Türkiye’nin toplumsal düzenine dönük ciddi sonuçlar yaratmaya devam eden, bu bağlamda iç politika ile dış politika alanlarının karmaşık bir şekilde iç içe geçtiği çok bilinmeyenli son derece zor bir denklemle karşı karşıyayız.
Ve ilk bakışta, kısa dönemde kapsamlı bir siyasi çözüm perspektifi de ufukta görünmüyor Suriye krizine.
Ülkenin meşru devlet otoritesi olarak Esad rejiminin yanı sıra Türkiye, Rusya, ABD, İran gibi birçok güç merkezinin sahadaki varlıklarıyla doğrudan içinde yer aldıkları bir denklem bu.
Bunlara ek olarak, bir bölümü terörist kategorisinde görülen, bir bölümü muhalefet statüsünde kabul edilen ancak hepsi elinde silah tutan sayısız aktörün de kontrollü-
kontrolsüz sahada dolaştığı, dünyanın muhtemelen en zor jeopolitiğinden söz ediyoruz.
*
Türkiye açısından bakıldığında iki temel öncelik karşımıza çıkıyor.
Birincisi, Suriyeli sığınmacıların ülkelerine dönüşlerinin sağlanması artık yakıcı bir mesele haline gelmiş bulunuyor.
Bu olayların, pazar gecesi önce Kayseri’de patlak veren, ardından başka bazı illere de yayılan ve doğrudan Suriyeli sığınmacılara yönelen saldırılarla aynı zamanlamaya denk gelmesi kuşkusuz ilk bakışta dikkat çekicidir.
Böyle olmakla birlikte, Suriye’nin kuzeyinde Türk bayraklarını, Türkiye’nin güvenlik unsurlarını ve kurumlarını hedef alan saldırıları daha çok Esad rejimi ile Ankara arasında normalleşme sürecinin başlayabileceği yolundaki son gelişmeler bağlamında değerlendirmek daha isabetli görünüyor.
Bir başka anlatımla; Kayseri’deki olaylar baş göstermese de muhtemeldir ki Kuzey Suriye’deki bu saldırılar yine gerçekleşecekti.
Ancak buradaki zamansal örtüşme, yine de Suriye meselesinin her iki boyutunun altını eşzamanlı bir çerçevede çizmesi bakımından kayda değerdir.
*
Suriye denkleminin hayati bir boyutunda Türkiye’de bulunan milyonlarca Suriyeli sığınmacının ülkelerine dönmesi başlığı yer alıyorsa, madalyonun diğer yüzünde de Türkiye’nin Suriye’deki askeri varlığının gelecekte ne olacağı sorusu asılı duruyor. Ve her ikisi de Suriye krizine bulunacak nihai bir çözüm bağlamında pekâlâ bir şekilde birlikte gündeme gelecek, ele alınacak konular.
Tabii bu konuyu özellikle önemli kılan yeni bir gelişme, Ankara-Şam ilişkilerinde elle tutulur bir hareketliliğin uç vermiş olmasıdır.
Suriye Devlet Başkanı
Aslında iki ülke arasındaki normalleşme arayışları, bu ilişkilerin Suriye’de 2011’de başlayan iç savaş sırasında kopmasından sonra ilk kez ortaya çıkan bir durum değil.
Hatırlanacaktır, özellikle 2022 sonu ve geçen yılın başından itibaren iki ülke arasındaki ilişkilerin düzeltilmesi yönünde yine Rusların arabuluculuğu ile bazı hamleler yapılmış, üst düzey bir dizi temas gerçeklemişti.
Burada önemli bir dönüm noktası, 2022 Aralık ayının sonunda Türkiye, Rusya ve Suriye’nin istihbarat başkanları ve milli savunma bakanlarının Moskova’da üçlü bir formatta bir araya gelmeleriydi.
Ardından Astana sürecinde, Türkiye ve Rusya’nın üçüncü ortağı olan İran’ın da bu toplantılara dahil olmak istemesiyle birlikte bu kez geçen yıl 25 Nisan tarihinde Türkiye, Rusya, Suriye ve İran’ın savunma bakanları ve istihbarat başkanları arasında yine Moskova’da dörtlü bir toplantı gerçekleştirilmişti.
