Sedat Ergin

Türkiye ile Rusya arasında İdlib’de uzlaşı olabilir mi?

25 Şubat 2020
Esad ordusunun 28 Ocak tarihinde M-5 otoyolu üzerindeki Maarat El Numan kasabasını ele geçirip kuzeye doğru ilerlemeye başlaması İdlib’deki bütün hesapları karıştırdı.

Milli Güvenlik Kurulu’nun Ankara’da iki gün sonra (30 Ocak) yaptığı toplantının ardından İdlib’de gereken ilave tedbirlerin alınacağı”açıklandı.

Ve bu toplantının ertesinde Hatay’ın Cilvegözü sınır kapısından İdlib’e girmeye başlayan uzun askeri konvoyların görüntüleri haber bültenlerinde, sosyal medyada rutin bir haber haline gelmeye başladı. Yaklaşık üç haftadır düzenli bir şekilde sürmekte olan bir sevkıyat söz konusu. Türk ordusu açısından yakın tarihin en büyük kuvvet kaydırma harekâtlarından birinden söz ediyoruz.

SEVKIYATIN SAYISAL DÖKÜMÜ

Bu sevkıyatın birkaç temel amacı var. Birincisi, TSK’nın Rusya ve İran’ın da yer aldığı Astana Mutabakatı çerçevesinde İdlib’de tesis etmiş olduğu ve bugün önemli bir bölümü rejim bölgesi içinde kalan 12 askeri gözlem noktasını takviye etmek.

İkinci stratejik amacı anlayabilmek için yazıyı tamamlayan haritanın yardımına başvurmamız gerekiyor.

Haritamız -dün akşam saatleri itibarıyla- İdlib’de sahadaki son durumu gösteriyor. Kuzeyde Halep’ten güneye doğru inen M-5 otoyolunun hemen batısını izleyen girintili çıkıntılı bir hat İdlib’i rejim ile muhalefet bölgeleri arasında ikiye bölüyor. Bir de M-5 üzerindeki Serakib’den çıkıp batıya doğru bu iki bölgeyi ayıran M-4 otoyolu var.

Burada İdlib’in sınırları boyunca dizili olan ve haritada hepsi rakamla işaretlenmiş 12 askeri gözlem noktasına ek olarak, M-5’in batısında ve M-4’ün kuzeyi boyunca çok sayıda ‘mevzi bölge’ dikkat çekecektir. Bunlar, TSK’nın geçici şekilde yerleşip mevzilendiği konuşlanma noktaları. Türk bayraklarıyla işaretlediğimiz bu mevzi bölgelerin,

Yazının Devamını Oku

Rusya İdlib’de Türkiye’ye dost mu, hasım mı?

22 Şubat 2020
İdlib’deki tehlikeli çatışma ortamı son olarak önceki gün 2 askerimizin şehit olduğu, 5’inin de yaralandığı hadiseyle yükselen bir ivme içinde tırmanmaya devam ediyor.

Milli Savunma Bakanlığı’ndan önceki gün yapılan açıklamada, hadisenin bir “hava saldırısı sonucu” meydana geldiği belirtildi. Ancak saldırının öznesi konusuna, yani uçağın milliyeti sorusuna açıklık getirilmedi.

Aynı açıklamada “Belirlenen hedeflerin ateş altına alındığı, alınmaya devam edildiği” de kaydedildi. Bakanlık, daha sonraki bir paylaşımında, “50’den fazla rejim unsurunun, 5 tank, 2 zırhlı personel taşıyıcısı, 2 silahlı pikap ve 1 obüsün imha edildiğini” bildirdi.

RUSYA SU-24 SAVAŞ UÇAĞI GÖNDERDİ

Rusya’nın Suriye’deki askeri karargâhının bir unsuru olan ‘Uzlaştırma Merkezi’ tarafından önceki gün yapılan bir açıklamada öne sürülen hususların da bu olaya ilişkin olduğu anlaşılıyor.

Rusya Savunma Bakanlığı’nın web sitesinde yayımlanan bu açıklamanın girişinde, 20 Şubat’ta ‘terörist’ olarak nitelendirilen grupların çok sayıda zırhlı araçla İdlib’in Kminas-Neyrab bölgesinde Suriye Arap Ordusu’na bağlı birliklere bir dizi saldırı gerçekleştirdiği belirtildi.

