Türkiye’nin iç göç dalgasıyla gelmekte olan insanlar için briket evlerden oluşan geçici barınma merkezleri tasarlamaya başlamış olması, yüz binlerce Suriyelinin gözle görülebilir bir gelecekte Hatay sınırlarına bitişik bir coğrafyada yaşayacağını gösteriyor.
BM’nin resmi rakamlarına göre yalnızca geçen 1 Aralık ile 2 Şubat arasındaki iki ay içinde güneyden kuzeye doğru yer değiştirmiş Suriyelilerin sayısı 586 bindir.
Bu göç dalgası Türkiye’nin şimdiden üzerinde düşünmesi, kafa yorması gereken önemli bir başka meseleyi de gündeme getiriyor. Bu mesele, İdlib’in güneyinde ve doğusundaki kasabalar, köyler rejimin eline geçtikçe, Türkiye sınırlarına doğru yalnızca sivil halk kesimlerinin değil, ılımlı muhalefet kategorisinde görülmeyen, doğrudan terör örgütü kategorisinde değerlendirilen grupların da yaklaşmakta oluşudur.
BM GÜVENLİK KONSEYİ’NE SUNULDU
BM tarafından DEAŞ, El Kaide ve ilişkili örgüt ve şahısların faaliyetleri ve bunlara dönük BM yaptırımlarının uygulama durumlarını izlemek üzere hazırlanan bir rapor, Türkiye’nin önünde beliren fotoğrafın bu boyutuna dikkat çekmesi bakımından bir dizi çarpıcı unsur içeriyor.
BM Güvenlik Konseyi tarafından bu konuda kurulan komite için ‘analitik destek ve yaptırımlar izleme ekibi’nin yılda iki kez hazırladığı raporun sonuncusu 27 Aralık 2019 tarihini taşıyor. Güvenlik Konseyi’ne 20 Ocak’ta sunulan söz konusu rapor aynı gün Konsey tarafından bir BM belgesi olarak yayımlandı.
BM raporunda, genel bir saptama olarak Suriye’nin kuzeybatısındaki İdlib vilayetinin El Kaide ve DEAŞ bağlantılı grupların barındıkları bir alan olduğu belirtiliyor. İdlib’de El Kaide bağlantılı grupların baskın olmasına karşılık, yer değiştiren DEAŞ savaşçıları ve ailelerinin de İdlib’e geldiği anlatılıyor.
HTŞ’NİN 12-15 BİN
“İdlib’de sahadaki durum, bir tarafta Türkiye diğer tarafta Esad-Rusya ikilisinin attıkları adımlarla sahada yeni mevziler aldıkları, bu şekilde karşılıklı olarak ellerini yükselttikleri tehlikeli bir tırmanma eğrisi izlemektedir.”
Aynı yazıda, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Serakib’in 10 kilometre kadar kuzeyindeki Taftanaz’a yaptığı sevkıyatla buradaki askeri havaalanında yeni bir gözlem noktası kurmakta olduğu bilgisi de yer alıyordu.
Ne yazık ki, bu tehlikeli tırmanış hafta sonunda Rusya ile yürütülen müzakerelere rağmen kontrol altına alınamamış, hatta daha da kuvvetli bir ivme kazanmış ve dün öğleden sonra Taftanaz’da Esad ordusunun açtığı topçu ateşine hedef olan beş askerimizin şehit olduğu elim hadiseye kadar varmıştır.
Olayların akışı -Rusya ile müzakerelerde krizi durdurma yönünde bir mutabakata varılamadığı takdirde- İdlib sahasında bir tarafta TSK ve desteklediği silahlı muhalif gruplar, karşı tarafta Esad ordusu, İran yanlısı milisler ve Rusya hava kuvvetleri olmak çok aktörlü ve çatışmanın çok daha geniş bir alana yayılabileceği oldukça kırılgan bir potansiyel taşıyor.
Buraya nasıl geldik?
TÜRKİYE’NİN İDLİB HAMLESİ
Gerilimin birden bu ölçüde yukarı çıkmasında rol oynayan temel faktörlerden biri
Bu konudaki en çarpıcı vakalardan biri, AYM’nin gazeteci-yazar Şahin Alpay’ın tutukluluğuyla ilgili 2018 yılında verdiği ‘ihlal’ kararını uygulamayıp kendisini tahliye etmeyen İstanbul’daki bir ağır ceza mahkemesinin tutumuydu. Mahkeme, AYM’nin kararını ‘görev gaspı’ olarak nitelendirmişti.
