Bir yanında Brezilya, Venezuella, diğer yanında Ekvador ve Peru, öbür tarafında Karayip Denizi ve Panama ile Büyük Okyanus var Kolombiya’nın. Bulunduğu konumun hakkını fazlasıyla veren gizli bir güç olmuş kıtada.İsmini Amerika kıtasına gelen ilk Avrupalı’dan, Kristof Kolomb’dan almış. Almış almasına ama aslında Kolomb buraya hiç ayak basmamış. İspanyol sömürgecilerden önce Muisca, Tayrona ve Quimbiya gibi Kızılderililerin anavatanı olmuş. Ülkede hâlâ yerli halka rastlamak mümkün.Gelelim Kolombiya’nın başkenti ve en kalabalık şehri Bogota’ya. Güney Amerika’nın en hızlı büyüyen metropollerinden. Rakımı sebebiyle La Paz ve Quito‘dan sonra dünyanın en yüksek üçüncü başkenti.
Graffiti dolu sokakları, enfes kahvesi, birbirinden güzel çiçekli parkları, koloniyel tarzı binalarıyla görülmeye değer bir şehir Bogota. Birçok üniversitesi, eğitim kurumu, müzesi ve anıtlarıyla Kolombiya’nın en önemli kültür merkezi. Kolombiya ayrılıkçı gerillalar ile yıllardır süren iç savaşa rağmen her geçen yıl daha da gelişiyor. Sınırındaki ormanlarda elinde dev tüfeklerle Rocky kılıklı adamların dolaştığı, şehrin tozlu yollarında eski model jipleriyle gezen İndiana Jones’ların olduğu, köşeleri uyuşturucu mafyasından kara gözlüklü adamların tuttuğu, havaalanında geveze, neşeli ama biraz deli bir şoförün pazarlıkla sizi çekiştirdiği, alışveriş için büyü ayini malzemeleri satan dükkânlara yolunuzun düşeceği, daha kötüsü bu ayinlerin yapıldığı köylerde mahsur kalacağınız ve törenlerde nerdeyse kurban olacağınız bir şehir bekliyor olabilirsiniz. Oysa ki şehrin gelişmişliğini daha havaalanından itibaren Bogota’nın her dokusunda hissedebiliyorsunuz.
İSTANBULKapı çalana açılır
Pera Palas başta olmak üzere İstanbul’un en güzel binalarında imzası olan Osmanlı’nın İtalyan asıllı mimarı ‘Alexandre Vallaury’nin yaptığı bu müthiş yapıyı mutlaka görmelisiniz. Bienalin ana sponsoru Koç Holding. Abdülmecid Efendi Köşkü de Koç grubuna ait ve normalde ziyarete açık bir yapı değil. O yüzden hazır imkân varken mutlaka görün. Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ömer Koç’un kişisel sanat koleksiyonundan yapılan seçkiyle çok etkileyici bir sergi hazırlanmış. Türkiye’den ve dünyadan 24 sanatçının 18. yüzyıldan günümüze uzanan 30 eseri var; bir kısmı Türkiye’de ilk kez sergileniyor.
Zaman ve değişim, hareket ve duraksama, insan ve hayvan, canavar ve melek gibi kavramlar irdeleniyor.Bienal’in teması ‘İyi Bir Komşu’ydu; bu serginin adı da ‘Kapı Çalana Açılır.’ Aslında haftanın üç günü ziyaret ediliyordu ama yoğun ilgi görünce altı güne çıkarmışlar. Pazartesi günleri hariç haftaiçi 14.00-19.00, haftasonları ise 11.00-19.00 saatleri arasında ziyaret edebilirsiniz. Bienalin tüm sergilerinde olduğu gibi burada da giriş ücretsiz.
Sanat ve edebiyat için köşk
1-ADANIN TEPELERİ
Adını demir ve bakır madenlerinin etkisiyle kızıla çalan toprağından alan Kınalıada, Prens Adaları içinde en fazla imarlaşmış olanı diyebilirim. Manzara izlemek isterseniz 115 metre rakımdaki Çınar Tepesi’ni, ondan 5 metre daha aşağıda kalan Teşrifiye Tepesi’ni ve 93 metrelik Manastır Tepesi’ni tercih edebilirsiniz. Adayı bir baştan diğer başa yürümek ise yapacağınız en kolay şey. Sadece yarım saatinizi alacak. Tabii vereceğiniz fotoğraf molaları buna dahil değil. Bizans zamanında adadan çıkartılan taşlarla İstanbul surları inşa edilmiş, 19 yüzyılda Tophane Rıhtımı ve Haydarpaşa Limanı’nın yapımında da ada taşlarından istifade edilmiş.