Rusların iddiasına göre, militanların eylemleri Türk Silahlı Kuvvetleri’nin topçu ateşiyle desteklenmiş, bu destek teröristlerin Suriye ordusunun savunma hattını yarıp geçebilmesinin önünü açmıştır.

Bu anlatıma göre, Suriye tarafının talebi üzerine, Rus Hava Kuvvetleri Su-24 savaş uçağı kaldırarak bu gruplara ağır bir darbe indirmiştir. Yapılan hamlenin Suriye birliklerinin saldırıları püskürtebilmesini mümkün kıldığı da kaydedilen bu açıklamaya göre, harekâtta 1 tank, 6 piyade taşıyıcı araç ve geniş namlulu silah taşıyan 5 pikap tahrip edilmiştir.

RUSYA HAVA SAHASINI 

Yazının Devamını Oku

NATO uzmanı büyükelçi İdlib için 'güvenlik koridoru' öneriyor

21 Şubat 2020
Bu köşede iki yıla yakın bir süredir –sıkça- İdlib’de Türkiye’yi bekleyen tehlikelere dikkat çekmeye çalıştım.

 İdlib’deki krizin bugün girdiği korkutucu tırmanmanın ışığında meseleye bu kez kariyerinin büyük bir bölümünü güvenlik ve NATO konuları üzerinde geçirmiş tecrübeli bir büyükelçinin bakışı üzerinden eğilmek istiyorum. Bu diplomatımız 2014-2018 yılları arasında Türkiye’nin NATO Daimi Delegesi olarak görev yaptıktan sonra emekliye ayrılan Fatih Ceylan.

Büyükelçi Ceylan’ın ağırlıklı olarak dış politika ve güvenlik konularında uzmanlaşan EDAM isimli düşünce kuruluşunun web sitesi için kalem aldığı ‘İdlib sorunsalında NATO’ya yer var mı?’ başlıklı yazısı İdlib’deki krize ilişkin göz açıcı uyarılar içeriyor.

Ceylan, yazısının girişinde “Krizin ağırlaşma istidadı gösterdiğini” belirtiyor, girişimlerden sonuç alınamadığı takdirde Öncelikle Türkiye’yi, tüm bölgeyi ve Avrupa güvenliğini derinden etkileyebilecek gelişmelerin patlak vermesi ihtimalinin yüksek olduğuna” dikkat çekiyor.

Peki krize çözüm bulunamazsa ne olur?

Şu yanıtı veriyor Ceylan: “Başta insani alan olmak üzere Türkiye’nin güvenliği bağlamında yakın ve açık tehditlerin ortaya çıkması kaçınılmaz hale gelir. Bu denli vahim potansiyel bir durumla karşılaşılmaması için tutarlı ve sonuç alıcı adımların bir an evvel atılması hayati önemdedir.”

GERASİMOV DOKTRİNİ’NE DİKKAT

Yazısında Ceylan’ın altını çizdiği önemli bir nokta var: Rusya’nın İdlib’deki hareket tarzının okunabilmesi için öncelikle izlediği doktrinin doğru anlaşılması gerekiyor. Buna göre, Rusya, daha önce Ukrayna’da Kırım ve Donbas’ta uyguladığı ve mevcut genelkurmay başkanının ismini taşıyan ‘Gerasimov Doktrini’ni Suriye’ye de taşımıştır. Bu bağlamda Rusya’nın Suriye özelindeki hareketlerini parça parça değil bir bütünlük içinde okumak şart. Bu, askeri güç kullanımını da içeren, ‘tırmanma üzerinden üstünlük sağlamayı esas alan’, taarruza dayalı bir doktrindir.

Ceylan

Yazının Devamını Oku

Kavala’nın beraatına sevinelim, ancak...

19 Şubat 2020
İstanbul’daki ağır ceza mahkemesi tarafından Gezi davasındaki 9 sanık bakımından verilen beraat kararını bir büyük haksızlığın giderilmesi anlamında memnuniyetle karşılamak durumundayız.

Mahkemeden çıkan beraat kararı -ilk bakışta- adaletin eninde sonunda tecelli etmesi bakımından kuşkusuz olumlu bir gelişme olarak kabul edilmelidir. Ancak mahkeme sonucunun ferahlatıcı yönü iki buçuk yıla yakın bir süre boyunca bu soruşturmanın açıldığı süreçte ve ardından kovuşturma aşamasında ağır hak ihlallerinin yaşandığı gerçeğini değiştirmiyor. Değiştirmediği gibi, bu ihlallerin vicdanlarda ve zihinlerde bıraktığı ağır tortuyu silmeye, bu sürecin neden yaşandığı sorusunun üzerini çizmeye de yetmiyor.