Bunu, Türkiye’deki 14 Mayıs seçimlerinden hemen önce 10 Mayıs’ta yine Moskova’da aynı dörtlü çerçevede bu kez dışişleri bakanlarının buluşmaları izlemişti.
*
Gelgelelim ortaya çıkan bütün beklentilere karşılık söz konusu temaslar hiçbir bir yere varmamıştı. Hatta bütün bu hareketliliğin Türkiye’deki seçimler öncesinde kamuoyuna Suriyeli göçmenlerin ülkelerine geri gönderileceği mesajını vermeye dönük bir egzersiz olduğu yolunda eleştiriler de dile getirilmişti.
Buna karşılık, görüşmelerin daha alt kademelerde muhtemelen istihbarat ağırlıklı olarak seçimlerden sonra da bir süre devam ettiği anlaşılıyor.
Özellikle de gösteri yapan öğrencilerle, onları bastırmak üzere gönderilen askerlerin karşı karşıya geldikleri an yaşanan duruma kilitlenmişti aklı.
Öğrenciler, tüfeklerine süngü takmış askerler kendilerine yaklaştıkları sırada birden “Yaşasın Ordu, yaşasın kahraman Türk askeri” diye bağırmaya başlamıştı. O sırada neredeyse çatışma hattında temas yakınlığına gelmiş olan asker, subay ve öğrenciler aniden birbirlerine sarılmışlardı.
Kitabında 28 Nisan 1960 Perşembe günü tanık olduğu bu anı, “Kendi kendime ‘tamam’ dedim. Bu hareket orduya da sirayet ettiğine göre, artık Menderes hükümeti gitmiştir” diye anlatıyor Prof. Başgil.
MENDERES TELEFONDA: ‘NASİHATLARINIZA ÇOK İHTİYACIMIZ VAR’
Bu hadiseden kısa bir süre sonra Hukuk Fakültesi’nin hocaları okulda yaşananları kendi aralarında tartışıyorlardı ki, fakültenin bir görevlisi aceleyle Prof. Başgil’in yanına gelerek Ankara’dan telefonla arandığını bildirdi kendisine.
Biraz sonra telefonu aldığında hattın diğer ucunda eski öğrencilerinden Demokrat Parti hükümetinin Milli Eğitim Bakanı Atıf Benderlioğlu’nun sesiyle karşılaştı.
Benderlioğlu, “Başvekil sizinle konuşmak istiyor” diyerek ahizeyi Adnan Menderes’e verdi. Başbakan Menderes şöyle dedi Prof. Başgil’e:
“Aziz Hocam, uzun zamandan beri sizi arayamadığım için çok özür dilerim. Ne durumda olduğumu tahmin edersiniz. Nasihatlarınıza her zamandan daha çok ihtiyacımız var. Eğer fazla rahatsız olmayacaksanız hemen bu akşam Ankara’ya hareket etmenizi çok rica ediyorum.”
Dışarı ile irtibatı yalnızca kapısındaki sigara paketi büyüklüğündeki bir delikten ibaretti. İçeride dar bir sedirden başka bir şey bulunmuyordu.
“Zaten sırtımdaki elbise ve paltomdan başka bir şeyim de yoktu” diye anlatıyor Prof. Ali Fuad Başgil, “Hatıralar” isimli anı kitabında.
Bulunduğu yer, Harbiye’deki İstanbul Merkez Komutanlığı’nın “merdiven altı” diye ün yapmış olan hücrelerinden biriydi. 27 Mayıs Darbesi’nden sonraİstanbul’da siyasi tutukluların bir bölümü hapse atıldıklarında yolları önce “merdiven altı”ndan geçiyordu.
Tarih 11 Ocak 1961... Sabah İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nden gelen bir telefonda kendisini ‘Örfi İdare’den çağırdıkları’ bildirildi. Eşiyle saat 15.00 sularında bugün Harbiye’deki Askeri Müze’nin bulunduğu Sıkıyönetim Komutanlığı karargâhına geldiğinde, bu ziyaretin tutuklamaya kadar varacağını hiç tahmin etmiyordu Prof. Başgil.
