Selimiye’nin görkemi
Mimar Sinan’ın “Ustalık dönemi eseri” olan Selimiye, şehrin simgesi… 1569-1575 yılları arasında tamamlanan bu görkemli yapının, Koca Sinan’ın İstanbul’daki muhteşem yadigârı Süleymaniye Camii’nin güzelliğini geride bıraktığı düşünülür. 2011 yılında kültürel varlık olarak UNESCO Dünya Miras Listesi’ne alınan cami; iç tasarımında kullanılan ve dönemin en iyi örnekleri kabul edilen taş, mermer, ahşap, sedef ve çini işçiliğiyle ayrıca değer taşıyor. Selimiye Camii’ne oldukça yakın bir noktada bulunan Edirne Müzesi’nde, Makedonya Kulesi civarında yapılan kazılardan elde edilen bulgular sergileniyor. Türk İslam Sanatları Müzesi ise küçük ancak çok keyifli; zaman ayırdığınıza pişman olmazsınız.
Muhteşem Camiler Şehri
1414 yılında tamamlanan Eski Cami, Osmanlı’dan günümüze ulaşan en eski mimari eserlerden biri. Üç Şerefeli Cami, adını her biri farklı tarzda inşa edilmiş üç şerefeden alan görkemli bir yapı. Selimiye’nin kuzey batısında bulunan 1435 tarihli Muradiye Camii, özellikle içindeki olağanüstü İznik çinileriyle çok etkileyici. 1484 - 88 yılları arasında inşa edilen ve müthiş bir dinginliğe sahip olan 2. Beyazıt Külliyesi, küçük bir sağlık müzesi de barındırıyor.
20 milyon turist
Guggenheim Müzesi yavaşça akan Nervion Nehri’nin kıyısında yer alıyor, güneş ışınları titanyum kaplaması üzerinde adeta dans ediyor. Müze ABD’li Guggenheim Vakfı’nın New York ve Venedik’ten sonraki üçüncü müzesi. Düzensiz eğrisel biçimlerin hakim olduğu yapı, ünlü mimar Frank Gehry tarafından tasarlanmış. 1997 yılında tamamlanan binanın mimarisi içinde sergilenen 20. yüzyıl çağdaş sanat eserlerinden çok daha fazla üne sahip. Bilbaolular dünyaya sanayi ve sanatın bir arada nasıl harmanlanacağını göstererek ders vermişler.
Aslında Gehry dış cephe kaplamasında kurşun bakır alaşımı kullanmak istemiş. Ancak çoğu ülkede bunun kullanımının yasaklanmasıyla farklı bir malzemeye ihtiyaç duymuş. Alüminyumu düşünmüş önce ama rengi değiştiği ve kirliliğe dayanıklı olmadığı için uygun bulmamış. Paslanmaz çeliği de binanın konumu ve Bilbao’nun ışık koşulları nedeniyle beğenmemiş. Titanyumun yağmurda altın rengini alması Gehry’nin aradığı cevabı bulmasına yetmiş. Böylece ışıkla malzemenin oyununu izleyebilmemizi sağlamış.
Adanın yerlileri Karibler. Beyaz adamın adayla tanışması ise 1493 yılında Kolomb’un yoluna çıkmasıyla olmuş. Adayı pazar günü gören Kristof Kolomb yeni keşfettiği topraklara da uygun bir ad bulmuş; Latince ve İspanyolca’da pazar günü anlamına gelen Dominica. 17. yüzyılın ortasına kadar yerleşim olmamış. Ada Karayip adaları arasında en fakir ve en az gelişmiş olanı. İşe bir de iyi yönünden bakın, aynı zamanda en ucuzlarından da biri.
Tüm bunlar bazı insanlar üzerinde negatif etki yaratsa da kimileri için bir ödül anlamını taşıyor. Çünkü Dominika diğer Karayip adalarının aksine modern binalar ve lüks sayesinde değil elindeki yeşili koruyarak turizm pastasından pay almaya çalışıyor. Adanın büyük çoğunluğu yemyeşil, doğa neredeyse beyaz adamın kendisini ilk gördüğü gün gibi. Burasının bozulmamış olması adalılar arasında da bir şaka konusu; “Kolomb dirilip geri gelse bulduğu adayı tanımakta hiç zorluk çekmez” diyorlar. Dominika, Karayip adaları arasında adı ve doğası aynı kalan ender yerlerden biri. Tüm bu çabalar karşılıksız bırakılmamış. Dünyaca tanınan sürdürülebilir turizm sertifikasyon firması Green Globe örgütü tarafından ilk ödüllendirilen Karayip adası olmuş.
1- Misafire hediye: Diş kirası
Osmanlı’da, bugün için ilginç kabul edilebilecek bir gelenek ise misafirin hediye götürmesine değil hediye almasına dayanıyordu. Bu geleneğin adı ‘diş kirası’ydı. Esasen, iftar yemeklerinde doğan bir gelenekmiş. İftara gelen kişi, ev sahibine sevap kazandırırmış. Diş kirası da bunun teşekkürü olarak verilirmiş... Çoğunlukla bir kese içinde sunulan hediye ise ev sahibinin zenginliğine ve cömertliğine göre değişirmiş. Altın akçe de çıkarmış içinden tespih de…
2- Suikast önleyen tabak
Osmanlı’da padişahlara yemekle yapılacak olası bir suikastı önlemek için kullanılan akıllıca bir yöntem varmış. Yöntem ta Çin’den geliyormuş… Selodon kaplı Çin porselenleri padişaha yemekle yapılacak bir suikastı önlemek amacıyla kullanılırmış. Çünkü seladon, zehirli yiyecek konulduğunda tabağın renk değiştirmesini sağlarmış. Selodon kaplı tabaklar da dahil olmak üzere Topkapı Sarayı Müzesi’nin ‘Saray Mutfakları’ bölümünde, dünyanın en büyük 2. Çin porseleni koleksiyonu yer alıyor. 13. yüzyıldan 20. yüzyıla uzanan geniş bir yelpazede 10 bini aşkın özgün parça var.
