Yanıtı da kendisi veriyor:
“Türkiye... Tamam (Okay)... Bunun arkasında olan Türkiye... O çok akıllı bir adam...”
“Okey” diyerek, Esad rejiminin çökmesinin gerisinde Türkiye’nin rolünün bulunduğuna ilişkin kabule bir itirazının olmadığını kayda geçirmiş oluyor Trump, başkan seçildikten sonra düzenlediği ilk basın toplantısında.
‘UNFRIENDLY TAKEOVER’ NE DEMEK?
Trump’ın daha sonraki bir ifadesi de hayli ilginç. Suriye’deki rejimin devrilmesinde Türkiye’ye belirleyici bir rol atfederken İngilizce “Unfriendly takeover” terimini kullanıyor.
Çevirisi ilk bakışta “dostane olmayan el koyma” gibi yapılabilir.
Ancak bu ifade, ünlü “Cambridge Sözlüğü”ne bakılırsa, “Bir şirketin bir başka şirketin kontrolünü, o şirketin sahipleri satmak istemedikleri halde elde etmesi” durumu için kullanılan bir piyasa terimi.
Kendisi de ticaret hayatından gelen
Görünüşte özelikle kuzey bölgesinde sahada Suriye Milli Ordusu (SMO) ile Suriye Demokratik Güçleri (SDG) çatışıyor ama ilkinin arkasında Türkiye, ikinci grubun arkasında ise ABD’nin durduğunu hesaba kattığımızda, yaşanan durumu aslında iki NATO müttefikinin bilek güreşi olarak görmek hata olmaz.
Sahada karşı karşıya gelen aktörlerin sıkça askeri güce de başvurdukları buradaki çekişme, temelinde, Esad sonrası dönemde Fırat’ın doğusuna uzanan ve ülkenin topraklarının yaklaşık üçte birine denk gelen ABD’nin gözetimindeki geniş coğrafyanın akıbetini konu alıyor.
Bu bölge, 2015-2016 sonrası dönemde ABD’nin himayesi altında, PKK’nın Suriye’deki uzantısı YPG/PYD’nin ana omurgasını oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) kontrolünde bulunuyor.
Fırat’ın doğusuna dağılmış bulunan ve sayıları 800-900 aralığında tahmin edilen ABD askerlerinin varlığı, burada YPG/SDG’ye oldukça güvenli bir koruma şemsiyesi sağlıyor. Bu bölgenin hava sahasının kontrolü de ABD’nin
elinde.
Türkiye, yeni dönemde ABD’den PKK’nın uzantısı olduğu gerekçesiyle YPG/SDG’nin tasfiyesini bir kez daha talep ederken, Ankara’nın desteklediği Suriye Milli Ordusu (eski adıyla ÖSO) da sahada giriştiği askeri hamlelerle YPG’yi geriletmeye çalışıyor.
YPG/SDG FIRAT’IN
Bu çerçevede ABD’nin himayesindeki bu özerk yapılanmanın Türkiye-ABD arasındaki ilişkilerde yarattığı büyük sorun da daha çok uzun bir süre ilişkileri basınç altında tutmaya devam edecekti.
Suriye’deki krizin sahada bütün aktörlerin kendi nüfuz alanlarını korudukları bir şekilde kilitlenmiş halde kalması çözümsüzlüğü kalıcı hale getirmekteydi. Bunun sonucu olarak zaman faktörü, her geçen gün yerleştiği coğrafyada sırtını ABD’ye dayayarak kurumsallaşmakta olan YPG/SDG denetimindeki “Özerk Yönetim”in lehine işlemekteydi.
Yarım yüzyıldır ülkeyi koyu bir baskı rejimi ile yöneten Baas rejiminin birden yıkılıvermesiyle bu kilitlenme aniden çözülmüştür.
Suriye’nin geleceği harekâtın başladığı 27 Kasım öncesinde belirsizlik içinde seyrederken, bu durum tersyüz olmuş ve çözüm menziline doğru adım atılmıştır.
Gelinen noktada sahayı tutmakta olan grupların önemli bir bölümü ve aynı zamanda Suriye ile yakından ilgilenen bölgesel güç merkezleri, Batı dünyası, Birleşmiş Milletler, daha doğrusu herkes çözümden söz etmeye başlamıştır.
Kabul edelim ki iç savaşın 2011 yılında patlak vermesinden sonraki dönemde, Suriye’de hiçbir zaman böyle bir beklenti eşiğine gelinmemişti.
*
Şimdiden başlayan tartışmalar içinde yeni dönemde Suriye’de nasıl bir anayasal düzenin inşa edileceği, yeni tasarımda iktidarın muhtelif guruplar arasında nasıl paylaştırılacağı, çözümde herkesin kendisine nasıl bir yer bulacağı soruları önemli bir yer tutuyor.