Üstelik, on gün kadar önce yine aynı karargâha bu kez polis nezaretinde götürülmüş, bu ziyarette bizzat Sıkıyönetim Komutanı Korgeneral Cemal Tural tarafından uyarılmış, bu görüşmenin ardından bir daha siyasi içerikli bir yazı yayımlamamıştı.
KURUCU MECLİS’İ ELEŞTİRİNCE...
Biraz sonra kendisini ifadeye alan Sıkıyönetim Hâkimi, önüne bir dergiyi koydu. ‘Türkiye ve Dünya’ adlı bu dergiyi ilk kez görüyordu. İlginç olan nokta, derginin başyazısının kendisine ait olmasıydı. Bir buçuk ay önce ‘Yeni Sabah’ gazetesinde çıkmış olan bir yazısı iktibas edilerek bu dergiye aynen konmuştu.
Bu yazısında, darbeyi gerçekleştiren Milli Birlik Komitesi (MBK) tarafından yeni anayasayı hazırlamak üzere ilan edilen Kurucu Meclis’i eleştiriyordu Prof.
Hepsinin elleri arkadan bağlanmıştı. Ertesi günü Hürriyet’te yer alan habere göre, Osman Nuri Uzunlar boğularak öldürülmüştü. Latif Can ağzına sıkılan bir kurşunla öldürülmüştü. Efraim Ezgin göğüs ve kasıklarından, Hürcan Gürses ise karnından vurulmuştu.
Kurşunladıkları Serdar Alten’i ise öldü zannederek ağır yaralı bir şekilde bırakmışlardı evi terk ederken.
Serdar Alten, ağır yaralı olarak götürüldüğü hastanede güçlükle polise olayı anlatacak, bu arada evi basanların aralarında “Reis” diye birinden söz ettiklerini de aktaracaktı.
Gün içinde Ankara çıkışında Eskişehir yolu 33’üncü kilometrede yoldan 600 metre kadar uzaklıktaki bir tarlada başlarına kurşun sıkılarak öldürülmüş Faruk Erzan ve Salih Gevence isimli iki gencin daha cesedi bulundu.
Erzan ve Gevence, Bahçelievler’de bodrum katındaki daireye sonradan gelmiş, ancak içerdeki saldırganlar tarafından silah tehdidiyle otomobille şehir dışına çıkarılarak arazide öldürülmüştü. İkisinin de kafalarına üçer kurşun sıkılmıştı.
Serdar Alten, kaldırıldığı hastanede sekiz gün sonra hayatını kaybetti.
Öldürülen yedi genç de Türkiye İşçi Partisi’nin gençlik örgütü olan Genç Öncü Derneği’ne üye ya da yakın olan isimlerdi. ODTÜ, Hacettepe, ADMMA, AİTİA gibi Ankara’daki üniversitelerde öğrenciydiler.
*
Türkiye’nin BRICS’e duyduğu ilginin şimdiden bazı kaşların kalkmasına yol açtığını gözlemek mümkün. ABD’nin Ankara’daki Büyükelçisi Jeff Flake’in önceki gün Reuters ajansına yaptığı açıklamada, “Türkiye’nin BRICS’e katılmayacağını ümit ediyorum. Ancak böyle bir adım Türkiye’nin kendisini Batı ile birlikte konumlandırmasını değiştirmeyecektir” şeklindeki konuşması, meselenin Atlantik ötesinden nasıl görüldüğü açısından yeteri kadar açıklayıcıdır.
Bu tartışmayı değerlendirmeden önce çok kısaca BRICS’in kimliğine bakalım. BRICS, 2009 yılında Rusya’nın öncülüğünde Çin Halk Cumhuriyeti, Hindistan ve Brezilya gibi dünyanın dört önemli gücünün öncelikle küresel ekonomide ve politikada daha çok söz sahibi olmak üzere bir araya gelerek kurdukları bir uluslararası işbirliği yapılanması. Kurulduğunda dört ülkenin adının ilk harfinden yola çıkılarak BRIC deniyordu. Ertesi yıl Güney Afrika’nın da katılımıyla adı BRICS oldu.