Gelgelelim, çatışma eğilimi sergileyen birinci derece mahkemelerin bu yönde aldıkları kararlar ilginçtir ki, yüksek mahkemeler tarafından ikinci kez ‘hak ihlali’ kararlarına ve yeni tazminat cezalarına konu olmaktadır.
*
Değindiğimiz durumun en son örneklerinden biri, AYM’nin geçenlerde yazar-akademisyen Mehmet Altan’ın aldığı bir ihlal kararı uygulanmadığı için yaptığı bireysel başvuru üzerine yine ihlale hükmetmesidir.
Meseleyi bütün hukuki boyutları ile gösterebilmek için dosyayı kısaca hatırlamamız gerekiyor. Altan, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra 22 Eylül 2016 tarihinde ‘anayasal düzeni değiştirmeye teşebbüs’ suçlamasıyla tutuklanmış, bunun üzerine ‘tutuklanmasının hukuki olmadığı’ görüşüyle AYM’ye bireysel başvuruda bulunmuştu.
AYM, bu başvuru üzerine bundan iki yıl önce 11 Ocak 2018 tarihinde aldığı kararda, Altan hakkında tutuklama kararı verilirken ‘suç işlendiğine dair kuvvetli belirtinin yeterince ortaya konamadığı’ tespitini yapmıştı. Mahkeme, buna dayanarak şikâyet sahibinin Anayasa’nın 19’uncu maddesinde güvence altına alınan ‘kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı’nın ihlal edildiğine hükmetmişti.
*
Bu karar alındığında
Suriye ordusu, M-5 otoyolu üzerindeki Maarat el Numan kasabasını geçen hafta salı günü (28 Ocak) muhalefetten geri aldı. Rejime bağlı birlikler, bu önemli kazanımdan sonra Rus savaş uçaklarının aktif bombardıman desteğinde aynı karayolu üzerinden Halep istikametine doğru kuzeye ilerlemeye devam etti.
Önlerinde son pürüz olarak 25 kilometre kuzeyde, Halep’i Lazkiye’ye bağlayan M-4 ile başkent Şam’a uzanan M-5 otoyollarının buluştuğu stratejik kavşak noktası Serakib kasabası kalmıştı. Serakib de düştüğü takdirde Esad rejiminin Halep’e ulaşabilmesi için kuzeye doğru yalnızca 40 kilometrelik bir mesafe kalacaktı.
TÜRKİYE’NİN İDLİB HAMLESİ
İşte tam bu sırada Türkiye’nin İdlib hamlesi geldi. Türk Silahlı Kuvvetleri, cuma (31 Ocak) gününden itibaren İdlib’de dikkat çekici bir askeri hareketliliğe girişti. TSK’nın burada bulunan gözlem noktalarını takviye etmek amacıyla kuvvetli bir askeri sevkıyat başladı İdlib’e.
Ancak asıl kritik hamle aynı gün Serakib’in çevresinde sahada bir dizi askeri önlemin alınması oldu. Kentin kuzeye, güneye ve doğuya doğru açılan üç anayolu üzerinde TSK tarafından kontrol noktaları tesis edildi. Yalnızca batı çıkışı açık bırakıldı. Bu sırada rejim ordusu M-5 üzerinde güneyden kuzeye doğru ilerleyişini sürdürmekteydi ki, TSK’nın önlemleri üzerine Serakib’e yaklaşık 7 kilometrelik bir mesafede bu ilerleyiş bir süre için durdu.
Bu arada, hafta sonu Serakib’in çevresinde gerilim zirveye çıkarken korkulan oldu ve karşılıklı sinir harbi birden sıcak çatışmaya dönüştü. Pazartesi günü Esad ordusunun açtığı topçu ateşi sonucu Serakib’in hemen doğusundaki kontrol noktası için tertip alındığı sırada 7’si asker 8 vatandaşımız şehit oldu. TSK, buna İdlib’in birçok mevkisindeki gözlem noktalarından Esad ordusu hedeflerini vurduğu ağır bir topçu ateşiyle karşılık verdi
TSK SERAKİB’DE SET ÇEKTİ
Bunlardan biri de İdlib gerilimi düşürme bölgesiydi. İdlib vilayetinin yanı sıra bitişiğinde Halep’in batısı, Lazkiye’nin doğusu ve Hama’nın kuzeyinde muhalefetin kontrolü altındaki sınırlı bazı alanlar da bu bölgeye dahil edildi.
