Sedat Ergin

Erdoğan’ın BM’de adalet çağrısından Türkiye’de adaletin durumuna

5 Ekim 2019
‘Adalet’ ve ‘hakkaniyet’ kavramları Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 24 Eylül tarihinde New York’taki Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na hitaben yaptığı konuşmada en kuvvetli şekilde vurguladığı temalardı. Küresel sistemin yapısı ve işleyişine ilişkin eleştirilerini ve ayrıca önemli uluslararası sorunların çözümüne dönük bakışını her seferinde bu kavramlar üzerinden ortaya koydu.

İlginçtir ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçen salı günü yeni yasama yılının başlaması dolayısıyla TBMM Genel Kurulu’na açarken yaptığı konuşmada bir ara sözü BM’ye hitabına getirerek şöyle dedi:

Birleşmiş Milletler sistemi başta olmak üzere her alanda adaleti savunurken, kendi ülkemizde bu konuda geride kalmayı kabul edemeyiz.”

Cumhurbaşkanı, konuşmasının bir başka bölümünde “Kendimiz ve tüm insanlık için adalet peşinde koşarken, bunun çerçevesini oluşturan kanunlarımızı da sürekli geliştirmek zorundayız” diye konuştu.

Bu ifadeleri yargı reformunun TBMM’den mümkün olan en geniş uzlaşı ile geçirilmesi yolundaki çağrısıyla tamamlandı.

*

Cumhurbaşkanı’nın bu sözlerini nasıl değerlendirmeliyiz?

Erdoğan, belli ki, uluslararası forumlarda yaptığı kuvvetli adalet çağrıları ile Türkiye’nin kendi adalet sicili arasındaki makasın açık olmasının, verdiği mesajların inandırıcılığına gölge düşürebileceğinden çekiniyor.

En azından, kendi tutarlılığı açısından dışarıya dönük çağrıları ile içeride adalet alanındaki  durumun örtüşmesi, arada bir çelişki olmaması gerektiğini kabul etmiş oluyor.

Yazının Devamını Oku

Suriyeli mültecilerin dönüşü ana öncelik haline geliyor

4 Ekim 2019
Cumhurbaşkanlarının TBMM’nin yeni yasama yılının açılışı dolayısıyla her yıl 1 Ekim tarihinde genel kurula hitaben yaptıkları konuşmalar, o tarih itibarıyla ülkenin içte ve dışarıdaki durumuna bakışlarını okumak, önceliklerini görmek, topluma vaatlerini kayda almak açısından referans alınacak temel metinlerdir.

Cumhurbaşkanlarının TBMM’nin yeni yasama yılının açılışı dolayısıyla her yıl 1 Ekim tarihinde genel kurula hitaben yaptıkları konuşmalar, o tarih itibarıyla ülkenin içte ve dışarıdaki durumuna bakışlarını okumak, önceliklerini görmek, topluma vaatlerini kayda almak açısından referans alınacak temel metinlerdir.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın geçen salı günü TBMM’ye seslenişini bir yıl önceki 1 Ekim 2018 tarihli konuşmasıyla karşılaştırdığımda iki yöneliş dikkatimi çekti. Birincisi, Suriye faktörü... Erdoğan’ın geçen salı günü konuşmasına büyük ölçüde Suriye meselesinin damgasını vurduğunu söylemek hata olmaz.

Türkiye’nin aynı medeniyet ve tarih dairesinde birlikte olduğu dost ve kardeşlerinin meseleleriyle ilgilenmesi gibi genel ilke ve hedeflere dönük kısa bir bölüm ile S-400’ler ve yine Suriye bağlamında ABD’ye isim vermeden yöneltilen eleştiriler hariç tutulursa, Erdoğan’ın dış politika alanında spesifik olarak odaklandığı başlıca konu Suriye oldu. Erdoğan, konuşmasının bütününün neredeyse dörtte birini olduğu gibi Suriye sorununa, bu sorunun muhtelif yönlerine ayırdı. Oysa geçen yıl birçok ülkeyle ilişkilere tek tek değinip, kısaca da olsa her biri için bakışını kayda geçirmişti. 

