Sedat Ergin

YAŞ SONRASI TSK (3) - Atamalardaki yerleşik ölçüler kayboluyor

12 Eylül 2019
Kara Kuvvetleri Komutanlığı bünyesindeki kolordu komutanlıklarına yapılan görevlendirmelere baktığınızda, nasıl bir sistemin işlemekte olduğunu anlamak açısından biraz karışık bir durumla karşılaşabilirsiniz.

Şöyle anlatalım...

*

Gelibolu’daki İkinci Kolordu Komutanlığı’nın başında 15 Temmuz darbe girişimi karşısındaki tutumu nedeniyle kamuoyunun çok yakından tanıdığı bir isim olan Korgeneral Zekai Aksakallı var. Aksakallı, tümgeneral rütbesiyle Özel Kuvvetler Komutanı iken 2016 Yüksek Askeri Şûra (YAŞ) toplantısında korgeneralliğe terfi etti ve 2017 yılında Gelibolu’daki kolordu görevine gönderildi.

İstanbul’daki Üçüncü Kolordu Komutanlığı görevinde yine korgeneral rütbesinde olan Kemal Yeni var. Yeni, 2018 yılında bu rütbeye terfi etmiş ve hemen ardından İstanbul’daki görevine atanmıştı.

Ankara’daki Dördüncü Kolordu Komutanlığı’na gelirsek, başkentin resmi protokolünde de önemli bir yeri olan bu makamda bir tümgeneral görev yapıyor: Ahmet Kurumahmut... Kendisi tümgenerallik makamına geçen ağustos ayı başındaki YAŞ’ta terfi etmişti.

Gelelim Çorlu’daki Beşinci Kolordu Komutanlığı’na... Aslında Beşinci Kolordu’ya ilk başta Tümgeneral Kurumahmut atanmıştı. Ancak YAŞ’ta Dördüncü Kolordu Komutanlığı’na atanan Tümgeneral Erhan Uzun Adana’daki Mekanize Tümen Komutanlığı’na kaydırılınca, Ankara’daki bu pozisyon boşalmış ve buraya Kurumahmut gönderilmişti. Kurumahmut Ankara’ya gidince bu kez Beşinci Kolordu’da boşalan makama tuğgeneral rütbesindeki Tevfik Algan getirildi. Algan, bu rütbeye 2013 YAŞ’ında terfi etmiş kıdemli bir tuğgeneral.

*

Özellikle terörle mücadelede kritik bir konumda olan Yedinci Kolordu Komutanlığı’na gelirsek... Diyarbakır’daki bu göreve geçen geçen ağustos ayında Tümgeneral

Yazının Devamını Oku

YAŞ SONRASI TSK (2) - Generalliğe yükselmede yeni kriterler

11 Eylül 2019
Dünkü yazımız, başlığında vurgulandığı üzere ‘Türk Ordusu’nda Kurmaylık Sisteminin Ağırlığı Azalıyor’ tespitini içeriyordu. Yazı, geçen ayın başında Yüksek Askeri Şûra’da (YAŞ) alınan kararlardan yola çıkarak, özellikle Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nda yapılan tuğgeneral seçimlerinde tercihlerin kurmaylardan çok sınıf subayları üzerinde yoğunlaştığına işaret ediyordu.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin -geleneksel olarak- komuta kademesini kurmay subaylardan oluşturduğu, bütün sistemin buna göre tasarlanmış olduğu dikkate alındığında, bu sistemin dışına çıkan yeni bir yöneliş söz konusu.

Ancak bu yönelişi değerlendirirken, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi ve FETÖ faktörünün söz konusu gelişmeler üzerindeki etkisine de muhakkak değinmeliyiz.

*

TSK’nın 15 Temmuz kalkışmasında çok ağır bir sarsıntıya uğradığı, kurumsal yapının altüst olduğu ve bu sarsıntının bıraktığı izlerin, sorunların tümüyle aşılamadığı, bunun için daha uzun yıllar gerektiği bir sır değil.

