Sedat Ergin

Türk konvoyuna ateş açan uçağın kokpitinde kim vardı?

24 Ağustos 2019
Geçen pazartesi sabahı İdlib’de M-5 otoyolu üzerinde güneye doğru gitmekte olan Türk Silahlı Kuvvetleri konvoyunun bir hava saldırısına hedef olup durdurulması hadisesi Türkiye’nin Suriye serüvenindeki en önemli kırılmalardan biri olarak hep hatırlanacaktır.

TSK konvoyu, İdlib’in güney sınırında Morik’te üslenmiş bulunan (9) numaralı askeri gözlem noktasının güvenliğini sağlamak ve ikmal yolunu açık tutmak üzere hareket halindeydi.

Bu saldırıda konvoyun önünde gitmekte olan sivil araca tam isabetle bir nokta atışı yaparak bütün konvoyun durmasına yol açan savaş uçağının kokpitinde kim vardı? Suriyeli bir pilot mu, yoksa bir Rus pilot mu?

Milli Savunma Bakanlığı’nın pazartesi günü bu olayı kınadığı açıklamasında saldırının öznesi boşlukta bırakıldı. Açıklamada (Esad) rejimin son dönemde İdlib’de gerçekleştirdiği saldırılar eleştirildi, ardından “Rusya’ya bilgi verilerek” Morik’teki (9) numaralı gözlem noktasına kuvvet intikali gerçekleştirilirken “konvoyumuza hava saldırısı düzenlendiği” belirtildi.

Metne göre, saldırıda konvoy bölgesinde bulunan 3 sivil ölmüş, 12 sivil de yaralanmıştı.

Açıklamada konvoyu kimin vurduğu sorusunun yanıtını bulmak mümkün değildir. Ancak metnin bütün tonu Milli Savunma Bakanlığı’nın bu saldırının sorumluluğunu Rusya’ya atfettiğini hissettiriyor. Rusya’ya bilgilendirme sabah 05.30’da yapılmış, hava saldırısı 08.55’te, yani yaklaşık 3.5 saat sonra gerçekleşmiştir.

*

Türk yetkililer, daha sonra yaptıkları açıklamalarda saldırıyı gerçekleştiren uçağın milliyeti meselesini geçiştirmeyi tercih etti. Türk basınında çıkan pek çok haberde konvoya Suriye Hava Kuvvetleri’ne bağlı bir uçağın ateş açtığı yazıldı. Yabancı basında da durum pek farklı olmadı. Galiba pek çok insan, özellikle S-400’lerin Türkiye’ye geldiği bir dönemde Türk-Rus ilişkilerini kaplayan sıcak ortama bakarak, saldırıyı Rusların düzenlemiş olabileceği gibi bir ihtimali değerlendirmeye bile almadı.

Ankara’daki tecrübeli meslektaşımız

Yazının Devamını Oku

Türkiye’yi İdlib’de bekleyen zor kararlar var

23 Ağustos 2019
İdlib’de endişe edilen ihtimal sonunda bütün riskleriyle karşımıza çıkmış bulunuyor. İdlib’in en güney ucunda muhalefetle rejim bölgelerini ayıran sınıra bitişik Morik’te kurulu Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (9) numaralı askeri gözlem noktası kuzeyden Suriye ordusu tarafından çevrelenmiştir. Doğusu, batısı ve güneyi zaten rejim bölgesidir. Bunun sonucu buradaki Türk birliğinin tek çıkış yolu olan İdlib’in kuzeyine karadan bağlantısı sıkıntıya girmiştir.

Bu gelişme Suriye ordusunun Halep’ten güneye Şam’a doğru uzanan M-5 otoyolunun üzerinde bulunan Han Şeyhun kasabasını ele geçirmiş olmasının yarattığı bir durumdur. Bu kasaba Morik’teki TSK gözlem noktasının 10 kilometre kadar kuzeyindedir.

Han Şeyhun bu hafta başına kadar muhalif grupların kontrolünde olduğu için M-5 otoyolu Türk tarafının kullanımına açıktı ve bu çerçevede (9) numaralı gözlem noktası bu stratejik yol üzerinden İdlib’in kuzeyine ve bağlantı yollarıyla Hatay’daki Cilvegözü sınır kapısına kadar tam bir ulaşım serbestisine sahipti.

