toplamın 7 milyon 84 bini kadın, 6 milyon 563 bini erkekti.
Burada yakından bakmamız gereken bir gösterge, Türk toplumunun 1927 yılındaki okuryazarlık durumudur.
Buna göre Türkiye, başını Rusya, Çin Halk Cumhuriyeti ve Hindistan gibi ülkelerin çektiği BRICS’in “üyesi” değil “ortağı” olacaktır.
BRICS üyeleri arasında şekillenen mutabakat çerçevesinde örgüte katılmak isteyen yeni ülkelere artık üyelik değil, yalnızca “ortak devlet” (partner state) statüsü verilecektir. Bu, Türkiye gibi BRICS ile kurumsal işbirliği tesis etmek isteyen diğer ülkelere de uygulanacak olan bir statüdür.
Ancak bütün bu sürecin tamamlanabilmesi için bundan sonraki aşamada Rusya’nın BRICS ülkeleri ile yürüteceği danışmalar beklenecektir.
TÜRKİYE’NİN KATILIMINA ULUSLARARASI ALANDA BÜYÜK MERAK
Türkiye’nin BRICS’e katılımı konusu, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın geçen haziran ayında Çin Halk Cumhuriyeti’ne yaptığı ziyaret sırasında Türkiye’nin bu uluslararası kuruluşla “yeni işbirliği imkanları araştırdığını” açıklaması, hemen ardından Moskova’da Rusya lideri Vladimir Putin’i ziyaret ederek Türkiye’nin BRICS ile “işbirliği niyetini” duyurmasıyla birlikte büyük bir tartışmaya yol açmıştı.
Türkiye’nin bir NATO ülkesi olarak, Batı’nın küresel düzen üzerindeki ağırlığını sınırlamak ve aynı zamanda üyeleri arasında ekonomik işbirliğini geliştirmek üzere yola koyulan BRICS’e ilgi duyması, geçen beş ay içinde uluslararası medyada büyük bir merak uyandırmış, bu konuda sayısız haber, yorum, analiz yayımlanmıştır.
Özellikle geçen eylül ayı başında Türkiye’nin BRICS’e “
Bu jestin kendisinin o an aklına gelen bir doğaçlama hareket olmadığını, önceden öçülmüş biçilmiş stratejik bir siyasi hamlenin başlama vuruşuna işaret ettiğini tahmin etmek güç değildi.
Bahçeli’nin daha sonraki beyanlarından ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın MHP Lideri’nin “uzattığı eli” destekleyen ifadelerinden, başka adımların da muhtemel olduğu az çok hissediliyordu. Dışarıdan gözleyenler açısından, tam olarak teşhis konamasa da bir hareketliliğin yaşandığı aşikardı.
Kestirilemeyen, işlerin Bahçeli’nin geçen salı günü Abdullah Öcalan’ın TBMM’de bir konuşma yapıp PKK’ya kendisini lağvetmesi çağrısında bulunması ve karşılığında “umut hakkı”ndan yararlanması önerisinde bulunduğu bir noktaya kadar uzanabileceğiydi.
*
Önemli bir gelişme, Bahçeli’nin bu çıkışını yapmasına denk gelen bir zamanda Öcalan’ın yeğeni Şanlıurfa DEM Milletvekili Ömer Öcalan’ın geçen ağustos ayından bu yana beklemede tutulan İmralı’yı ziyaret talebine, yine geçen salı günü birden izin çıkmasıdır.
Ömer Öcalan, önceki gün, Bahçeli’nin çıkışından 24 saat sonra İmralı’ya giderek amcası ile görüşmüştür.
Burada hatırlamamız gereken husus, Öcalan’ın İmralı’da 43 aydır tecrit altında tutulmakta olduğudur. Bir mekanizma harekete geçmiş ve Öcalan’ın tecriti aktardığımız gelişmelerin yarattığı hareketlilik içinde birden gevşemiştir.
Vurgulanması gereken bir nokta,
“Umut hakkı” ne olabilir?
Bahçeli’nin açıklamasında herhangi bir şekilde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) atıf yok. Böyle olmakla birlikte, MHP liderinin açıklamasından bağımsız olarak da AİHM’nin bu tartışmayı yakından ilgilendiren bir kararı bulunuyor.
Bununla AİHM’nin 18 Mart 2014 tarihinde Öcalan’la ilgili açıkladığı kararını kastediyoruz.
AİHM’nin bu kararı, atıf yaptığı içtihatları çerçevesinde 2024 yılında, yani bu yıl Öcalan için “serbest bırakılma olasılığı” ve “cezanın gözden geçirilmesinin değerlendirilmesini” öngörüyor.
Bu kararın açıklanmasından iki gün sonra 20 Mart 2014 tarihinde kaleme aldığım analiz yazısında, AİHM kararının “koşulların olgunlaşması halinde Türk hükümetine Öcalan’ın durumu konusunda belli bir esneklik marjını şimdiden tanıdığını” belirtmiştim.
Öcalan’la ilgili tartışmalara ışık tutması bakımından 10 yıl önceki yazımı aynen tekrarlıyorum.
ÖCALAN’IN CEZASI 2024’TE GÖZDEN GEÇİRİLMEK ZORUNDA
Beni bu düşünceye sevk eden, kendisinin ve başında bulunduğu, yönlendirdiği kriminal örgütün geride bıraktığımız on yıllar içinde dindarlık maskesi altında Türkiye’ye ve ülkemizin insanlarına yaptığı kötülüklerin devasa hacmiydi.