Kara Kuvvetleri’nde darbe girişimine katılan çok sayıda FETÖ’cü general, subay çıktı. Bunlardan suçüstü yakalananlar, darbeye karıştığı tespit edilenler TSK’dan atıldı. Bu tasfiye yaşanırken sırf ‘görevlendirme listeleri’nde gıyaplarında adları geçtiği için haksız bir şekilde birçok general de KHK ile ihraç edildi. Bu durum ikinci bir tasfiyeye yol açtı. Bu grupta olanlar arasında yargıda aklanan, ayrıca halen istinaf, temyiz süreçlerini bekleyen birçok asker var.

15 Temmuz’da yapılan büyük tasfiye TSK’daki general ve kurmay subay havuzunu da etkiledi. FETÖ, özellikle TSK’nın komuta kademesine, general kadrolarına göz koyduğu için bu kademelere uzanan kurmay sistemine nüfuz etmeye stratejik bir öncelik vermişti. Darbe girişimini izleyen tensikat general ve kurmay subay kadrolarında ciddi bir açığın ortaya çıkmasına neden oldu. Bu açığın kapatılması ihtiyacı, bütün kuvvetlerde generalliğe terfilerde kurmay albayların yanı sıra, kurmaylık sisteminin dışındaki sınıf subaylarından da yararlanılmasının önünü açtı.

Bu uygulama 15 Temmuz koşullarında kaçınılmaz olarak kendisini dayattı. Buna karşılık, sınıf subaylarının general yapılması uygulamasının darbe girişiminden sonraki üç yıl içinde 15 Temmuz’dan bağımsız bir şekilde genel bir politikaya dönüştüğünü söylemek mümkün.

*

Yazının Devamını Oku

YAŞ SONRASI TSK (1) - Türk ordusunda kurmaylık sisteminin ağırlığı azalıyor

10 Eylül 2019
Geçen ağustos ayının ilk gününde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın başkanlığında yapılan Yüksek Askeri Şûra’nın (YAŞ) en dikkat çekici sonuçlarından biri Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nda tuğgeneralliğe terfi eden subaylar içinde kurmay olanların sayısının çok sınırlı olmasıydı.

Resmi Gazete’de 2 Ağustos 2019 tarihinde yayımlanan general terfi listesine göre, son YAŞ’ta Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nda toplam 23 albay tuğgenerallik rütbesine terfi etmiştir. Bu toplam içinde kurmay albay olanların sayısı yalnızca 2’dir. Bu kurmay subaylar listede birinci ve ikinci sıradan terfi etmiştir.

Tuğgeneralliğe terfi eden kalan 21 albayın tümü de geleneksel kurmay eğitim sisteminden geçmemiş olan sınıf subaylarıdır. Bunlar arasında piyade, piyade komando, tank, topçu, muhabere, istihkam ve istihbarat gibi muhtelif sınıflardan subaylar bulunuyor.

Peki diğer kuvvetlerde durum ne? Deniz Kuvvetleri’nde tablo biraz değişik. Bu kuvvette toplam 11 albay tuğamiralliğe terfi etmiş, bunların ilk 8’i kurmay albay rütbesinde.

Hava Kuvvetleri’ne baktığımızda, yalnızca 6 albayın tuğgeneral rütbesini aldığını ve bunlardan yalnızca 1’inin kurmay olduğunu görüyoruz.

*

YAŞ’ta karşımıza çıkan bu tablonun ne anlama geldiğini anlayabilmek için “Sistem geçmişte nasıldı” sorusuna yanıt aramamız gerekiyor. Geriye dönük bir şekilde sistemin işleyişine baktığımızda, özellikle 15 Temmuz 2016 darbe girişimi öncesindeki dönemde her üç kuvvette de generalliğe geçişte sistemin -belli istisnalar olmakla birlikte- ağırlıklı olarak kurmay subayların terfi etmesi üzerine kurulu olduğunu vurgulamalıyız.

