Dokuz yıl sonra yeniden
Haliç kıyısına tamamen demirden inşa edilen ve bu özelliğe sahip dünyadaki 3 yapıdan biri olan (diğer ikisi Arjantin ve Avusturya’da) Aziz Stephen Bulgar Kilisesi, 9 yıl aradan sonra ziyarete açıldı. Ben de merakla soluğu bu özel yapıda aldım ve restorasyonu gerçekten beğendim. Haftanın her günü 09.00 – 17.00 arasında görmeye gidebilirsiniz. Gitmeden önce hikâyesini merak ederseniz; İstanbul’da yaşamını sürdüren Bulgar azınlık aslında 19. yüzyıla kadar Rum Ortodoks kilisesine bağlıymış.
18. yüzyıl sonlarında başlayan milliyetçilik akımının etkisi ve Rusların desteğiyle, Bulgarlar kendi dillerinde ibadet etme isteklerini Osmanlı sarayına iletmiş. Padişah talebi kabul etmiş ve ilk olarak Haliç kıyısında küçük ahşap bir kilise yapılmış. Ama meşhur İstanbul yangınlarından nasibini alarak harabeye dönmüş. Aynı yere bu kez daha büyük bir kilise yapılması gündeme gelmiş; planı da Ermeni mimar Hovsep Aznavur çizmiş.
Ülke kurulduğunda adı Temasek’ yani ‘Deniz kenti’ imiş. 1300’lerde adaya gelen Endonezya Kralı, gördüğü aslanlardan etkilenerek Sanskritçe ‘Aslan Ülke’ anlamına gelen ‘Singapura’ demiş. İngiliz Sir Thomas Stamford Raffles, 1819’da o zamanın balıkçı kasabasına ayak basınca Singapur’un tarihi de değişmiş. 1824’te imzalanan anlaşmayla bölge, Britanya ve Hollanda arasında paylaşılmış. Süveyş Kanalı açılınca Doğu-Batı ticareti hızlanmış, Singapur gelişmeye ve zenginleşmeye başlamış. 2. Dünya Savaşı sırasında Japonlar tarafından işgal edilen Singapur, savaş sona erdiğinde İngiliz kontrolüne geçmiş. 1965’te ise Malezya’dan ayrılmış ve günümüzün bağımsız Singapur’unun temelleri atılmış.
Meşhur heykel
Marina Bay bölgesi ihtişamlı gökdelenlere, görkemli binalara, köprülere ve caddelere ev sahipliği yapıyor. Gündüzünü de gecesini de yaşamalısınız. Hava kararınca yapılan ışık gösterileri ise çok etkileyici. Marina Bay’in simgelerinden biri Merlion heykeli... Zaten bulunduğu park da adını bu heykelden almış. Kafası aslan, vücudu balık şeklindeki bu eser instagram tutkunlarının da favorisi. Heykelin karşısında üç büyük gökdelenin üzerinde duran bir gemi görünümündeki Marina Bay Sands Hotel var. Otelin 57. katındaki Skypark adlı bölümde olağanüstü bir manzarada, efsane bir sonsuzluk havuzunda yüzmek için bu otelde kalmanız ve ciddi bir para ödemeniz gerekiyor. 57. kattaki seyir terasından ise birçok önemli binayı görüyorsunuz.
Tepeden manzara müthiş
Gelin “Sana dün bir tepeden baktım Aziz Singapur” misali otelin tersaından etrafa bir göz atalım. 165 metre yüksekliğindeki 28 kabinli Singapur Flyer isimli dönme dolap, yaklaşık kırk dakikalık bir tur ile şehrin manzarası sunuyor uzun kuyrukta bekleyenlere.Hemen aşağıda sıradışı mimarisi ve sergiledikleriyle Artscience Müzesi’ni, Singapur’un bugünkü hale gelmesinin başrol oyuncusu Raffles’ın ismini taşıyan Raffles Meydanı’nı, kültür merkezi ‘Esplanade’yi ve dünyanın en büyük yüzen sahnesine sahip stadyumu da görebilirsiniz. Esplanade durian meyvesine de benziyor, mikrofona da. Asya Medeniyetleri Müzesi, eski ve yeni parlamento binaları da Marina Bay Sands Hotel’in 57. katındaki seyir terasından çekeceğiniz fotoğrafların içinde yer alabilir. Eski parlamento binası günümüzde bir sanat müzesi olarak hizmet veriyor. Adını Kraliçe Victoria’dan alan kuleli bina konserlere ve tiyatrolara ev sahipliği yapıyor. Singapur Kriket Kulübü’nün önü yemyeşil bir meydan. Singapur Ulusal Galerisi ise sanatseverlerin önemli duraklarından biri.