BRICS, öncelikle Batılı ekonomilerin ve aynı doğrultudaki ülkelerin oluşturduğu “Kuzey”in küresel ekonomi üzerinde sahip olduğu ağırlığa karşı bir itirazın, denge arayışının ifadesi. Bu ülkeler, kendi aralarında işbirliğini yoğunlaştırarak, bir dizi kurumsal düzenlemeye giderek küresel ekonomide “Kuzey”e bir karşı ağırlık oluşturmayı hedefliyorlar.
İlginçtir ki bu örgüt kısa zamanda uluslararası alanda büyük bir ilgi yaratmış ve pek çok ülke üye olmak için BRICS’in kapısını çalmıştır. BRICS, kapılarını yeni üyelere açmaya geçen yıl karar vermiş ve bu yıl başından itibaren dört yeni ülke, İran, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri ve Etyopya’nın katılımıyla BRICS’in üye sayısı dokuza çıkmıştır.
Örgüt artık “BRICS+” olarak adlandırılıyor ve genişlemeye açık görünüyor. Çok sayıda ülkenin girmek için sırada beklediği anlaşılıyor.
ERDOĞAN’A GÖRE ‘STATÜKO DIŞI PLATFORM’
BRICS dediğimizde temsil ettiği büyüklüğü teslim etmek gerekiyor. Dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 45’i burada. Dünya ekonomisinde toplam gayrisafi hasılanın yüzde 37.3’ü yine bu kümeye ait.
Türkiye bu tür uluslararası işbirliği yapılanmalarına eskiden beri ilgi duyuyor. Zaten
Dünkü yazımızda da hatırlattığımız üzere, 1999 yılı sonunda Türkiye’ye AB’ye tam üyelik adaylığının önünün açılması, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte o dönemde Avrupa kıtasında esen liberal, çoğulcu rüzgârların da bir uzantısıydı.
Ayrıca unutmayalım ki, gerek AB’nin 1999 Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin tam üye adaylığı ilan edildiğinde, gerek 2004 Brüksel Zirvesi’nde üyelik müzakerelerini başlatma kararı alındığında, Almanya’da iktidar koltuğunda sosyal demokrat bir başbakan, Gerhard Schroder oturmaktaydı.
Keza, bu kararlar alındığında Paris’te ipleri elinde tutan kişi, stratejik bir Avrupa vizyonu taşıyan, Türkiye’nin tam üyeliğine bu perspektiften yaklaşan yüksek vasıflardaki bir devlet adamıydı: Cumhurbaşkanı Jacques Chirac...
Buna karşılık, müzakerelerin 2005 yılı ekim ayında resmen açılmasından bir ay sonra Almanya’da Schroder’in yerine Hıristiyan Demokrat Angela Merkel’in gelmesi, ardından 2007’de Fransa’da Nikolay Sarkozy’nin Chirac’ın koltuğuna oturmasıyla, AB içindeki Paris-Berlin ekseninde Türkiye’nin tam üyeliğine bakış olumsuz yönde dramatik bir şekilde değişmiştir.
Bu iki merkezin frene basmasıyla birlikte tam üyelik müzakereleri zaman içinde kademe kademe durma noktasına gelmiştir.
Karşılığında, Türkiye’de AK Parti iktidarının da AB’ye tam üyelik hevesinin sönmesi, reform heyecanını kaybetmesi, içte zamanla aksi doğrultuda bir gidişatın ortaya çıkması, bu süreci pekiştirmiştir.
Bugün gelinen noktada müzakereler donmuş bir halde dururken, durumu daha da ağırlaştıran husus şudur: AB ile kurumsal düzeyde çözüm bekleyen vize rejiminin yumuşatılması, gümrük birliğinin güncellenmesi gibi meselelerde hiçbir hareketlenmenin sağlanamadığı tam bir kilitlenme hali yaşanmaktadır.
*