Bu saptamayı rakamlarla ortaya koyabiliriz. Önce AK Parti iktidara gelmeden önce 2002 Ağustos ayında, Genelkurmay Başkanlığı’nda Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun görev yaptığı, Bülent Ecevit’in başbakanlığındaki koalisyon hükümeti dönemindeki son YAŞ kararlarına bakalım.

2002 YAŞ’ında Kara Kuvvetleri’nde 24 albay tuğgeneralliğe terfi ederken, bunlardan ilk 21’i kurmay sınıfından çıkmış. Buradaki ‘24’te 21’ oranı aslında AK Parti iktidara geldikten sonra da –bazı yıllarda istisnai değişikliklerle- aynen devam etmiş. Örneğin, bu oran 2003’te ‘24’te 20’, 2004’te ‘23’te 20’ olmuş. 2005’te ‘24’te 24’, 2006’da yine ‘24’te 21’, 2007’de ise ‘23’te 20’ olmuş. Daha sonra 2008, 2009, 2010, 2011 yılları hep ‘24’te 21’ seyretmiş. Balyoz gibi kumpas davalarının başlamasını izleyen yıllardaki tasfiyeler nedeniyle oranda küçük çapta oynamalar olsa da genel teamül korunmuş. Örnek vermek gerekirse, bu oran 2015 yılında ‘26’da 23’.

Yazının Devamını Oku

Türkiye’nin kısa nükleer tarihi

7 Eylül 2019
Soğuk Savaş yıllarında Türk Hava Kuvvetleri’ndeki pilotlar için prestijli görevlerden biri de ‘nükleer nöbet’ tutmaktı. 1960’lı yılların başlarından itibaren Türkiye’deki dört ana jet üssünde ABD nükleer başlıkları bulunduruluyordu. NATO çerçevesinde karar alınması halinde, Türk pilotların kullandıkları nükleer sertifikalı uçaklar, yüklenen başlıkları Varşova Paktı ülkelerinde belirlenmiş hedeflerine ‘bırakmakla’ görevlendirilmişti.

Bunlar sırasıyla Eskişehir, Balıkesir, Ankara Mürted (Akıncı) ve Malatya Erhaç ana jet üsleriydi. Her bir üste nükleer kabiliyetli birer filo (önce F-100’ler ve daha sonra F-104’ler) bu göreve tahsis edilmişti. Nükleer nöbet, genellikle her bir filodan dört pilotun muhtemel bir nükleer görev emri halinde hemen nükleer başlıklarla havalanacak şekilde -24 saat aralıksız- hazır beklemesini gerektiriyordu.

Nükleer nöbet sırasında, yan odada bir de ABD’li nöbetçi subay nöbet tutuyordu. Onun işlevi, nükleer görev emri çıktığında ABD Başkanı’ndan gelecek nükleer kodları bu başlıklara girmekti. Uçakların taşıyacağı bombaların aktive olabilmesi, yani nükleer yetenek kazanabilmesi ancak Beyaz Saray’dan bu kodların gelmesine bağlıydı.

Her üste küçük bir ABD birliği görev yapıyordu. Nükleer başlıkların saklandığı depolardan sorumluydular.

*

Bu milli üslere ek olarak ayrıca Adana’daki İncirlik Üssü’nde de nükleer başlıklar bulunuyordu. İncirlik’in statüsü biraz farklıydı. Milli üslerde nükleer misyonlar için doğrudan Türk pilotları görevlendirilirken, İncirlik Üssü’nde başlıkları taşıyacak olan ABD savaş uçaklarıydı.

Sonuçta bu kapasitesiyle Türkiye NATO’nun nükleer caydırıcılığında çok kilit bir işlev üslenmişti. NATO’nun Sovyetler Birliği ve diğer Varşova Paktı ülkelerine karşı uçaklar üzerinden devreye sokabileceği nükleer yeteneklerinde ittifakın güney kanadındaki en önemli merkezdi.