Gardens By The Bay
Marina Bay Sands Hoteli’nin arkasına gidin. Burada kendinizi Avatar filmindeymiş gibi hissedeceğiniz yaklaşık 1 milyon metrekarelik Gardens By The Bay var. Körfezdeki Bahçeler diye Türkçeleştirebileceğimiz parkta 3332 cam panelden yapılma iki ayrı kapalı bölüm bulunuyor. Bunlara Flower Dome ve Cloud Forest isimlerini vermişler.Önce Flower Dome yani Çiçek Kubbesi olarak geçen bölümü gezin. Burada daha çok Akdeniz, Güney Amerika, Güney Afrika gibi yerlerde yetişen bitki türleri ile devasa bir ekosistem sergileniyor. Çiçek Kubbesi’nde 1000 yıllık zeytin ağaçları da var. Bu cam yapılarda ağaçlar yılboyu bahar atmosferi hissetsin diye sıcaklık 20 ile 24 derece arasında tutuluyor. Singapur’da sadece tek bir mevsim yani yaz var ama kapalı mekanlar hep buz gibi! Size bir dost tavsiyesi yanınızda her daim bir kazak ya da hırka bulundurun.
1970 ve 1980’lerin başında Uludağ cemiyet hayatının gözdesiydi. Kışın gelmesiyle beraber soluk dağda alınır, herkes önceki yıllardan birbirini tanır, kimse kendini kasmaz, bugüne kıyasla çok kısıtlı imkânlarda çok güzel tatiller yapılırdı. Sonra tablo değişti, Uludağ gene kalabalık, hatta daha çok turist çekiyor ama o eski halinden hiç eser yok.
Sene 1945, Uludağ’da ilk olarak Büyük Otel açılır, 1955’te de Fahri Kınav dağ yolu üzerinde bulunan Kirazlı Yayla’daki Kirazlı Hotel’de misafirlerini ağırlamaya başlar. Bu otelin tam 12 odası vardır, odalar sobayla ısınır, koridordaki ortak banyo kullanılır. İmkânlar kısıtlıdır ama tesiste Koç ailesi de kalır. Bazen kış koşullarından dolayı yollar kapanır, oteldeki misafirler yemek bile bulamaz ama insanlar aile sıcaklığındadır, mutludur. 1966’da Otel Fahri bugünkü yerinde hizmete girer, artık odalarda banyo vardır ve ilklere imza atılır. 70’lerde dağdaki ilk disko olan Scotch’u açarlar, buz pateni pisti Türkiye’de büyük bir yeniliktir, bugünlerin SPA’sı, Otel Fahri’de saunası ve fizyoterapistleriyle mütevazı bir sağlık kulübü olarak devreye girer. Bütün sosyete akınlar halinde gelir, herkes birbirini tanır, yılbaşılarda ve sömestr tatillerinde 66 odalı otelde yer kalmaz.
Önce salonun üst katında, sonra sinema salonunda yerlere yataklar açılır. 180 kişilik otelde 300 kişi konaklar. Bu arada herkesin odası bellidir, hep aynı odada kalınır, hep aynı masada yemek yenilir. Akşam yemeğinde herkes birbirini selamlar, “Afiyet olsun.” der. Kadınlar hep bakımlı, şık ve özenlidir. Dağ bir defile yeri gibidir. Otelin parası bir sene önceden nakit olarak ödenir. Türkiye’de çoğu şey bulunmaz, aileler yurt dışından getirdiklerini otellerde diğer misafirlerle paylaşır. Feyyaz Tokar, Toblerone çikolataları eliyle herkese ikram eder.