GÜNEŞ DOĞUDAN BATABİLİR Mİ?

Başından itibaren vahim sorunlarla malul bir soruşturmaya tanıklık ettik. Hayatı boyunca barışa inanmış, şiddetten uzak durmuş demokrat bir insanı cebir ve şiddet kullanmak suretiyle anayasal düzeni ortadan kaldırmaya, hükümeti devirmeye teşebbüs etmekle suçlamak, daha başından soruşturmayı sakatlıyordu.

Buradaki suçlama aklın kabul edebileceği bir şey değildi. İlk tutuklandığında yazdığımız üzere, Kavala çizgisindeki bir insanın darbeci olduğuna inanmak, güneşin batıdan değil artık doğudan batmaya başladığı gibi bir teze itibar etmeyi gerektiriyordu.

Böyle olması, Kavala’nın, hukuktan vazgeçtik, mantığın asgari gereklerinin de çiğnendiği bir soruşturmada 1 Kasım 2017 tarihinde bir dizi mesnetsiz iddiayla tutuklanıp Silivri Cezaevi’ne gönderilmesini engellemedi. Bu durum, bir diğer sanık Yiğit Aksakoğlu’nun da -birbirlerini tanımadıkları halde- aynı suç örgütünün üyesi olduğu suçlamasıyla uzun bir süre Silivri’de tutuklu kalarak Kavala ile benzer bir kaderi paylaşmasında da yaşandı.

Aslında adını baştan koymak gerekiyor. Gerçeğe saygının sınırlarının aşıldığı, bu yönüyle daha çok kara mizahın karasularında seyreden bir siyasi davaydı Osman Kavala’nın bir numaralı sanığı olduğu Gezi dosyası. Örneğin, kendisinin cep telefonunda bulunan Türkiye’deki arı türlerinin coğrafi dağılımını gösteren haritanın bile ülkeyi bölmeye dönük örgütsel çabaya işaret eden bir delil olarak değerlendirilebilmesi, soruşturmayı kaplayan kara mizah gölgesinin en uç örneklerinden biriydi.

ŞİMDİDEN TÜRK HUKUK TARİHİNE GEÇTİ

Gezi ve

Yazının Devamını Oku

İdlib’de yerinden olan yarım milyon çocuk ne olacak?

18 Şubat 2020
İdlib konu olduğunda bu köşede sıkça stratejik kavşak noktalarına açılan otoyollardan, muhalefet ile rejim arasında el değiştiren alanlardan, sahadaki askeri hareketlilikten, karşılıklı hamlelerle tırmanmakta olan gerilimden söz ediyoruz.

Bugün konumuz yine İdlib ama bu kez projektörlerimizi sahadaki insanlara çeviriyoruz. Esad rejimi ve Rus uçaklarının bombardımanı ve çatışmalar nedeniyle evlerini ya da sığındıkları yerleri terk etmek zorunda kalan, kendilerini yollara atan, özetle ölümden kaçan, çaresizlik içinde hayatta kalabilme mücadelesi veren insanlara...

İç savaşın 2011 yılında patlak vermesinden sonra Suriye’de insani açıdan en ağır tablonun halen İdlib’de yaşanmakta olduğu hususunda herkes görüş birliği içinde.

Bugün itibarıyla verebileceğimiz resmi rakam, Birleşmiş Milletler İnsani Yardım Koordinasyon Ofisi’nin (OCHA) 13 Şubat, yani geçen perşembe günü yaptığı açıklamada paylaşılan verilere dayanıyor. Bu döküme göre, yalnızca 1 Aralık 2019 tarihi sonrasında yerinden olan ve kuzeye doğru iç göç yaşayan insanların sayısı 12 Şubat günü (çarşamba) 800 bini bulmuştur. İdlib’de sahada OCHA ile koordine bir şekilde çalışan İnsani İhtiyaçlar Değerlendirme Programı’nın (HNAP) 12 Şubat tarihli ayrı raporunda ise bu rakam 831 bin olarak verilmiştir.

Bu arada, son göç dalgasının başlaması öncesinde İdlib’de Türkiye sınırına yakın kamplarda yaşamakta olan insanların sayısının zaten 870 bine ulaşmış olduğunu da unutmayalım. 