Neyse ki korkulan nükleer savaş hiçbir zaman çıkmadı. Balıkesir, Eskişehir, Erhaç ve Mürted’de yıllarca nükleer nöbet tutan Türk savaş pilotlarının hiçbir zaman bir nükleer görev emriyle havalanmaları gerekmedi. 1990’lı yılların başında Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte yapılan yeni tehdit değerlendirmelerinde Türkiye’deki milli üslerde atom başlığı bulundurulmasına ihtiyaç olmadığına karar verildi. Bunun sonucu dört milli üsteki nükleer başlıklar kademeli bir şekilde kaldırıldı, nükleer nöbetler de son buldu.

*

Yazının Devamını Oku

Yeni tartışmamız: Türkiye nükleer başlık sahibi olmalı mı?

6 Eylül 2019
CUMHURBAŞKANI Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’nin nükleer başlıklı füze sahibi olması arzusunu dile getirmesi ülkemizin yerleşmiş nükleer politikası bakımından çok önemli bir ‘ilk’tir.

Çünkü ilk kez Türkiye’den resmi düzeyde bu yönde bir niyet beyan edilmiş olmaktadır.

Meselenin önemini gösterebilmek için Cumhurbaşkanı’nın önceki gün Sivas’ta ‘Orta Anadolu Ekonomi Forumu’na seslenirken bu konuda sarf ettiği sözleri aynen aktaralım:

“Şimdi her şey iyi güzel de birilerinin elinde nükleer başlıklı füze var, bir tane iki tane değil... Ama benim elimde nükleer başlıklı füze olmasın! Ben bunu kabul etmiyorum. Şu anda dünyada gelişmiş ülkeler içinde neredeyse nükleer başlıklı füzesi olmayan ülke yok, hepsinde var. Hatta isim vermeyeceğim, bir tanesi şu anda cumhurbaşkanı değil, ziyarete gittiğimde bana, Bize böyle böyle diyorlar benim elimde şu anda 7 bin 500 kadar nükleer başlıklı var ama Rusya’nın, Amerika’nın elinde 12 bin 500, 15 bin nükleer başlıklı füze var, ben de yapacağım’ dedi. Hale bakın, onlar nerede, neyin yarışını yapıyor, bize de ‘Sakın ha sen yapma’ diyorlar. Ve yanı başımızda İsrail... Var mı? Var...  Ve bütün her şeyiyle, onunla korkutuyor. Değerli kardeşlerim, biz şu anda çalışmamızı yürütüyoruz...”

***

Neresinden bakılırsa bakılsın, Türkiye’nin en üst makamından bu yönde yapılan bir çıkışın hem bölgesel, hem de daha geniş ölçekte uluslararası alanda bir dalgalanma yaratmaması düşünülemez. Türkiye’nin kendi nükleer silah yeteneğine sahip olmasının, bütün bölgesel güç dengesi açısından ‘oyun değiştiren’ ölçekte sonuçlar doğurması kaçınılmazdır. Bu açıklamanın ardından birçok merkezde ‘kaşların kalkmış’ olduğunu tahmin etmek güç değildir.

Bu sözlerin fiiliyata geçmesi halinde, çok majör bir politika değişikliği ortaya çıkacaktır. Bunun başlıca nedeni, Türkiye’nin 1968 tarihli Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’na (NPT) 1979 yılından beri taraf olmasıdır.

Nükleer silahların yayılmasını önleme alanında kaydedilen en önemli uluslararası kazanım olan bu antlaşma, özetle A) Nükleer silah sahibi ülkeleri bu silahları devretmeme, başka ülkelere bu alanda yardımcı olmama, B) Nükleer silah sahibi olmayan ülkeleri ise bu tür arayışlardan uzak durma yükümlülüğü altına sokuyor.

Türkiye, bu antlaşmayla bir dizi yükümlülüğün altına girmiştir. Ancak en önemlisi herhalde belgenin ilişikteki ikinci maddesidir:

Yazının Devamını Oku

Fırat Kalkanı bölgesi İdlib’in kuzeyine doğru genişleyebilir mi?

5 Eylül 2019
TÜRKİYE ile Rusya arasında bir yıl kadar önce imzalanan Soçi Mutabakatı’nın bir numaralı maddesi, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin İdlib’deki gözlem noktalarının -tahkim edilerek- faaliyetlerini sürdürmelerini öngörüyordu.