Astana Mutabakatı’nın getirdiği önemli bir mekanizma rejimle silahlı muhalefet arasında hedeflenen çatışmasızlığın gözetimine ilişkindi. Mutabakata göre, güvenli bölgelerin sınırları boyunca çatışan taraflar arasında çarpışmaları önlemek amacıyla ‘güvenlik şeritleri’ oluşturulacaktı. Metnin dördüncü maddesine göre, “Güvenlik şeritlerinde ateşkes rejimine riayetin sağlanması için gözlem noktaları yer alacaktı”.
Bu amaçla İdlib bölgesinin iç çeperlerindeki şeritte Türkiye’nin 12 askeri gözlem noktası kurması kararlaştırıldı. Sınırın dış çeperlerinde ise Rusya 10, İran da 7 gözlem noktası kuracaktı.
Türk Silahlı Kuvvetleri, İdlib’deki ilk gözlem noktasını, 13 Ekim 2017 tarihinde Afrin’in hemen güneyindeki Salva köyü civarında kurdu. Her biri küçük ölçekli birer askeri üs olan bu noktaların tesis edilmesi kademe kademe tamamlandı. En son 16 Mayıs 2018 tarihinde kurulan, İdlib’in batısındaki Cişr eş Şuğur kasabasının bitişiğinde İştabrak’taki 11 numaralı gözlem noktasıydı.
Bu arada, 17 Eylül 2018 tarihinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Rusya lideri Vladimir Putin arasında imzalanan 10 maddelik Soçi Mutabakatı’nda getirilen ateşkes rejimi İdlib’deki bu gözlem noktalarının önemini daha da arttırdı. Bu mutabakatın birinci maddesinde “İdlib’deki gözlem noktalarının güçlendirilmesi” öngörüldü.
RUSYA DİKKATLİ GİDİYORDU, ANCAK...
Burada altı çizilmesi gereken kayda değer bir nokta var. Özellikle geçen mayıs ayından itibaren ateşkes rejiminin açık bir şekilde bozulması ve ağustos ayında
Serakib çevresinde dün 7’si asker 1’i sivil görevli olmak üzere 8 vatandaşımızın şehit olmasıyla birlikte krizin girdiği seyir, İdlib’de Türkiye ile Esad rejimi arasında zaten tırmanmakta olan gerilimin eşik atlayarak artık sıcak çatışma evresine geçtiğini gösteriyor.
Bu gerilim Esad ordusu-Rusya ikilisinin ateşkes rejimini fiilen yürürlükten kaldırmış olması sonucu uzun bir zamandır adım adım birikmekteydi. Rejim ordusunun Rus savaş uçaklarının kuvvetli bombardıman desteği altında özellikle geçen ağustos ayından itibaren aşama aşama kuzeye doğru muhalefetten alan kazanımları elde etmekte oluşu gerilimin önemli bir boyutuydu.
Her bombardıman, rejimin sahadaki her kazanımı, on binlerce insanın yollara dökülerek kuzeye, Türkiye sınırına doğru yola koyuldukları göç dalgalarını beraberinde getiriyor, bu da sınır boyunca ciddi bir basınç yaratıyordu.
TÜRK-RUS İLİŞKİLERİNDEKİ PARADOKS
Türk yetkililer, ateşkes ihlalleri nedeniyle her seferinde en üst düzeyde sert bir dille Esad rejimini suçlarken, sahada, özellikle de hava sahasında yaşanan durum aslında Rusya’nın da rejim kadar sorumlu olduğunun açık bir deliliydi. Ancak Ankara, Rusya ile bir krize girmemek için fotoğrafın yalnızca Esad kısmını görmeyi yeğliyordu.
Bu arada, adı konulmamış bir vekâlet savaşı da sürüyordu. Çünkü, İdlib’in büyük bir bölümünü kontrol eden Heyet Tahrir eş Şam (HTŞ) hariç tutulursa, Türkiye’nin doğrudan desteklediği silahlı muhalif gruplar da sıkça Esad ordusuyla çatışıyordu.
Şu paradoksa bakın ki sahada vekilleri savaşırken, Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerde tarihin belki de en sıcak dönemlerinden biri yaşanıyor, bu esnada Türkiye, Rusya’dan S-400 hava savunma sistemleri aldığı için ABD ile ilişkilerinde ciddi sorunlar baş gösteriyordu.
Bu konuya girmeden önce AİHM’nin 10 Aralık 2019 tarihinde aldığı kararı kısaca hatırlayalım. AİHM’nin 2’nci Dairesi, Osman Kavala dosyası üzerindeki kararında Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni (AİHS) üç başlıkta ihlal ettiğine hükmetti.