Aslında geçen hafta rejim güçlerinin Han Şeyhun’u hem batıdan hem doğudan kıskaca alma yönünde ilerlemeye başlaması, (9) numaralı noktanın kuzey bağlantısının tehlikeye girmekte olduğunu da haber veriyordu.

*

Milli Savunma Bakanlığı’nın pazartesi günkü açıklamasına göre (9) numaralı gözlem noktası “ikmal yollarının kesilmesi tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı”. Bu nedenle, yine aynı açıklamaya göre, bu noktanın “güvenliğini sağlamak, ikmal yollarını açık bulundurmak ve taraflar arasındaki gerginliği azaltmak maksadıyla” pazartesi sabahı buraya kuvvet intikali başlatıldı.

Bu kuvvet intikali gerçekleştirilememiştir. Sabah saatlerinde M-5 üzerinden güneye doğru intikal ederken Han Şeyhun’a yaklaşmak üzere olan Türk askeri konvoyuna düzenlenen bir hava saldırısıyla Türkiye’nin bu hamlesi önlenmiştir.

Türkiye’nin bu askeri konvoyun gelişini önceden Rus tarafına bildirdiği dikkate alınırsa, bu hamleyi Rusya ve Suriye’nin ortak iradesinin durdurduğunu teslim etmemiz gerekir.

*

Yazının Devamını Oku

Tarihten yaprakları çevirince

22 Ağustos 2019
BELEDİYE başkanlarının içişleri bakanları tarafından görevden uzaklaştırılmaları geçmişte genellikle istisnai bir uygulamayken, son yıllarda yaygınlaşan bir devlet egzersizine dönüşmüş durumda.

Tabii başkanların görevden uzaklaştırılmaları, ‘Giden başkanın yerine kim, nasıl getirilecek’ sorusunu da beraberinde getiriyor.

Belediye başkanları görevden ayrılmak durumunda kaldıklarında izlenecek hareket tarzı, Cumhuriyet’in ilk döneminden beri süreklilik gösteren bir yasal mevzuat çerçevesinde krize yol açmayacak şekilde işleyegelmişti.

Bu hareket tarzının temelinde Türkiye’nin ilk yerel yönetim yasası olarak kabul edeceğimiz 3 Nisan 1930 tarihli 1580 sayılı Belediye Kanunu var. Bu yasanın 93’üncü maddesinde “Belediye reisinin yeniden intihabı (seçimi) icap eylediği takdirde, vali tarafından belediye meclisi içtimaa davet olunarak yeniden belediye reisi intihabı yapılır” hükmü yer alıyordu.

*

Görüleceği gibi burada esas, başkanın yeniden seçimi gerektiğinde belediye meclisinin toplantıya çağrılmasıdır. Özellikle çok partili demokrasiye geçildikten sonra belediye meclislerinin temsil niteliği güçlenmiştir. Seçilmiş belediye başkanları herhangi bir nedenle görevden ayrıldıklarında belediye meclislerinde yapılan ‘başkan vekili’ seçimleri sandıkta çoğunluğu almış siyasi partinin iradesinin yeniden tecelli etmesini mümkün kılıyordu.

Anlattığımız bu duruma yakın tarihten verebileceğimiz çarpıcı bir örnek var. Refah Partili İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan şiir okuduğu için aldığı mahkûmiyet kesinleşip cezaevine girmek durumunda kalınca, 13 Kasım 1998 tarihinde belediye meclisinde yapılan seçimde yerine seçilen Ali Müfit Gürtuna Refah Partisi’nin devamı olan Fazilet Partisi’ni temsil ediyordu.

*

AK Parti döneminde 2005 yılında çıkartılan 5393 sayılı Belediye Yasası da tek parti döneminden gelen bu yöntemi aynen korumuştur. Yasanın 45’inci maddesi çok açık. Buna göre, belediye başkanlığının herhangi bir nedenle boşalması halinde, vali tarafından belediye meclisinin on gün içinde toplanması sağlanıyor.

Yazının Devamını Oku

AİHM içtihatları ışığında belediye başkanlarını görevden uzaklaştırmak...