2-SURP KRİKOR LUSAVORİÇ KİLİSESİ
İklimin sert ve ağaçlık alanın az olması nedeniyle Kınalıada İstanbullu yazlıkçıların uzun yıllar ilgi alanına girmemiş. Buraya ilk yerleşenler, 19. yüzyıl başlarında İstanbullu Ermeniler olmuş. Adaya ilk vapur seferi de 1846 yılında başlamış. Adanın elektriğe kavuştuğu tarihse bir yıl sonrası.
Prens Adaları içindeki tek Ortodoks Ermeni Kilisesi beyaz badanalı bir yapı. Adı Surp Krikor Lusavoriç. Temeli 1854 yılında atılmış 3 yıl sonra da ibadete açılmış. Kilisede bir ibadet bölümü bir de mihrap yer alıyor. İki adet de şapeli var. Civarın ilk papazı olan kıdemli peder Dionisios Çizmeciyan, Kınalıada’ya yerleşen ilk Ermeniler arasındaymış. Kilise yazları tatil için gelen cemaatin yararlanması için yapılmış, peder de gönüllü hizmet vermiş. Mezarı kilisenin bahçesinde bulunuyor.
Kilisenin yakınında Gülbenkyan Vakfı tarafından bağışlanan bir bina var. Patrikhane’nin yazlık konutu ve yoksul çocukların yararlanmaları için oluşturulan Karagözyan Yetimhanesi, dinlenme evi olarak kullanılıyor. Kilise en son 1988 yılında onarımdan geçmiş ve bugünkü çan kulesi de o onarım sırasında yapılmış.
Prygos’tan Burgaz’a“Kalesi deniz kıyısında yalçın kayalar üzerinde dört köşe küçük bir kaledir. Ada 10 mil genişlikte ve oldukça verimlidir. 300 kadar bahçeli tatlı suyu olan kuyulu evleri vardır. Halkı Rum’dur. Mamur kiliseleri vardır. Keçi ve tavşan gayet boldur. Dağlardaki bağların hesabı yoktur. Halkı zengin gemicilerdir.”Bu tanımlamayı Evliya Çelebi meşhur Seyahatnamesi’nde Burgazada için yapmış. Bense bugün çam ormanları ve zarif ahşap köşklerin yükseldiği sokaklarıyla özetleyebilirim size adayı.
Fotoğraf: www.kenteskizleri.blogspot.com.tr
Prens Adalarının yüzölçümü açısından 3. büyüğü. Osmanlı’nın fethinden önce adı Yunanca kale-burç anlamlarında kullanılan Pyrgos’muş biz onu Burgaz yapmışız; fonetik benzerlikten olması muhtemel…Eski çağlarda bir dönem Antigoni, bir dönem de Güvenli Liman anlamında Panormos olarak anılmış.
Bu niteliğini modern yaşama uyumlayarak söylersem; adalar içinde en sakin ve huzurlusu olduğunun altını çizebilirim. Yuvarlak biçimli ada yaklaşık 2 kilometre. Yani hiçbir araca ihtiyacınız yok keşfetmek için. Ama bisiklet romantik ve sportif bir alternatif olarak her zaman baki.Adanın en güzel evlerini görmek için Gezinti, Gönüllü ve Mehtap sokaklarını adımlayın. Ayrıca 600 yıllık çınarı ziyaret edip doğanın gücüne bir saygı selamı yollamadan da dönüş vapuruna binmeyin.
3000 civarı nüfusu, tepelerinde aheste aheste dolaşan keçileri ve adanın sahibiymişçesine sizi karşılayan kedileriyle Simi bana göre huzurun adresi... Ada adını Yunan mitolojisindeki su perisi Syme’den almış. Denizler tanrısı Poseidon ile evlenen su perisi adanın ilk yerleşimcilerinin lideri olacak Htonios’u dünyaya getirmiş. Buraya sonraları farklı isimler de vermişler. Eigli, Metapontis ve Kariki demişler zaman içinde.
Ama asıl ismi hiç unutulmamış. İki yüzyıl boyunca Saint John şövalyeleri hakimiyetinde yaşamış ada. Konumunun da etkisiyle ekonomik olarak gelişmiş, sünger ve gemileriyle nam salmış Simi.