Bu gözlem noktalarının temel görevi ‘İdlib gerilimi düşürme bölgesi’ sınırlarının dışında kalan Suriye ordusu ile bu sınırların iç kesiminde saha hâkimiyetini sağlamış olan silahlı muhalif gruplar arasında çatışmasızlığı, ateşkes düzenini gözetmeleriydi.

Gelgelelim sınır çizgisinin hemen iç çeperinde konumlanan bu gözlem noktalarından bölgenin en güney ucunda Morik’te kurulmuş olan (9) numaralı üs iki haftadır artık Esad ordusunun kontrol ettiği toprakların üzerindedir. Yaklaşık 10 kilometre kadar rejim bölgesinin içinde kalmıştır ve çevresinde Suriye ordusu bulunmaktadır.

Gözlem noktasındaki Türk askerleriyle Suriye ordusu arasında bir gerginliğin, bir sıkıntının yaşanmaması için Rus askeri polisi yakın çevrede üslenmiştir.

*

Gelgelelim İdlib’de ortaya çıkan yeni statükonun kalıcı olacağını düşünmek yanıltıcı olur. Siyasi bir çözüm bulunamadığı ya da Soçi Mutabakatı canlandırılamadığı takdirde, Esad rejimi muhtemeldir ki, bir süre sonra İdlib’in kuzeyine doğru ilerlemek isteyecektir.

Bu çerçevede rejimin ve destekçisi Rusya’nın bundan sonrasına dönük stratejilerinde öncelikle İdlib’in iki ana arteri M-4 ve M-5 karayolları üzerinde hâkimiyet sağlamayı hedefleyeceklerini tahmin etmek güç değildir. Han Şeyhun’un iki hafta önce ele geçirilmesi bu stratejinin ilk adımıydı. İdlib’le ilgili önümüzdeki dönemde yapılacak pazarlıkların ve sahada yürütülecek mücadelenin en kritik konusu İdlib’de silahlı muhalefetin kontrolünde bulunan bu iki yolun açılması meselesi olacaktır.

*

Yazının Devamını Oku

BM Genel Sekreteri’ne göre İdlib’de bir insani felaket yaşanıyor

4 Eylül 2019
HÜRRİYET’in bugünkü “Savaşın En Büyük Göçü” manşeti, Uluslararası Mülteci Hakları Örgütü’nün (Refugees International) son raporuna dayanarak İdlib’de yaşanmakta olan insani felaketi bütün çarpıcılığıyla gözler önüne seriyor.

Bugünkü yazımda ben de BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’in Güvenlik Konseyi’ne sunduğu 21 Ağustos tarihli son raporundan yola çıkarak, bu tabloyu BM’nin merceğinden değerlendirmeye çalışacağım. Bunu yaparken aynı zamanda BM’nin İnsani Yardım Koordinasyon Ofisi’nin (OCHA) 29 Ağustos tarihli geçen haftaki en son raporundan da yararlanacağım.

 

BM Genel Sekreteri, Güvenlik Konseyi’nin Suriye’ye ilişkin bir dizi kararı çerçevesinde her iki ayda bir konseye bu ülkedeki gelişmelerle ilgili bir rapor sunmak durumunda. Guterres’in son raporu geçen haziran-temmuz ayları olmak üzere iki aylık dönemi kapsıyor. Bununla birlikte Guterres, dökümlerin önemli bir bölümünü Esad rejiminin nisan sonundan itibaren başlattığı saldırıları esas alarak üç aylık bir toplam üzerinden aktarıyor.

***

Guterres, raporunda öncelikle çatışmaların artmasının insani açıdan “felaket ölçeğinde sonuçlara” yol açtığını belirtiyor. Birinci saptaması, nisan sonundan itibaren İdlib gerilimi düşürme bölgesinde yoğunlaşan çatışmalarda ölen sivillerin sayısının 500’ü geçtiğini belirtmesidir. OCHA’nın daha güncel olan raporu ise toplamın 550’ye ulaştığını ve bu toplam içinde 450’sinin kadın ve çocuklar olduğunu belirtiyor.