Özetle, Erdoğan’ın zihin evreninde bugünlerde bütün yollar Suriye’ye çıkıyor.

*

2018 ve 2019 metinlerinin Suriye bölümleri kıyasladığında önemli bir fark var. Geçen yıl “Hayatlarını kurtarmak için yaşadıkları yerlerden kaçmak zorunda kalan milyonlarca Suriyeliye kapılarımızı ve gönlümüzü açtık” diyor Cumhurbaşkanı ve “Suriye’de güvenli hale getirdiğimiz bölgeleri genişlettikçe ve huzuru sürekli hale getirdikçe ülkemizdeki misafirlerimizin kendi topraklarına dönüşlerinin hızlanacağına inanıyorum” diye ekliyor.

Dönüş meselesine yalnızca bu şekilde, çok ivedilik taşımayan bir tonda değiniyor.

Şimdi de salı günkü konuşmasına bakalım.

Yazının Devamını Oku

En zor soru: Çözüm olursa İdlib’deki teröristler nereye gidecek?

3 Ekim 2019
Dünkü yazımız, Hatay’ın yanı başındaki İdlib’de -yabancı savaşçılar da dahil- ‘terörist’ kategorisindeki grupların varlığı nedeniyle Türkiye’nin küçük ölçekte bir Afganistan realitesi ile sınırdaş hale geldiğini anlatıyordu. Bugün bu realitenin röntgenini daha detaylı bir şekilde çekmeye çalışalım.

Önce sayıyla başlayalım. İdlib’de kümelenmiş olan El Kaide türevi terörist grupların sayısı konu olduğunda herkesin ayrı bir tahmini var.

Örneğin Rusya’ya bakarsanız, bugün İdlib’deki terörist sayısı 50 bin dolayındadır. Rusya Dışişleri Bakanlığı’nın sözcüsü Mariya Zaharova, 13 Eylül tarihindeki açıklamasında bu sayıyı telaffuz ederek, bunların çok iyi silahlanmış tecrübeli teröristler olduğunusöylemişti.

Buna karşılık, dünkü yazımızda yer verdiğimiz, BM Güvenlik Konseyi’ne sunulan El Kaide ve DEAŞ’a ilişkin 15 Temmuz 2019 tarihli raporda bunun çok altında bir rakam yer almıştı. BM raporundaki değerlendirmede El Kaide’nin Suriye’de kurduğu El Nusra’nın içinden yeni bir kimlikle çıkan Heyet Tahrir eş Şam’ın (HTŞ) militan sayısı 12 bin-15 bin aralığı, halen El Kaide’den talimat almaya devam eden Huraseddin’in (Huras el Din) askeri gücü ise 1.500-2 bin aralığında gösterilmişti.

Geçen hafta sonuna kadar ABD Genelkurmay Başkanlığı görevini yürüten Orgeneral Joseph Dunford ise geçen yıl yaptığı bir açıklamada, ‘İdlib’deki militanlar’ın sayısını ‘20-30 bin’ arasında vermişti.

*

Akademik dünyada bu konuda Türkiye’nin en önemli uzmanlarından biri kabul edilen Doç. Serhat Erkmen’in değerlendirmesine başvurursak, HTŞ’nin silahlı kadrolarının sayısı için 18-20 bini makul bir aralık olarak görmek gerekiyor. Doç. Erkmen, Huraseddin için sayıyı, bu örgütle birlikte hareket eden bazı küçük grupları da eklediğinde 3 bin 500-4 bin aralığında tahmin ediyor.

El Kaide türevi bu grupların toplamı alındığında en çok 24 bin gibi bir eşiğe geliniyor. Aslında bu sayı, BM Güvenlik Konseyi’nin yayımladığı raporda HTŞ için öngörülen 12-15 bin ve Huraseddin için 1.500-2 bin tahmininin biraz üstünde görünüyor.