21 Ağustos 2019
İÇİŞLERİ Bakanlığı’nın önceki gün Diyarbakır, Mardin ve Van Büyükşehir Belediye Başkanlarını görevden uzaklaştırma kararını kamuoyuna duyurduğu açıklamasını okurken bir noktaya takıldım. Açıklamada bu üç belediye başkanını görevden uzaklaştırma kararı gerekçelendirilirken, haklarında devam etmekte olan muhtelif soruşturma ve kovuşturmalara atıf yapılıyordu.

5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 47’nci maddesi, görevleriyle ilgili bir suç nedeniyle haklarında soruşturma ve kovuşturma açılan belediye başkanlarının İçişleri Bakanı tarafından görevden uzaklaştırılabileceğini belirtiyor.

Dikkatimi çeken nokta, her üçünde de görevden uzaklaştırılmalarına gerekçe oluşturan soruşturma ve kovuşturmaların en azından belli bir bölümünün 31 Mart 2019 tarihinde yapılan yerel seçimden, yani belediye başkanı seçilmelerinden önceki döneme ait olmasıydı.

Örneğin, açıklamanın Mardin Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Türk’le ilgili bölümde, biri 2017 diğeri 2018 yılından iki kovuşturma, 2018 yılından iki soruşturma ve içinde bulunduğumuz 2019 yılından iki soruşturmanın yürümekte olduğunu okuyoruz. Bu yargı süreçleri terör örgütü üyeliği ve terör örgütü propagandası gibi suç isnatlarına dayanıyor. Ayrıca, Türk hakkında İçişleri Bakanlığı tarafından yürütülmekte olan üç ayrı idari soruşturma söz konusu.

*

İçişleri’nin açıklamasında Türk hakkında 2019 yılında açılan iki soruşturmanın başlangıç tarihleri belirtilmiyor. Ancak 2019 öncesindeki soruşturma ve kovuşturmalara baktığımızda karşımıza çıkan çok temel bir mesele var.

Şöyle ki: Ahmet Türk, 31 Mart 2019 yerel seçiminde HDP’den Mardin Büyükşehir Belediye Başkan adayı olduğunda, Mardin İl Seçim Kurulu tarafından yapılan inceleme sonunda adaylığında hukuken bir sorun görülmediği içindir ki seçime katılmasına izin verilmiştir.

Bundan neyi anlamalıyız? İl Seçim Kurulu, Türk’ün adaylığının Anayasa’nın ‘kanunda gösterilen şartlara uygun olma’ koşulunu karşıladığına kanaat getirmiş olmalıdır. Bu şartlar, 2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu’nun 11’inci maddesinde belirtilen sakıncaları taşımamak şeklinde özetlenebilir. Milletvekilleri için öngörülen sakıncalar yerel yönetim adayları açısından da aynen geçerlidir. Bu madde, dolandırıcılıktan ihaleye fesat karıştırmaya ve terör suçlarına kadar birçok suç kategorisinde ‘mahkûm olmayı’ aday olmaya engel bir durum olarak tanımlıyor.

Anlaşılıyor ki, Mardin İl Seçim Kurulu bu çerçevede yaptığı incelemede hakkında yürümekte olan kovuşturma ve soruşturmalara karşılık, bir mahkûmiyet kararı olmadığı için hukuken bir sorun görmemiş ve dosyayı Ankara’ya iletmiştir. Yüksek Seçim Kurulu da nihai aday listesini yayımlanmak üzere Resmi Gazete’ye gönderince

Yazının Devamını Oku

Rusya ile ilişkiler İdlib’de stres testinde

20 Ağustos 2019
GEÇEN cumartesi günü bu köşede çıkan yazımız “Türkiye ile Rusya arasında İdlib’de karışık bir durum” başlığını taşıyor ve S-400’lerin varışıyla birlikte ilişkilerde muazzam bir yakınlaşma yaşanırken, İdlib’deki gelişmelerin bu tabloyla çeliştiğini, iki ülkenin burada dolaylı bir şekilde karşı karşıya geldiklerini anlatıyordu.

Bu yazıda dikkat çekilen sahadaki kaygı verici durum dün İdlib’de hareket halindeki Türk Silahlı Kuvvetleri konvoyuna düzenlenen hava saldırısıyla yeni bir eşiğe taşınmıştır.