Sosyetenin gözbebeği
19. yüzyıldan itibaren ulaşım olarak kullanılan yolcu gemileri, daha sonraları bu işlevine ek olarak turistik bir nitelik de kazanmış. Başlarda sadece zenginlerin kullanabildiği bir tatil alternatifiyken şimdi gemilerin sayısının ve kapasitelerinin artmasıyla ortaya çıkan fiyat uygunluğu nedeniyle, çok daha fazla kişi için ulaşılabilir hale geldi.
Yorgunluk yok, bolca keşif var
Cruise seyahatleri özellikle son 10 yılda giderek popülerleşti. Ülkemizde de çok sevildi. Çünkü bir seyahate çıkıp onlarca farklı yeri görmek, yerli gezginlere cazip geldi. Ne bavul toplama ne sürekli bir farklı bir otele yerleşme ne yollarda kaybedilen zaman… Bir taraftan tatil yaparken bir taraftan sürekli yol alıyorsunuz. Eşyalarınız, odanız da yerli yerinde. Sonra gemi bir limana yanaşıyor; başlıyorsunuz yeni bir durağı keşfetmeye. Farklı insanlar, farklı kültürler, farklı lezzetler… Günün sonunda yine evinize döner gibi gemideki kabininize dönüyorsunuz.
Yok yok dedikleri…
Televizyon kanallarını fethetmiş Türk dizilerinin etikisi var mıdır bilinmez ama Sırplar, milliyetçi olsalar da Türklere karşı çok sıcakkanlılar. Kanuni Sultan Süleyman dizilerden çok önce, 1521’de fethetmiş şehri. Belgrad’da, hatta ülkede o kadar çok iz var ki Osmanlılar’dan kalan, yabancılık çekmeyeceğiniz kesin. Pekçok sözcük Türkçeden evrilmiş. Size çok tanıdık gelecek isimler göreceksiniz sık sık.
Haydi gelin gezmeye başlayalım şehri. Kent merkezinden Knez Mihailova adlı cadde boyunca yürüyelim, kocaman parkı ve şahane manzarası ile Kalemegdan’a gidelim. Kale şehrin tam merkezinde ve haftanın her günü ziyarete açık, üstelik de ücretsiz. Kaleyi çevreleyen parkın adı Kale Megdan, yani Kale Meydanı. Osmanlı hakimiyeti döneminden kalmış. İstanbul Kapısı ve Saat Kule gibi bu meydanın da Türkçe ismini aynen muhafaza etmiş Sırplar.
Müthiş manzara
Parkın içindeki geniş teras, Sava ve Tuna nehirleri ile şehrin muhteşem manzarasını sizlere hediye ediyor. Romantizmin izleri havasında da var, manzarasında da. Yok eğer önce tarih diyorsanız o zaman III. Ahmet döneminde sadrazamlık yapmış Mora Fatihi’nin, Damat Ali Paşa’nın türbesine gidelim. Bir türbe daha var kentte Osmanlılardan kalan. Kalenin aşağısındaki Şeyh Mustafa Türbesi.
Osmanlı’ya 14 yıl hizmet etmiş Sırp asıllı sadrazam Sokullu Mehmet Paşa Çeşmesi’ni de görmeden geçmemeli. Çeşme olduğu gibi duruyor tek kusuru; artık suyu yok. Bir de Belgrad Zafer Anıtı var kalede adına Pobednik dedikleri. Sırpların I. Balkan Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu’na karşı kazandıkları zaferin anısına dikilmiş.
Şehrin göbeği
1- Ah O Evler
Mardin’in dünyaca ünlü evleri, Kuzey Suriye tarzı olarak nitelenen taş yapılardan oluşur. Benzerlerine Niğde ve Kayseri’de rastlamak mümkün... Bölgede ünlü olan sarı kalker taşı kullanılmış. Bu taş evlerin yazın serin kışın sıcak olmasını sağlıyor. Mardin evlerinin bir özelliği sıva malzemesi kullanılmaması. Mezopotamya ovasına açılan kapılar tepenin eğimi üzerinde kuruldukları için en az iki katlı yapılmışlar. Ve hiçbirinin gölgesi de birbirinin üzerine düşmeyecek şekilde planlanmış.