Doç.

Yazının Devamını Oku

Sınırımızda bir küçük Afganistan mı?

2 Ekim 2019
Bundan bir ay önce 31 Ağustos günü Hatay’ın yanı başındaki İdlib’de herkesi şaşkınlığa sokan bir hadise yaşandı. İdlib, Rusya-Suriye ittifakı ile cihatçı gruplar arasında bir çatışma bölgesi olarak görülürken, hiç hesapta olmayan bir şekilde birden ABD sahneye çıktı ve El Kaide’nin buradaki merkezlerinden birini havadan vurdu.

ABD’nin bu hava saldırısında El Kaide’nin Suriye’deki temsilcisi olan Huras el Din başta olmak üzere bazı cihatçı gruplardan 40 militanın öldüğü bildirildi. Suriye İnsan Hakları Gözlemevi, daha sonraki bir raporunda ölü sayısının 51’e yükseldiğini, bunlardan 24’ünün lider kadrolarından olduğunu kaydetti.

ABD’nin hava saldırısı, Huras el Din’in İdlib şehir merkezinin yedi kilometre kadar kuzeydoğusunda Kfarya yerleşimindeki bir eğitim merkezi ile harekât karargâhını hedef aldı. Saldırının ardından sosyal medyaya düşen bazı görüntülerde dümdüz olmuş bazı binaların enkazını görmek mümkün.

*

Aradan bir ay geçmesine karşılık bu saldırı üzerindeki sır perdesi hâlâ aydınlanmış değil. Örneğin, ABD’nin bu saldırıyı bölgedeki bir ülkeden ya da uçak gemisinden havalandırdığı uçaklarla mı yoksa denizaltı ya da gemilerden fırlattığı seyir füzeleri ile mi gerçekleştirdiği bilinmiyor.

ABD’nin Ortadoğu’dan da sorumlu olan Merkez Komutanlığı (Central Command), saldırıdan sonra bir açıklama yaparak, İdlib’in kuzeyindeki bir tesiste Suriye’deki El Kaide örgütünün liderliğini hedef alan bir hava saldırısının gerçekleştirildiğini duyurdu. Tesisin ortadan kaldırıldığı belirtilen metinde, operasyonla ilgili hiçbir ayrıntı verilmedi.

Açıklamada “Kuzeybatı Suriye’nin, El Kaide/Suriye liderleri için bütün bölge ve Batı’ya dönük terör faaliyetlerini aktif bir şekilde koordine edebildikleri güvenli bir barınma yeri olmaya devam ettiği” tespitinin yapılması dikkat çekiciydi.

*

İlginç bir nokta, bu saldırı nedeniyle Rusya Savunma Bakanlığı’nın ABD’yi aralarındaki mutabakatları ihlal etmekle suçlayıp, aynı zamanda İdlib’deki ateşkesi tehlikeye attığını söylemesiydi. Açıklamaya göre, Amerikalılar operasyonla ilgili olarak ne Rusya ne de Türkiye’yi önceden uyarmıştı.

Yazının Devamını Oku

Suriye politikasında muhasebe yapma gereği

1 Ekim 2019
Geçen cumartesi gününü İstanbul’da CHP’nin düzenlediği Uluslararası Suriye Konferansı’nda geçirdim. Konferans Suriye’deki gelişmeleri yakından izlemeye çalışan bir gazeteci olarak benim için zengin bir bilgi laboratuvarı oldu.

Suriye’deki krizin tarihçesi, bugün uluslararası politikada geldiği karmaşık durum, Türkiye ve bölgeye dönük yarattığı riskler ve bu arada mültecilerle ilgili sorunlar üzerinde ilginç sunumlara, tartışmalara tanıklık ettim.