*

Dünkü hadise İdlib’de bir Türk konvoyunun havadan saldırıya uğraması anlamında bir ilktir.

Esad rejiminin geçen mayıs ayında Rusya’nın açık desteğiyle İdlib’deki radikal gruplara dönük sistematik bir askeri harekâta başlamasından bu yana Türkiye’nin bu bölgedeki askeri üsleri birçok saldırıya hedef olmuştu. Ancak önceki saldırılar topçu ateşi şeklinde gerçekleşmişti. Örneğin, 27 Haziran tarihindeki saldırıda İdlib’in güney kırsalında Zaviye’de bulunan (10) numaralı gözlem noktası Suriye ordusunun topçu ateşiyle vurulmuş, bu saldırıda bir asker şehit olurken, üç asker de yaralanmıştı.

Esad rejiminin bu hareketleri Türk-Rus ilişkilerini her seferinde bir stres testine sokuyordu. Çünkü her olaydan sonra Türkiye, Rusya’dan müttefiki Suriye’yi sahada dizginlemesini talep ediyor, ancak bu girişimler sahadaki davranışları değiştirmiyordu. İstediği takdirde rejimi kolaylıkla etkileyebilecek bir nüfuza sahip olan Moskova’nın bunu yapmak yerine Şam’ın elini serbest bıraktığı anlaşılıyordu. Bu durum Ankara’da -S-400’lerin yarattığı sıcak iklimin gölgesi altında- açıkça dışa vurulmayan bir güven sorununa kaynaklık ediyordu.

Bu sorunun bir benzeri dün sahada çok tehlikeli bir eşikte tekrarlanmış bulunuyor.

Türk askeri konvoyunun Rusya’ya önceden bilgi verildiği halde vurulmuş olması durumu her bakımdan ciddi kılıyor. Milli Savunma Bakanlığı’nın dünkü açıklamasının olayın sorumluluğunu Rusya’ya atfeden bir dille yazılmış olması dikkat çekicidir.

*

Yazının Devamını Oku

Türkiye ile Rusya arasında İdlib’de karışık bir durum

17 Ağustos 2019
Geçen 9 Haziran’da Hatay’ın Reyhanlı ilçesindeki Tevhid Camisi’nde, İdlib’deki bir çatışmada yaralanıp ölen Ceyş el İzze örgütü komutanlarından Suriyeli eski milli futbolcu Abdülbaset el Sarut’un cenaze namazı kılındı. El Sarut, bir gün önce İdlib’in kırsalındaki çatışmada ağır yaralanmış ve tedavi için getirildiği Reyhanlı’da hastanede hayatını kaybetmişti. Cenazesi İdlib’in kuzeyindeki El Dana yerleşiminde toprağa verildi.

Silahlı Suriye muhalefetinin popüler isimlerinden El Sarut’un Türkiye’deki bir hastanede ölmesi ve cenaze namazının Reyhanlı’da kılınmasının İdlib’de sürmekte olan savaşın seyrinde Türkiye’nin konumu açısından taşıdığı bir anlam var. El Sarut’un saflarında savaştığı Ceyş el İzze, Türkiye’nin desteklediği Özgür Suriye Ordusu bileşenlerinden biri. Dolayısıyla, bu tablo Türkiye’nin himayesindeki ÖSO gruplarının İdlib’te sahada rejim ordusu ile birebir çatıştıkları olgusuna kamuoyu nezdinde aleniyet kazandırıyordu.

Bir başka anlatımla, Reyhanlı’daki fotoğraf, buradaki savaşın yalnızca Rusya’nın desteğindeki rejim güçleriyle İdlib’in büyük bir bölümüne hâkim olan ve BM’nin terörist olarak kabul ettiği Heyet Tahrir üş Şam (HTŞ) arasında geçmediğini, pekâlâ Türkiye’nin desteklediği ÖSO’ya bağlı gruplarla rejim arasında da sıcak çatışmaların yaşandığını gösteriyordu.

*

İdlib’deki askeri güç dengesinde beliren bu yeni durum rejimin Rus hava kuvvetlerinin de aktif desteğini alarak 6 Mayıs’tan itibaren İdlib’de başlattığı büyük taarruzun ertesinde ortaya çıkmıştır.