2- Müzedeki Fark
1- Tekstilden çay tarımına
Rize geçmişte bir tekstil kenti ve ticaret merkeziymiş. Evliya Çelebi 1640 yılında ziyaret ettiğinde; “Trabzon’a bağlı, deniz kıyısında, bahçeli, güzel bir yer” diye anlatmış. Cumhuriyetin ilanından sonra kısa süreliğine Artvin ile birleştirilerek Çoruh vilayeti olmuş. 1924 yılında da il ilan edilmiş. Aynı yıl şehri ziyaret eden Atatürk, şehrin ileri gelenlerinden Mehmet Mataracı’nın evinde kalmış.
2- Atatürk Evi ve Rize Müzesi
Rize merkezde görülecek çok şey yok. Ama mutlaka turlamak isterseniz iki müze aklınızda bulunsun. Biri Atatürk’ün kaldığı Mataracı Konağı. Aile tarafından müzeye dönüştürülmesi için Ata’nın 100. doğum yılında il özel idaresine bağışlanmış. Atatürk Müze Evi olarak ziyarete açık. Rize Müzesi’nde ise hem kent kültürünü yansıtan öğeleri hem de arkeolojik buluntuları görebilirsiniz. Binası da yöresel mimarinin en güzel örneklerinden; diğer adıyla Sarı Ev olarak biliniyor. İçinde kent kültürünü yansıtan öğeler ile arkeolojik buluntular birlikte sergileniyor.
3- Fırtına Vadisi’ne nazır Zilkale
Rize’de Ortaçağ’dan kalma çok sayıda kale olduğunu daha önce duydunuz mu? En büyüğü tarihi MS 6. yüzyıla dek uzanan Rize Kalesi; ardından da Zilkale geliyor. Aynı zamanda Rize’nin ez güzel ve en turistik noktalarından biri.
Ülkemizden vize istemeyen Panama’da mutlaka gidilmesi gereken yer hiç kuşkusuz ki başkent Panama City. 1519 yılında kurulan dünyanın önemli limanlarından olan Panama City, Arnavut taşlı dar sokaklar ile bezenmiş taş binaları, şehrin içine serpiştirilmiş amazon ormanları kıvamında yeşil, plajları ve müzeleriyle hoş bir şehir…
Panama nüfusunun çok büyük bir kısmını Mestizo dedikleri İspanyol-Kızılderili melezleri oluşturuyor. Derinin rengi bir şey ifade etmiyor bu şehirde. Nüfusun zenci kesiminin yüzde 60’ı ataları Jamaika ve diğer adalardan esir gelen insanlar. Ülkede resmi dil İspanyolca ama İngilizce de oldukça yaygın.Şehir tropikal iklim kuşağında, yaşayanlarsa çoğunlukla Latin kökenli… O zaman ne diyelim: Dans, dans, dans… Eğlence dünyası için ülkeden beklenebilecek bütün hareketlilik ve coşkuyu size gece gündüz sunuyor Panama.
Genelde emekli pek çok orta yaş insanının yaşamak için bu ülkeyi, bu şehri tercih ediyor olması gençlerin önünü kesmemiş. ‘Calle República de Uruguay’ yani Uruguay Caddesi’nde sıralanan gece kulüpleri Panama City gece hayatına renk katıyor. Şehir merkezine pek çok alışveriş merkezi de serpiştirilmiş. Multiplaza AVM’yi deneyebilirsiniz. Bella Vista Bölgesi’nde tezgâhlarda satılan Panama işi örtüler, danteller, kumaşlar da ilginizi çekebilir.
Gelelim şu ünlü kanala.
Sadece Panama için değil dünya ekonomisi için de büyük bir önemi var kanalın. Düşünsenize kanal inşa edilmeden önce Avrupa’dan yola çıkan bir yük gemisinin Batı Amerika kıyılarına ulaşmak için Güney Amerika’nın en güney ucu olan Macellan Boğazı’ndan geçmesi gerekiyordu. 1800’lü yıllarda Fransızlar başlamış yapımına ama bitirmek Amerikalılara kısmet olmuş, 1914’de inşası tamamlanmış.