En çok etkilendiğim sunumlardan birini Türkiye’deki Suriyeli çocuk işçilerin emek pazarındaki durumu üzerinde Evrensel gazetesinden meslektaşımız Ercüment Akdeniz’in yaptığını özellikle belirtmeliyim.

Suriye üzerine stratejik hesaplar, diplomatik hamleler, sahadaki askeri çatışmaların dinamikleri üzerine bir dizi konuşmayı izledikten sonra sahnedeki yansıda krizin insani yönünü gösteren çarpıcı bir tabloyla karşılaştık. Bu sarsıcı fotoğrafta, İstanbul’da ayakkabı atölyelerinde karın tokluğuna çalışmak zorunda kalan Suriyeli küçük çocukların bütün gün makasla deri kestikleri için parmaklarında meydana gelen deformasyonu görüyorduk. Suriye krizi en çok çocukları vuruyor.

*

Davet sahibi olduğu için konferansta CHP’nin tuğrasının kuvvetli bir şekilde hissedilmesi kaçınılmazdı. Bu arada eski Dışişleri Bakanı ve TBMM Başkanı Hikmet Çetin’in ‘akil adam’ kimliğiyle Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politika gelenekleri üzerinden Suriye krizi ve izlenen politikalar üzerine yaptığı değerlendirme gerçekten dinlemeye değerdi.

CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun konuşmasında “Suriye’nin barışı ile Türkiye’nin huzurunun iç içe geçmiş olduğu” yolundaki sözleri herkesin üzerinde birleşeceği bir doğruyu ortaya koydu. Barış temasının ön planda olduğu bu konuşmasında Kılıçdaroğlu,Ankara ile Şam arasındaki yolun barışa giden en kestirme yol olduğunu” belirterek, Suriye’deki meşru hükümetle diyaloğun kurulması beklentisini kayda geçirdi.

Bu arada, gerek İdlib gerek Fırat’ın doğusundaki sorunların çözümü için Türkiye’nin bir an önce Esad rejimi ile ilişkilerini normalleştirmesi gerektiği tezinin konferansta çok geniş bir destek bulduğunu vurgulamalıyız.

Kuşkusuz, Suriye krizinde girilen kritik kavşakta BM’nin ülkenin meşru temsilcisi olarak tanıdığı

Yazının Devamını Oku

Terör propagandası ile ifade özgürlüğü arasındaki sınır nereden geçer?

28 Eylül 2019
Dünkü yazımız Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) ‘hak ihlali’ kararı sonrasında, birinci derece mahkemelerin 2016 başında güneydoğudaki olaylarla ilgili “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalayan akademisyenler hakkında “terör örgütü propagandası” iddiasıyla açılan davalarda vermekte oldukları beraat kararlarını konu alıyordu.

AYM’nin bu kararı, ‘terör propagandası’ suçlamaları karşısında Türkiye’de ifade özgürlüğünün sınırlarını özgürlükçü bir anlayışla kuvvetli bir şekilde tanımlamış olması bakımından büyük önem taşıyor.

*

Yüksek mahkeme, aslında bu yöndeki içtihadını 9 Mayıs 2019 tarihli ‘Ayşe Çelik Kararı’yla önemli ölçüde ortaya koymuştu. Hatırlayalım, Beyazıt Öztürk’ün ünlü ‘Beyaz Show’ programına 8 Ocak 2016 akşamı Diyarbakır’dan canlı yayında bağlanan öğretmen Ayşe Çelik, Türkiye’nin doğusunda, güneydoğusunda meydana gelen çatışmaları gündeme getirerek, bu olaylara sessiz kalınmamasını istemiş İnsanlar ölmesin, çocuklar ölmesin, anneler ağlamasındiye konuşmuştu.

Ayşe Çelik, bunun üzerine ‘terör örgütünün propagandasını’ yaptığı iddiasıyla yargılanmış, 1 yıl 3 aya hapse mahkûm olup cezaevine girmişti. AYM İkinci Dairesi, 9 Mayıs 2019 tarihinde aldığı kararında Ayşe Çelik’in mahkûmiyetinde ‘hak ihlali’ bulmuştu.