HTŞ’nin hamlesi, Suriye’de 13 yıldır ucu açık bir şekilde sürmekte olan iç savaşa, çatışmanın tarafı olan rejime son vermek anlamında noktayı koymuştur.
Şimdi karşımızda asılı duran büyük soru, Baas rejiminin yarım yüzyıldır iktidarı kontrolünde tuttuğu Suriye için nasıl bir siyasi çözümün bulunacağı, nasıl bir yeni anayasal düzenin getirileceğidir.
İyimserliğimizi ne kadar korumak istesek de, bütün aktörlerin uzlaşı yoluyla yeni bir Suriye yaratma çabalarının başarılı olacağı konusunda mutlak bir garantinin bulunmadığını ihtiyat payı olarak kayda geçmemiz gerekir.
Belki de uzun yıllara yayılacak, güçlüklerle dolu son derece meşakkatli bir çözüm süreci bekliyor herkesi.
*
Tabii bu süreç önemli soruları, bilinmezleri içinde barındırıyor. HTŞ ile sahada çok sayıda irili ufaklı diğer silahlı muhalif gruplar arasında tam bir düşünce ve eylem birliğinin sağlanıp sağlanamayacağını bu çerçevede sayabiliriz.
Ardından Sünniler, Nusayriler, Hıristiyanlar, Kürtler, Türkmenler, Dürziler de dahil olmak üzere ülkedeki bütün dini ve etnik toplulukların arzulanan bu büyük mutabakatın içinde ne şekilde yer alacakları sorusu karşımızda beliriyor.
Herkes, kendisinin adil bir ölçüde temsil edildiğini, sesinin duyulduğunu hissedebilecek midir bu mutabakatta?
Esad’ın devrilmesinde sahada başrolü oynayan Ebu Muhammed el Colani’nin liderliğindeki HTŞ, aynı zamanda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin terör örgütleri listesindedir. ABD, Türkiye gibi birçok ülke de ulusal mevzuatlarında kendisini bu kimliğiyle kayda geçirmiştir.
Karşımızda beliren zor soru şudur: Uluslararası camia bu durumda El Colani’yi, bu kimliğine rağmen Suriye’nin yeni liderliğini temsil eden meşru muhatap olarak kabul edip yola onunla mı devam edecektir?
Yoksa...
BM tescilli terörist kimliğini ön plana çıkartarak, buna uygun bir hareket tarzı mı izleyecektir?
Yoksa bir bölünme mi olacaktır uluslararası aktörler arasında?
BM’NİN HTŞ’Yİ ‘TERÖRİST’ TANIMLAMASI DEFAKTO OLARAK KIRILIYOR
Esad’ın Şam’ı terk ettiği geçen pazar gününü izleyen kısa sürede hadiselerin akışına baktığımızda, özellikle Batı dünyasında birinci şıkkın ağır bastığı görülüyor. Birçok siyasi merkezin şimdiden kendisini muhatap kabul etmeye hazırlandığı dikkate alınırsa, BM’nin HTŞ üzerindeki ‘terörist’ tanımlamasının fiili olarak aşılmakta olduğu söylenebilir.
Hal böyle de olsa, karşımızda yine de yaman bir çelişki var. Teorik bir ihtimal olmakla birlikte şu senaryoya bir bakalım: Suriye’de yeni dönemin kilit aktörü
Suriye’yi izlerken karşıma en çok çıkan başlıklardan biri, Hatay’a hemen bitişik İdlib’de üslenmiş olan Heyet Tahrir eş Şam (HTŞ) isimli örgüt ve onun lideri -yaygın adıyla- Ebu Muhammed el Colani oldu.
İdlib’in bölge olarak önemi, 2011 yılında patlak veren Suriye iç savaşında Halep’in 2016 yılında Esad rejimine geçmesinden sonraki dönemde silahlı muhalefetin çekildiği son kale olarak kalmasıydı. Bu konumu, bir anlamda Suriye’de iç savaşın parantezinin açık kaldığına da işaret ediyordu.
Tabii, sınır hattında Türkiye’nin himayesi altındaki “güvenlikli bölgeler”de bulunan SMO/Suriye Milli Ordusu (eski adıyla ÖSO) unsurları siyasi çözüm sürecinde meşru muhalefet ile ilişkili görüldüğünden farklı bir kategoriyi oluşturuyordu.
HEM DEAŞ HEM DE EL KAİDE’DEN BRÖVESİ VAR
HTŞ’nin meşru muhalefetin dışında görülmesinin önemli bir nedeni var. El Kaide’nin bir türevi olarak kabul edildiğinden Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından “terör örgütü” listesinde tutuluyor.