Son günlerde güneydeki kazanımları istisna tutulursa, Esad ordusu geçen üç buçuk ay içinde İdlib’de stratejik dengeyi lehine çevirebilecek bariz bir üstünlük sağlayamamış, hatta ciddi kayıplar da vermiştir.

Suriye ordusu sahada beklemediği kuvvette bir dirençle karşılaşmıştır. Tam bu noktada Türkiye faktörünün de devreye girdiğini söylemek mümkündür. Washington’daki ‘Middle East Institute’ isimli tanınmış düşünce kuruluşunun web sitesinde 1 Temmuz tarihinde çıkan bir yazı bu sürecin dinamiklerinin altını çizmesi bakımından önemliydi.

Türkiye ve Rusya için İdlib’teki Şiddet Sarmalından Bir Çıkış Yolu” başlıklı yazı Ankara’da iktidara yakın çizgideki SETA Vakfı’nın uzmanlarından Ömer Özkızılcık tarafından kaleme alınmıştır. Özkızılcık’a göre, İdlib’de mayıs ayında başlayan Rusya’nın da rol oynadığı bu harekât karşısında Türkiye geri adım atmamış ve kendi çıkarlarına karşı hareket edilmesinin bir maliyeti olduğunu göstermiştir. Türkiye, muhalif gruplara tanksavar silahları ve Grad füzeleri sağlamış ve böylelikle bu grupların 38 kilometrekare bir alanı ele geçirmelerini de mümkün kılmıştır.

Yazıya göre, Türkiye’nin eğittiği Özgür Suriye Ordusu’na bağlı birçok gruba bağlı bin kadar savaşçı mayıs ayından itibaren Fırat Kalkanı ve Afrin’den gelerek İdlib’de sahaya girmiştir. Bu grupların bir bölümü 2019 başında HTŞ tarafından İdlib’in dışına çıkartılmıştı.

Yazının Devamını Oku

YPG ile Esad rejimi uzlaştırılabilir mi? Hangi yöntemle?

16 Ağustos 2019
Dünkü yazımda değindiğim ‘Uluslararası Kriz Grubu’nun (International Crisis Group/ICG) Suriye’nin kuzeydoğusundaki durumu konu alan son raporu Türkiye ile ABD arasında ‘güvenli bölge’ üzerinde varılan mutabakattan tam bir hafta önce 31 Temmuz tarihinde yayımlandı.

Rapor, ‘güvenli bölge’ gibi bugünün ivedi konularına dönük önlemleri tartışmanın yanı sıra ‘Fırat’ın doğusu’ meselesinin bütününe getirdiği uzun vadeli bakış çerçevesinde bir dizi öneri ortaya atıyor. Bunlar arasında Türkiye’nin PKK’dan kaynaklanan kaygılarına hak veren, bu kaygıların giderilmesi gereğini vurgulayan öneriler olduğu gibi, rapor Ankara’da memnuniyetsizlik yaratacak bazı unsurlar da içeriyor.

Bununla birlikte ICG’nin raporunun önemini şurada görüyorum. ICG, genelde dünyada büyüme eğilimi gösteren sıcak kriz noktalarına eğilen, çözüm önerileri sunan ve genelde tarafsızlığı ile temayüz eden bir uluslararası sivil toplum örgütü.

Bu kuruluşun raporu, ‘Fırat’ın doğusu’ndaki duruma taraf olan bütün aktörlerle yapılan ayrıntılı mülakatlar ve sahada gözlemlere dayandığı için meselenin farklı açılardan çok boyutlu bir röntgenini çekiyor. Ardından bu tespitler üzerinden ilgili bütün tarafların çıkarlarını gözetmeye çalışan bir orta yol formülünün parametrelerini ortaya koymaya çalışıyor.

TÜRKİYE’NİN GÜVENLİK KAYGILARI KARŞILANMALI

Raporu aktarırken öncelikle vurgulanması gereken bir nokta var. ICG, ABD’nin aracılık edeceği her türlü anlaşmanın Türkiye’nin iki temel kaygısını karşılaması ihtiyacını bir tür önkoşul olarak baştan kayda geçiriyor. Bunlardan birincisi, Türkiye’nin güney sınırında PKK bağlantılı bir devlet yapısının (statelet/devletçik) ortaya çıkmasının önlenmesidir. İkincisi, (PKK’nın Suriye’deki askeri uzantısı olan) YPG’nin Afrin’de Türk görevlilere karşı ya da PKK üzerinden Türkiye’de eylemlerinin engellenmesidir.