Bu bir daire kararıydı ve bu bölümdeki beş üyenin oybirliğine dayanıyordu. Buna karşılık, ‘barış akademisyenleri’ ile ilgili kararında, AYM’nin toplam 16 üyesinin katılımıyla aldığı bir genel kurul kararı söz konusudur. Oylama sonucu 8/8 olsa da, ‘İhlal var’ diyen Başkan Prof. Zühtü Arslan’ın oyu eşitlik halinde çift sayıldığı için karar ihlal yönünde çıkmıştır.

Son tahlilde AYM, ‘Ayşe Çelik Kararı’nda ortaya koyduğu içtihadı bu kez bir genel kurul kararına dönüştürerek daha kuvvetli bir çerçeveye yerleştirmiş olmaktadır.

*

Kararın dikkat çekici bir tarafı, AYM’nin akademisyenler bildirisine katılmadığını eleştirel ifadeler kullanarak kayda geçirmesidir. “

Yazının Devamını Oku

‘Barış akademisyenleri’ne beraat süreci hızla ilerliyor

27 Eylül 2019
TÜRKİYE’de yargı alanında son yılların tartışmasız en önemli gelişmelerinden biri, geçen temmuz ayı sonunda Anayasa Mahkemesi’den (AYM) ‘barış akademisyenleri’ hakkında çıkan “Zübeyde Füsun Üstel ve diğerleri başvurusu” kararıdır.

AYM’nin bu kararı, 2016 başında Türkiye’nin doğusu ve güneydoğusunda terörle mücadele operasyonları sırasında sokağa çıkma yasakları ve çatışmaların durdurulması için devlet güçlerine eleştirel bir dille çağrıda bulunan akademisyenlerin durumunu konu alıyor. AYM, bu yöndeki bildiriyi imza atanların mahkûm edilmesinde ‘hak ihlali’ görmüştür.

Bildiri 11 Ocak 2016 tarihinde ilk açıklandığında 1.128 akademisyenin imzasını taşırken, bu sayı daha sonra katılanlarla birlikte aynı ayın sonunda 2 bin 212’ye ulaşmıştı.

*

İlginç olan, AYM üyelerinin bu kararda 8 lehte, 8 aleyhte olmak üzere ikiye bölünmesi, ancak eşitlik halinde başkanın oyu iki oy sayıldığından, başkan Prof. Zühtü Arslan’ın ‘hak ihlali’ yönündeki oyunun dengeyi ihlale çevirmiş olmasıdır.

AYM kararının önemi, bildirinin içeriğinin “tek yanlı” ve “Toplumun büyük çoğunluğu bakımından kabul edilemez” bulunmasına, ifade edilen görüşlerin “paylaşılmadığı”nın vurgulanmasına karşılık, yine de imzacıları cezalandırmanın Anayasa’da güvence altına alınmış olan ifade özgürlüğünün ihlalini oluşturduğu hükmüne varılmasıdır.

*

AYM kararı iktidar ve iktidarı destekleyen çevrelerde eleştirilere yol açmıştır. En sert eleştirilerden biri “Hainlerle ilgili hak ihlali kararı verenler maşeri vicdanda vebal altındadır” diyen MHP Lideri Devlet Bahçeli’den gelmiştir. Bahçeli, “mahkemelerin AYM kararına riayet etmemesinin adaletin ruhuyla çelişmeyeceğini” belirterek, mahkemelerin karara uymamaları beklentisini de açıklamıştı. (8 Ağustos)

Ve eylül ayı başında yeni adli yılın açılmasıyla birlikte, bütün gözler barış imzacılarıyla ilgili yüzlerce davaya bakmakta olan mahkemelerin AYM kararının ardından nasıl bir uygulamaya yönelecekleri sorusuna çevrilmişti.