El Colani, iç savaş başladığında önce 2012 yılında DEAŞ adına Suriye’de El Nusra örgütünü kurmuş, ardından 2013’te DEAŞ’tan ayrıldığını açıklayıp örgütüyle birlikte El Kaide saflarına geçmişti. Bir başka anlatımla, iç savaşın ilk döneminde El Colani’yi önce DEAŞ, daha sonra El Kaide’nin Suriye’deki resmi temsilcisi unvanıyla karşımızda buluyoruz.
Silahlı muhalefetin 2016 sonunda Halep’ten çıkmasından sonraki dönemde El Colani’yi bu kez örgütüyle birlikte İdlib’e yerleşmiş bir cihatçı kimliğiyle görüyoruz. Burada yaptığı kayda değer bir hamle, 2016 yılında El Kaide’den de ayrıldığını açıklayıp “Cephe Fetih el Şam” adlı yeni bir örgüt kurmasıdır. Ertesi yıl başka köktendinci örgütleri de bünyesine katarak, Heyet Tahrir eş Şam’ı kurmuştur.
El Colani
Çatışmaların seyrini konu alan bir yazıyı bitirdiğim sırada sahada geçerli olan güç dengesi, gazete o gece baskıya girdiği saatte ya da ertesi sabah okura ulaşmış olduğunda değişmiş oluyor.
Örneğin, geçen cuma akşamı yazımı gazeteye gönderdiğimde, Heyet Tahrir eş Şam (HTŞ) örgütünün savaşcıları Halep’in kapısına dayanmış durumdaydılar. Herkes muhaliflerin rejimin savunma hattını aşıp şehre girip giremeyecekleri sorusuna odaklanmıştı.
Muhalifler o akşam Halep’e girmeyi başardılar ve ertesi günü Suriye’nin başkent Şam’dan sonraki en önemli şehri büyük ölçüde HTŞ’nin kontrolüne geçti.
*
Aynı durumu geçen çarşamba akşamı da yaşadım. Yazımı gönderdiğim sırada, silahlı muhalefet bu kez güneye doğru giden M-5 yolu üzerinde, Halep’in kuş uçuşu 120 kilometre uzağındaki Hama şehrinin dış mahallelerine kadar gelmişti.
Yazıyı bitirirken, “Hama’nın bugün kimin kontrolünde olacağı dün akşam saatlerinde ortada görünüyordu” diye bir cümle koyma ihtiyacını duydum. Ertesi sabah Hama da muhalefetin eline geçti.
Bugünkü yazımı kaleme aldığım saatlerde silahlı muhalefet yine M-5 karayolu üzerinde bu kez Hama’nın 40 kilometre güneyindeki Humus şehrinin dış çeperlerine kadar sokulmuştu.
*
Erakçi, Suriye’deki iç savaşın yeniden patlak verip Halep’in geçen cumartesi günü Heyet Tahrir eş Şam (HTŞ) örgütünün eline geçmesinin hemen ardından, İran’ın Suriye hükümetine desteğini bildirmek üzere pazar günü Şam’a giderek Devlet Başkanı Beşar Esad ile görüşmüştü. Erakçi, ertesi günü Ankara’ya geçerek sahada sıkışmış durumda olan Esad’a destek arayışına çıktı.
Gelgelelim Fidan ile Erakçi’nin görüşmelerinden sonra düzenledikleri basın toplantısı, Türkiye ile İran’ın en başta son olaylara ilişkin temel teşhis üzerinde bile anlaşamadıklarını açık bir şekilde ortaya koydu.
*
Dışişleri Bakanı Fidan, söze “Suriye’deki olayları herhangi bir dış müdahale ile açıklamaya çalışmak bu aşamada yanlış olacaktır. Bu, Suriye ile ilgili gerçekleri anlamak istemeyenlerin sığındığı bir sığınaktır, hatadır” diye konuştu ve ekledi:
“Geldiğimiz noktada Suriye’de geniş çaplı çatışmaların tekrar başlamasının nedeni bu ülkenin birbiriyle bağlantılı sorunlarının 13 yılı aşkın süredir çözülememiş olmasıdır. Muhalefetin meşru taleplerinin göz ardı edilmesi ve rejimin siyasi sürece samimi biçimde dahil olmaması bir hataydı. Son olarak sivillere yönelik kapsamlı saldırılar gerçekleştirilmesi iç savaşı yeniden alevlendirdi.”
Konuk bakan ise “İki ülkenin ortak menfaatleri ve ortak endişeleri vardır ve bazı konularda fikir ayrılıkları da olabilir ki, bu da doğaldır...” dedi.
Açıklamalarının bir başka yerinde “fikir ayrılıkları”na bir kez daha atıf yaptı Erakçi. Ancak bu gibi konular üzerinde yakın bir istişare içinde olacaklarını da söyledi.
*