İhlallerden ikisi AİHS’nin ‘Özgürlük ve güvenlik hakkı’na ilişkin 5’inci maddesinden çıktı. Bu ihlaller, ‘tutukluluk kararı makul şüpheye dayanmadığı’ (5/1) ve ‘Anayasa Mahkemesi tutukluk itirazıyla ilgili hızlı bir adli inceleme yapmadığı’ (5/4) gerekçeleriyle verildi. AİHM, Türkiye’nin ‘sözleşmedeki haklara getirilen sınırlamaların amaç dışı kullanılmamasını’ öngören 18’inci maddeyi de ihlal ettiğini belirtti.
AİHM kararında şöyle bir ifade de yer alıyor:
“Mahkeme, içtihadı ışığında başvurucunun tutukluluğunun devamının, 5/1 ve 18 maddelerinin ihlallerinin uzamasına ve aynı zamanda, 46/1 madde uyarınca davalı devletlerin AİHM kararlarına uyma yükümlülüklerinin ihlaline yol açacağı görüşündedir.”
Yani mahkeme ‘Tutukluluğun sürmesi ayrı bir ihlal yaratıyor’ mesajını veriyor.
Kararın hüküm bölümünün en sonunda şöyle deniliyor:
“Mahkeme, davalı devletin, başvuru sahibinin tutukluluk haline son vermek ve derhal tahliye edilmesini sağlamak için gerekli tüm önlemleri almasına bire karşı altı oyla karar vermiştir.”
UYGULANMAMASI DA
Adı Mevlüt Saldoğan. Gezi protestolarının yaşandığı 2013 Haziran ayı başında Eskişehir’de 19 yaşındaki üniversite öğrencisi Ali İsmail Korkmaz’ı yerdeyken tekmeleyerek ölümüne yol açtığı sabit görülerek mahkeme tarafından 10 yıl 10 ay hapis cezasına çarptırılmış. Bu, Yargıtay aşamasından da geçerek kesinleşmiş bir ceza.
Yargının bir insanın ölümünden sorumlu tutarak mahkûm ettiği bu şahıs, İstanbul’da görülmekte olan ve Osman Kavala’nın bir numaralı sanık olarak yargılandığı Gezi davasının ‘mağdurları’ndan biridir.
Bu davaya bakan İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi, Saldoğan’ın ‘Gezi olaylarından dolayı maddi ve manevi zarar gördüğü, işini ve eşini kaybettiği’ gerekçesiyle davaya ‘mağdur’ sıfatıyla katılma talebini kanuna uygun ve makul bularak, başvurusuna olumlu karşılık verdi. Bu karar geçen ay 24 Aralık tarihindeki celsede alındı. Saldoğan, 2016’da denetimli serbestlik süresinin iki yıla çıkartılması sonucu tahliye olmuştu.
Mahkemenin bu kararıyla Türk yargısı gözünde artık muteber bir şahıs statüsü kazandığı için Saldoğan’ın duruşma salonundan içeri adım atması önünde hiçbir engel yoktur. Üstelik, mahkemenin sanıklar hakkında vereceği kararı ‘mağdur/katılan’ sıfatıyla temyiz etme hakkına da sahiptir bu cinayet hükümlüsü.
KİŞİLİK BOZUKLUĞU NEDENİYLE TSK’DAN ATILMIŞ
Şimdi mağdurlardan davanın tanıklarına geçelim. Tanıklarından biri, yazdığı kitabında bir dönem tedavi gördüğü Haydarpaşa Askeri Hastanesi’nde kendisine ‘paranoid ve borderline kişilik’ teşhisi konduğunu, ‘psikiyatrik uygunsuzluk’ gerekçesiyle 2002 yılında binbaşı rütbesindeyken TSK ile ilişiğinin kesildiğini anlatan bir eski asker. Sivil hayata katılınca Türkiye Komünist Partisi’ne üye olmuş, ancak 2015’te TKP’den atılmış.
Adı da tartışmalı bir tanık. Murat Papuç diye bilinirken son zamanlarda Murat Eren ismiyle ortaya çıkıyor.
Farklı tarihlerde verdiği muhtelif ifadeler yan yana konduğunda tutarlı bir çizgi tespit edebilmek güç. Örneğin, 2018 yılındaki bir ifadesinde Gezi olaylarını meşru gördüğünü, kendisinin de katıldığını söylerken, 2019’daki tanık ifadesinde Gezi ile ilgili suçlayıcı ifadeler kullanabiliyor.