Osmanlı İmparatorluğu zamanında Sömbeki denmiş bu şirin adaya. Çünkü Türkler eskiden sümbek isimli küçük teknelerle sünger avcılığı yaparmış burada. Kanuni zamanında adadan İstanbul’daki saraya sünger yollanırmış...
Tersaneleri de ünlüymüş adanın, senede 500 tekne yapılıyormuş.
Şimdi ise Simi’nin ana geçim kaynağı turizm. Diğer Yunan adalarına göre daha şık ve daha zarif bir mimariye sahip. O yüzden de klasik ada renkleri olan beyaz ile mavinin tekelinden sıyrılmış ve pastel renklere bürünmüş. Bu renkler, bakımlı binalar, aslına sadık kalınmış restorasyonlarla çok hoş bir manzara oluşturuyor.
Norveç Fiyortları adeta dünyanın tepesi, her yerde şelale, her yerde su var. Gelin turumuza yolcu gemilerinin rotarında da çık sık bulunan Hellesylt’teki harika bir şelale ile başlayalım.
Hellesylt’ten Hornindal yönüne giderseniz 514 metre ile Avrupa’nın en derin gölüne rastlayacaksınız. Sonra yemyeşil manzaralar, dağlar ve ahşap mimarinin güzel örnekleri arasından geçip Stirn şehrine varacaksınız. Şehir dediğime bakmayın merkezde 3000 kişi olmak üzere toplam nüfus hepitopu 7000 kişi.
Bu yerlere öyle otobandan bastırıp gideceksiniz falan sanmayın. Norveç dünyada refah seviyesi en yüksek ülkelerden biri ama neredeyse hiçbir yerde otoban yok. Doğayı korumak adına yollar tek şerit. Buralara gelmişken 1500 metredeki Dalsnibba Buzulu’nu ve aşağıda sizi bekleyen Geiranger kasabasını atlamayın. Geiranger, Norveç’in Alesund kentine bağlı küçücük bir kasaba. Bakmayın küçük olduğuna, 250 kişilik bir nüfusa sahip ama senede bir milyondan fazla turist geliyor!
Kastamonu, iki sarp tepe arasına kurulu bir şehir. Şehri kuşbakışı izleyebileceğiniz en güzel nokta ise tarihi kalesi. Aslında M.S. 12. yüzyıla kadar uzanan bir geçmişi var ama ne yazık ki ilk halinden kalan sadece iç kale kısmı. Kalenin karşısındaki tepede ise 1885 yılından kalma Saat Kulesi yükseliyor. Ulaşmak için tırmandığınız yokuşun sonunda şehir manzarasına karşı çayınızı yudumlayabileceğiniz bir de teras bulacaksınız.
Tarihle Selamlaşma: 3 Müze
Tarih severlerin Kastamonu’da uğraması gereken 3 müze var. Arkeoloji Müzesi’nde Kastamonu ve civarından bulunan Hellenistik, Roma ve Bizans dönemlerine ait çeşitli eşyalar ve sanatsal objeler sergileniyor. 19. yüzyıl sonlarında yapılan Liva Paşa Konağı ise 1997 yılından bu yana Etnografya Müzesi olarak kullanılıyor. Türkiye’nin ilk Kent Tarihi Müzesi’nin açıldığı yer de Kastamonu. Hükümet Konağı’nın altındaki müzede nadir eserleri görebilirsiniz.
Doğaya Hayranlığın Adı: Valla Kanyonu
En Güzel Şehir
Genellikle başkentler en güzel şehir kabul edilmez ama kuralı bozan yerlerden biridir Kıbrıs. Girne bence adadaki en ilgi çekici yer. Beşparmak Dağları ve sahil arasında kalması nereye baksanız insanı alıp götüren manzaralar hediye etmiş kente. 2 bin yıla uzanan bir tarihi var. Eski yapıları, hoş kafeleri, at nalını andıran limanı ile tam bir Akdenizli.
2300 Yıllık Batık
Girne Limanı’nın güzelim manzarasını izlemek için kaleye çıkmanız gerekir. İçinde tam 2300 yıllık bir batık gemiyle de tanışacaksınız. “Batık ticaret gemisi” her ne kadar hoş bir unvan olmasa da bu özelliğe sahip Akdeniz’in en eski 2. gemisi.