64 BİN KİŞİ AÇIKTA YAŞIYOR

Yerinden olan insanların en acil, en hayati sorunları başlarını sokacak bir barınak bulabilmektir. HNAP’nin İdlib’deki saha çalışmasına dayanarak hazırladığı raporda, aralık sonrasındaki dalgada iç göç yaşayan 832 bin kişinin (toplam 158 bin 212 aile) nasıl barındığı konusunda verdiği rakamlar durumun ciddiyetini anlatmak bakımından çok çarpıcıdır.

Buna göre, bu toplam içindeki 174 bin kişi geldikleri yeni yerleşimlerde kendilerine evlerini açan başka ailelerin yanına sığınmıştır. 140 bin kişi ise zaten var olan çadır kamplara yeni konuklar olarak eklenmiştir. 128 bin kişi gittikleri yeni yerleşimlerde kiraladıkları evlere yerleşmiştir.

Ayrıca, toplam içinde 123 bin kişi tamamlanmamış olan inşaatlara sığınırken, 102 bin kişi kamplar dışında kendi kurdukları çadırlarda yaşamaktadır. 72 bin kişi ise ‘toplu merkezler’ denilen yerlere sığınmıştır. Bu merkezlerden göçmen barınağına dönüşen camiler, okullar ve fabrika gibi yerleri anlıyoruz.

Yazının Devamını Oku

Soçi Anlaşması tartışmasında kim haklı, kim haksız?

15 Şubat 2020
Dünkü yazımız Türkiye ile Rusya’nın İdlib konusunda ayrı dillerden konuştuklarını anlatıyordu. Tartışmaya Soçi Anlaşması üzerinden devam edelim. Bugün iki taraf da birbirini İdlib’de çatışmasızlık öngören 17 Eylül 2018 tarihli Soçi Anlaşması’na uymamakla suçluyor, her seferinde karşılıklı eleştirilerini bu anlaşmanın spesifik maddelerine dayandırıyor.

DÜNKÜ yazımız Türkiye ile Rusya’nın İdlib konusunda ayrı dillerden konuştuklarını anlatıyordu. Tartışmaya Soçi Anlaşması üzerinden devam edelim. Bugün iki taraf da birbirini İdlib’de çatışmasızlık öngören 17 Eylül 2018 tarihli Soçi Anlaşması’na uymamakla suçluyor, her seferinde karşılıklı eleştirilerini bu anlaşmanın spesifik maddelerine dayandırıyor.

Peki anlaşmazlık mutabakatla ilgili hangi konulardan kaynaklanıyor? Kim ne kadar haklı?

RUSYA ATEŞKESE KENDİSİ UYMADI

 Bu sorulara yanıt aramadan önce şu saptamayı yapmamız gerekli. Meselenin temelinde, öncelikle ‘İdlib Gerginliği Azaltma Bölgesindeki Duruma İstikrar Kazandırılmasına İlişkin Muhtıra’nın ana kurgusundan, tasarımından kaynaklanan çelişkili hedefler yatıyor. Şöyle ki:

Muhtıranın ikinci maddesinde, “Rusya Federasyonu, İdlib’e askeri operasyon ve saldırıların önlenmesi ve mevcut statükonun korunmasını sağlamak üzere gerekli tüm tedbirleri alacaktır” deniliyor.

Bu madde, Rusya’nın Esad rejimini baskılamasını, sahada askeri harekâta girişmekten alıkoymasını öngörüyor. Oysa sahaya baktığımızda, Esad ordusunun 2019 başından itibaren sıkça ateşkes ihlali yaptığını, özellikle 2019 Mayıs ayından sonra kendisini bu konuda tümüyle serbest bıraktığını görüyoruz.

Daha da düşündürücü bir durum var. Rusya da mayıs sonrası dönemde Suriye’yi sahada alıkoymak bir yana bizzat kendi hava kuvvetleriyle doğrudan harekâta katılmış, yoğun bir hava bombardımanı ile sahada Esad birliklerinin kuzeye doğru ilerlemesinin önünü açmıştır. Bundan da vahim olan, Rus savaş uçaklarının hiçbir ayrım gözetmeksizin sivil yerleşimleri, hatta hastaneleri, pazaryerlerini de hedef almasıdır.

Bu yönüyle baktığımızda, evet, Rusya Soçi Anlaşması’nın ikinci maddesini uygulamamıştır.