Geriye dönüp baktığımızda, herkesin aklına öncelikle bu örgütün başta yargı, polis, ordu olmak üzere devletin hemen hemen her kademesine nüfuz etmiş operasyonel mensupları aracılığıyla düzenlediği sayısız kumpas, entrika ve bu şekilde mağdur ettiği
binlerce insan geliyor.
Düzenlenen sahte belgelerle ya da hazırladıkları mizansenlerle hedef seçtikleri insanlara iftiralar atıp onların hayatlarını karartmak klasik uygulamalarıydı.
Sayısız insanın kariyeri, hayatının akışı altüst oldu bu iftiralar üzerinden. Örneğin, Balyoz’daki müdahaleler olmasaydı, muhtemelen Türk Silahlı Kuvvetleri’nin orta ve üst kademe yapısı 2010 sonrasında daha farklı bir şekilde ortaya çıkacaktı.
*
Balyoz kumpası sayısız örnekten yalnızca biridir. Bunun gibi devletin neredeyse her kurumunda değişen ölçülerde benzer tasfiyeler yaşanmıştır. Her seferinde Atatürkçü kimlikleriyle tanınan insanların hedef alınması yaygın bir kalıptır. Bazıları hiç fark edilmemiş, bazı mağdurların çığlıkları hiç duyulmamıştır.
Bu bağlamda kötülük sıralamasında doğrudan öldürdükleri insanları, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi gecesi katlettikleri 252 vatandaşımızı yapacağımız dökümde en başa koymamız gerekiyor.
ABD’nin en saygın üniversitelerinden biri kabul edilen, Massachusetts Institute of Technology’de (M.I.T) öğretim üyesi olan Prof. Acemoğlu, bu ödülü birlikte araştırma yaptığı, kitap yazdığı her ikisi de Britanya doğumlu iki akademisyenle paylaştı.
Bunlardan biri kendisi gibi M.I.T’de hoca olan Prof. Simon Johnson, diğeri ise Chicago Üniversitesi’nden Prof. James Robinson’dur.
Acemoğlu ile Robinson’un ortak kaleme aldıkları “Ulusların Düşüşü” başlıklı kitapları 2012 yılında yayımlanmıştı. Johnson ile birlikte yazdıkları “İktidar ve Teknoloji: Bin Yıllık Mücadele” ise geçen yıl çıkmıştır.
*
Nobel Ekonomi Ödülü Komitesi, ödülün bu üç akademisyene “kurumların ülkelerin refahını şekillendirmede oynadıkları rolün önemini ortaya koymaları” gerekçesiyle verildiğini açıkladı.
Buna göre akademisyenlerin çalışmaları, kolonyal dönemde daha kapsayıcı kurumlarla yola koyulan ulusların daha çok refaha ulaştıklarını göstermiştir. Komiteye göre ödül sahipleri, teoriyi ve ellerindeki verileri öncü bir anlayışla kullanarak, ülkeler arasındaki kalıcı eşitsizliklerin daha iyi izah edilebilmesine yardımcı olmuştur.
Komitenin Başkanı Jakob Svennson, “Çığır açan araştırmaları sayesinde, ülkelerin neden başardıklarının ya da başaramadıklarının temel nedenleri üzerinde daha derinlemesine bir kavrayışa sahibiz” diye konuşuyor.
Harvard Üniversitesi’nden
Almanya’nın Türkiye’ye Eurofighter uçakları satışı konusundaki vetosunu kaldırdığı haberleri bu görüşmeden sonra geldi. Scholz, New York görüşmesinin üzerinden bir ay bile geçmeden yarın İstanbul’a gelerek Cumhurbaşkanı Erdoğan ile yeniden masaya oturacak.
İstanbul buluşmasının New York’a kıyasla çok daha geniş kapsamlı bir çerçevede geçmesi beklenmelidir. Gündemin, Almanya’ya dönük düzensiz göç trafiğinden bu ülkenin Türkiye’ye uyguladığı askeri ambargoya, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden Gazze’deki savaşın bütün bölgeye yayılmasının yarattığı risklere kadar çok geniş bir gündeme yayılması muhtemeldir.
*
Erdoğan ile Scholz’un yarınki görüşmelerinde masaya gelmesi muhtemel konular ve ziyaretin genel atmosferi ile ilgili olarak şu gözlemleri yapabilmek mümkündür:
Öncelikle, sosyal demokrat Başbakan Scholz’un bir yıl sonra 25 Eylül 2025 tarihinde seçime girecek bir politikacı olduğunu göz önünde tutmamız gerekiyor. Almanya’daki kamuoyu yoklamaları ve son dönemde yapılan muhtelif eyalet seçimlerinin sonuçları, Scholz ve partisi açısından hiç de iyimser beklentiler vaat etmiyor. Bir süredir ciddi oy kayıpları söz konusu sosyal demokratlar cephesinde.
Düşündürücü olan, özellikle göçmen karşıtı çizgisiyle öne çıkan aşığı sağ çizgideki “Almanya İçin Alternatif Partisi”nin (AfD) kayda değer bir yükseliş çizgisi yakalamış olmasıdır.
Sonuçta Almanya’da göçmenlerden duyulan rahatsızlık, merkezin ister sağında ister solunda olsun, Alman politikacıları açısından en sıkıntılı başlıklardan biridir. Ve seçime giden Alman politikacıların yolu da bu yüzden sıkça Türkiye’den geçmek durumundadır.
*