Yazının Devamını Oku

Cumhuriyet davası bize Türk yargısı hakkında ne söylüyor?

26 Eylül 2019
CUMHURİYET gazetesi davası Türkiye’de bugün yargının içinde bulunduğu durumu değerlendirebilmek, yargının muhtelif kademelerinin işleyişinin bir röntgenini çekebilmek bakımından örnek bir vaka olarak karşımıza çıkıyor.

Bu vakada bir soruşturmanın açılması ve iddianamenin hazırlanması, ardından birinci derece mahkemedeki yargılama ve bunu izleyen bölge adliye mahkemesindeki istinaf aşamasına kadar bir dosyanın ele alınışında geçerli olan ölçüleri kademe kademe analiz edebilmek mümkündür.

Ve bütün bu süreçlerin vardığı son durak olan Yargıtay’da dosyanın akıbeti açısından oldukça ağır bir sonuç söz konusudur. Çünkü Yargıtay, bütün bu aşamalarda delil değerlendirmesinde “yanılgıya düşüldüğüne” hükmetmiştir.

*

Soruşturmanın başlangıcından yola çıkalım. 2016 yılında başlatılan soruşturma, çıkış noktası olarak Cumhuriyet gazetesinde 2013 yılındaki yönetim değişikliğiyle birlikte gazetenin yayın politikasının değiştiği ve bu yayın organının terör örgütlerine, bu çerçevede FETÖ’ye de yardım eden bir çizgiye kaydığı iddiası üzerine kuruluydu.

Galiba bu davanın temel sorunu daha ilk günden itibaren ciddi bir inandırıcılık sorunuyla malul olmasıydı. Ortaya atılan iddialar birçok durumda mantığa, hayatın akışına ters düşüyordu; FETÖ’ye karşıtlıklarıyla bilinen bazı gazetecilerin bu örgütü desteklemekle suçlanması gibi... Yaşamı boyunca sağduyunun sesi olmuş, mutedil çizgisinden hiçbir zaman ayrılmamış Orhan Erinç gibi duayen bir gazetecinin terör örgütlerini desteklemekle suçlanıp sanık haline getirilebilmesinde ters giden bir şey vardı. Gazetenin muhasebe servisinin elemanları bile terör örgütünü desteklemekle suçlanıyordu.

Davanın daha baştan sakatlandığı önemli bir nokta, soruşturmayı yürüten savcı Murat İnam’ın bizzat kendisinin FETÖ’dan sanık olarak soruşturulduğunun ortaya çıkmasıydı. Yani FETÖ şüphelisi olan bir savcı, Cumhuriyet mensuplarını FETÖ’ye yardımcı olmakla suçluyordu. Dönemin Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın da bu duruma tepki göstermesinden sonra iddianame sonuçlandığında, altında İnam’ın değil, soruşturmaya son aşamada dahil olan savcıların isimleri vardı. Ancak bu durum, soruşturmanın ve bunun sonucu şekillenen, 326 sayfa tutan iddianamenin büyük ölçüde İnam’ın eseri olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

*

Yargılamanın 24 Temmuz 2017 tarihinde İstanbul 27. Ağır Ceza Mahkemesi’nde başlamasının bir sonucu, peyderpey tutuklu 12 Cumhuriyet’çinin tahliyesini beraberinde getirmiş olmasıdır. Gelgelelim, delillerin problemli durumu yargılamada ortaya konmuş olsa da, mahkeme heyeti 25 Nisan 2018 tarihindeki kararında savcılık makamı tarafından ileri sürülen iddialara büyük ölçüde itibar edip 18 sanıktan 15’ini değişen sürelerle hapis cezasına çarptırmıştır. Verilen cezalardaki oybirliği yalnızca bir sanığın durumunda oy çokluğuna dönüşmüştür. Özetle, üç kişilik mahkeme heyetinde önemli ölçüde bir mutabakat söz konusudur.

Yazının Devamını Oku