Türkiye’nin bu kaygıları giderilirken, YPG’ye de “Kaybetmesi kesin görünen bir savaştan koruma ve arzuladığı ancak sahip olmadığı türde bir uluslararası meşruiyet sağlama” güvencesinin verilmesi görüşünü işliyor ICG raporu.

Şimdi bu anlayış çerçevesinde atılması önerilen somut adımlara geçelim.

YPG, PKK ÜZERİNDEN KONTROLÜ BIRAKMALI

Yazının Devamını Oku

Fırat’ın doğusundaki ‘devletçik’in doğumundan kim sorumlu?

15 Ağustos 2019
Türkiye ile ABD arasında Suriye’de Fırat’ın doğusunda kurulması tasarlanan ‘güvenli bölge’nin coğrafi olarak nasıl bir şekil alacağını, nasıl işleyeceğini, nasıl bir içerik kazanacağını ayrıntılarıyla müzakereler sonuçlandığında öğrenebileceğiz.

Genel hatlarıyla Fırat’ın Suriye topraklarına girdiği Karkamış’tan itibaren doğuya doğru Irak’a kadar uzanan 430 kilometreye yakın sınır hattının -en azından önemli bir bölümüne- bitişik bir şekilde uzanan bir koridor tasarlanıyor. Bu koridorda Türkiye ile ABD’nin birlikte koordine edip denetleyecekleri bir düzen kurulacaktır. Haberlerde YPG’nin silahlı unsurlarını ve ağır silahlarını bu şeridin uzağına çekeceği belirtiliyor.

Bu düzenleme, uygulamada ABD’nin Türkiye ile PKK’nın Suriye’deki uzantıları olan YPG (askeri kanat) ve PYD (siyasi kanat) arasında bir anlamda tampon işlevi görmesi anlamına gelecektir. ABD’li askerler uygulamayı yürütmek üzere Şanlıurfa’da kurulacak ortak komuta merkezinde Türk subaylarıyla birlikte çalışacaklar, ancak sahadaki durumu konuşmak üzere muhtemelen ayrı bir kanal üzerinden YPG ile de temas edeceklerdir.

 ASIL SORU BÖLGENİN NİHAİ STATÜSÜ

Türkiye ile ABD’nin denetleyecekleri bu hat, kısaca ‘Fırat’ın doğusu’ diye adlandırdığımız, Suriye topraklarının yaklaşık üçte birini kaplayan büyük coğrafyanın yüzölçümü olarak çok küçük bir bölümünü oluşturuyor.

Türkiye’nin sınırla ilgili güvenlik kaygılarına ve beklentilerine en ideal çözümün bulunduğu bir senaryoda bile güvenli bölge dışında Fırat’ın doğusunda yayılan bu coğrafyanın Suriye’nin geleceğinde nasıl bir statüye oturacağı bugün için bir büyük sorudur.

REJİM FIRAT’IN DOĞUSUNA GEÇEMEYİNCE

‘Fırat’ın doğusu’ dediğimiz alanı bir üçgen gibi düşünelim. Bu üçgenin üst kenarını 430 kilometreye yaklaşan Türkiye sınırı oluşturuyor. Üçgenin kuzeydoğu noktasından güney istikametinde aşağı inen kenarı ise Irak sınırını çiziyor. Silopi’nin hemen güneyinden başlayan ve Fırat’ın Irak sınırına vardığı Al Qaim’e kadar inen bu kenarın uzunluğunu kaba bir hesapla 360 kilometre olarak tahmin edebiliriz.

Üçgenin Al Qaim’den başlayıp kuzeybatıya doğru Türkiye’ye kadar çıkan diğer kenarı Fırat Nehri boyunca uzanıyor. Girintili çıkıntılı bir güzergâh izlediği için uzunluğunu hesaplayabilmek zor ama çok kaba bir hesapla 500 kilometre gibi bir tahmin yapabiliriz. Karkamış ile Al Qaim arası düz bir çizgi halinde kuş uçuşu 380 kilometre tutuyor.

Yazının Devamını Oku