Yazının Devamını Oku

Türkiye ile Rusya İdlib’de ayrı dillerden konuşuyorlar

14 Şubat 2020
Türkiye ve Rusya, son günlerde İdlib söz konusu olduğunda iki ayrı dilden konuşuyorlar. İki tarafın en üst düzeydeki devlet adamlarını ya da sözcülerini dinlediğinizde sahada meydana gelen olaylara ilişkin iki ayrı anlatı karşınıza çıkıyor.

Bu saptamamızı bir örnekle göstermeye çalışalım. Örneğimiz, 3 Şubat tarihinde Esad ordusunun topçu ateşi sonucu Serakib’de 7’si asker 8 vatandaşımızın şehit düşmesinin ertesi günü Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Rusya lideri Vladimir Putin arasında gerçekleşen telefon görüşmesinden sonra Kremlin’den yapılan açıklama.

Kremlin’in 4 Şubat tarihli açıklamasında “İki liderin de İdlib’de yükselen gerilimden karşılıklı olarak duydukları kaygıları ifade ettikleri” belirtilerek şöyle deniliyor:

Vladimir Putin terörist faaliyetlerde belirgin bir artış olduğuna dikkat çekerek, bu saldırıların çok sayıda sivil can kaybına yol açtığını söylemiştir.”

Ertesi gün (5 Şubat) Cumhurbaşkanı Erdoğan, TBMM’de partisinin grup toplantısında konuşurken “Rejimin saldırılarının gerekçesi olarak gösterilen ateşkes ihlallerinin tek taraflı olmadığını” kaydederek, şöyle diyor:

Hatta rejimin ateşkes ihlalleri muhalif grupların ihlallerinden katbekat fazladır...”

Putin, meseleyi ‘terörist saldırıların artması’ çerçevesinde ortaya koyarken, Erdoğan yalnızca ‘muhalif gruplar’dan söz ediyor, ayrıca ateşkes ihlallerinden dolayı bu gruplardan daha çok rejimi sorumlu tutuyor.

Sonuçta iki tarafın sahadaki hadiselere ilişkin teşhisleri örtüşmüyor.

TERÖRİST Mİ, 

Yazının Devamını Oku

Erdoğan’ın İdlib mesajlarının şifreleri

13 Şubat 2020
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın dün partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmayı İdlib konusunda bugüne dek yaptığı en kuvvetli açıklama olarak görmek hata olmaz.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın dün partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmayı İdlib konusunda bugüne dek yaptığı en kuvvetli çıkış olarak görmek hata olmaz.

İdlib üzerinde bir süredir bir tarafta Türkiye, diğer tarafta Rusya ve Esad rejimi arasında tırmanmakta olan gerilimi daha da yukarı çeken bu konuşmanın göze çarpan yönlerini ve krizin seyrine dönük muhtemel etkilerini şu şekilde değerlendirebiliriz:

RUSYA İLE İYİCE GERDİ

Konuşmanın önemli bir yönü, Cumhurbaşkanı’nın krizin sorumluluğunun atfedilmesinde Rusya’nın adını açıkça geçirmiş olmasıdır. Erdoğan, daha önce İdlib’deki saldırılardan dolayı doğrudan Esad rejimini sorumlu tutmakta, sivil ölümlere yol açan hava saldırılarının büyük bir bölümünü Rus savaş uçaklarının gerçekleştirmesine karşılık, Rusya’nın sorumluluğunu -bir iki istisna dışında- genellikle görmezlikten gelmeyi tercih etmekteydi.

Oysa Erdoğan, dün adresi açık bir şekilde tarif etti, projektörleri doğrudan Rusya’ya çevirerek bu ülkeyi bir hayli sert ifadelerle eleştirdi; üstelik yalnızca Rusya değil İran’ı da eleştrilerinin hedefine koydu...

Sahada ortaya çıkan durumun üç sorumlusu var Erdoğan’a göre: 1) Rejim, 2) Onunla birlikte hareket eden Rusya ve 3) İran destekli militanlar... Cumhurbaşkanı, bu üç özneyi tanımladıktan sonra “Sürekli sivil halka saldırıyorlar, katliam yapıyor, kan döküyorlar” diye konuştu.

Erdoğan, ayrıca Rusya’yı rejimle birlikte sahayı boşaltmak için “Bölge halkını Türkiye sınırlarına doğru hareketlenmeye zorlamakla” da suçladı.

Bütün bu ifadelerin Kremlin’de ve aynı zamanda Tahran’da kaşların kalkmasına yol açacağını tahmin etmek hiç güç değildir.

Yazının Devamını Oku