 

Genel sekreter, ayrıca çatışmalar nedeniyle yerlerini terk etmek zorunda kalan sivillerin sayısının temmuz sonu itibarıyla 500 binin üstünde olduğunu kaydediyor. Buna karşılık, OCHA’nın geçen perşembe günü açıklanan raporu Suriye’nin kuzeybatısında ‘iç göç’ çerçevesinde yerinden olan sivillerin sayısının 600 bini aştığını belirtiyor. Burada dikkat çeken nokta, bu insanlar arasında beş kez, hatta 10 kez yer değiştirmek durumunda kalanların da bulunmasıdır.

 

Yazının Devamını Oku

Rusya’nın samimiyetinin sınanması gerekiyor

3 Eylül 2019
TÜRKİYE-Rusya ilişkileri bundan bir hafta öncesinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “ulusal güvenlik” meseleleri nedeniyle bizzat Rusya’ya giderek Vladimir Putin ile yüz yüze görüşmesini gerektirecek kadar kritik bir eşikte seyrediyordu.

İlişkilerdeki durumun ciddiyeti bir yönüyle İdlib’de sahadaki askeri gelişmelerden kaynaklanıyordu. Rusya, hava kuvvetleriyle Suriye ordusunun güney cephesinde karada yürüttüğü askeri harekâta kuvvetli bir destek vererek kuzeye, Türkiye’ye doğru bir göç dalgasını tetiklerken, Esad rejiminin sahada alan kazanmasıyla İdlib’deki statükoyu Türkiye’nin beklentileri hilafına değiştirmekteydi.

Aslında daha da ciddi olan gelişme, TSK’nın İdlib’in en güney ucunda Morik’te bulunan (9) numaralı gözlem noktasının ikmal yolunu açık tutmak üzere giden bir Türk askeri konvoyunun 19 Ağustos tarihinde havadan saldırıya uğramasıydı.

Milli Savunma Bakanlığı, sorumluluğu doğrudan Rusya’ya atfeden bir açıklama yaparak, bu saldırıyı “kınadığını” duyurdu. Kınamanın öncelikle gittiği adres Moskova’dan başka bir başkent değildi. Dahası, Türk konvoyunu hedef alan saldırıyı bizzat bir Rus savaş uçağının gerçekleştirdiği yolundaki tekzip edilmeyen haberler durumun vahametini bütün çıplaklığıyla gösterdi.

Bütün bu gelişmelerin Ankara ile Moskova arasında yarattığı gerilim Erdoğan’ın 23 Ağustos’ta bizzat Putin’le telefonda görüşüp İdlib’deki ateşkes ihlalleri ve “büyük insani kriz”in “Türkiye’nin milli güvenliği bakımından çok ciddi bir tehdide dönüştüğünübelirtmesiyle en üst noktasına çıktı. Bu telefon konuşması Putin’in davetiyle iki lider arasında yüz yüze diplomasiye kapıyı araladı.

*

İlişkilerin bu kadar yoğun bir basıncın altına girmesinin ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçen hafta gerçekleşen Rusya gezisi, ziyaretin öncesinde ortalığı kaplayan gergin havadan -şaşırtıcı bir şekilde- uzaklaşan bir iklimde gerçekleşti.

Bu gezi öncelikle Rusya’nın Havacılık ve Uzay Fuarı’nın bir NATO ülkesi liderinin ziyaretine sahne olması, Rusya’nın yeni nesil savaş uçaklarının tanıtımı ve halkla ilişkiler boyutunda uzay istasyonundaki kozmonotlarla diyalog ve ‘dondurma diplomasisi’ tanımlamasıyla literatüre geçen görüntülerle ön plana çıktı.

Buluşmanın dikkat çeken bir sonucu, Putin’in İdlib’deki terör yuvalarının “

Yazının Devamını Oku