Bu sokakta sadece binaların duvarlarında değil, çiçeklerinde de renklerle cümbüş yaratılmış. Tam da telefonlarınızın albümlerine ödül olacak, ekranlarınızın arka planları için şık kareler çekilecek bir yer. Çok uzun bir sokak değil Rue Cremieux. Ama boyuyla ölçülemeyecek güzellikler sunmayı vaat ediyor daha başında.
7,5 metre genişliğinde, 144 metre uzunluğunda küçücük bir sokakta rengarenk boyanmış evlerle çocukluğumuzun mahallelerini andıran bambaşka bir diyar yaratmışlar. Sokağın mazisi 1865’lere uzanıyor. O zamanlarda Millaud’ymuş adı. Daha sonra dönemin Adalet Bakanı Adolphe Cremieux’nun ismini almış. Bu isimle sokak mı payelenmiş, bakan mı? Anlamak pek kolay değil.
Çocukluğumdan bu yana annem Leman Tonguç’la birlikte gezmeyi çok severim. Şimdiye dek dünyanın bir ucundan öbür ucuna dolaştığımız çok keyifli seyahatlerimiz oldu. Patagonya’ya da gittik birlikte, Avrupa turu da yaptık; Hong Kong’ta lezzet turu da attık, Martinique’te denizin tadını da çıkardık. Türkiye’de de birlikte gitmediğimiz yer kalmadı gibi… O benim en iyi yol arkadaşım, rehberlik etmeyi en sevdiğim misafirim.
Sinan’ın izinde Edirne
Annem de benim gibi tam bir Mimar Sinan hayranı. İstanbul’a yakın olduğu için günübirlik Edirne kaçamağı armağan ettik kendimize. Trakyalı bir aileyiz o yüzden yola çıktığımız andan itibaren anılardan söz açılmaması kaçınılmaz. Çocukluğumu annemden dinlemeye bayılırım, sanki bilmediğim birini yeniden keşfediyormuşum gibi gelir...
Geçmişle bugünün harmanıyla yolun nasıl bittiğini anlamadan vardık Edirne’ye. İlk durağımız tabii ki Sinan’ın muhteşem eseri oldu. Ben caminin detaylarını anneme anlatırken, o da ilk kez benimle geziyormuş heyecanıyla dinledi. Mimar Sinan’ın “ustalık dönemi eseri” olan Selimiye, sadece bu şehrin değil bence ülkenin de simgelerinden biri. 1569-1575 yılları arasında tamamlanan görkemli yapının kubbesinin yerden yüksekliği 43 metre.
UNESCO Dünya Miras Listesi’nde yer alan cami; iç tasarımında kullanılan ve dönemin en iyi örnekleri kabul edilen taş, mermer, ahşap, sedef ve çini işçiliğiyle büyük değer taşıyor. Selimiye sonrası Edirne’nin meşhur ciğer tavasıyla midelerimiz şenlendi. 15. yüzyıldan kalan Bedesten Çarşısı ve yine Mimar Sinan imzasını taşıyan Ali Paşa Kapalı Çarşısı’na da uğradıktan sonra, gün batımını izlemek için Tunca ve Meriç nehirlerinin birleştiği güzelliğe çevirdik yönümüzü. Burada iki muhteşem Osmanlı köprüsü de var.
Adı Farsça’da teb= ateş ve riz= döken kelimelerinden meydana gelmesinin elbette bir hikâyesi var. Abbasi Halifesi Harun Reşid’in çok sevdiği eşi yakalandığı ateşli hastalıktan buradaki şifalı sulara girdikten sonra kurtulmuş. O günden sonra kentin adının Tebriz= ateş döken olarak anılmaya başlandığı anlatılıyor. Kimilerine göre ise adını üç tarafını çeviren dağlardan alıyor. Kıpçak Türkçesi’nde ‘Tavris’ dağ arası demekmiş.
Arg-e Tebriz
Tebriz Kalesi şehirdeki en önemli tarihi eserlerden. İlhanlılar tarafından inşa edilmiş ama cami olarak. Cami yıkıldıktan sonra aralarında eğitim merkezi, silah deposu ve idam cezalarının infazı da olmak üzere farklı amaçlarla kullanılmış. Bir zamanlar buradaki cami nedeniyle Mescid-i Alişah (Alişah Camii) olarak da biliniyor. 28 metrelik yüksekliği ile bizdeki şehir kapılarına benziyor. Ne yazık ki bugün çok az bir bölümü ayakta.
Tatil Keşfettikçe Güzel, Cebine Uygun Geziler için TIKLA!
Mescid-i Kabud (Mavi Cami)
Gök Mescid ya da Mavi Cami adını süslemelerinde kullanılan muhteşem güzellikteki çinilerinden alıyor. Bu çiniler nedeniyle takılan bir isim de ‘İslam’ın Turkuazı’. 15. yüzyılın ortalarında inşa edilen yapı geçirdiği depremler sonucu büyük hasar görmüş ancak başarılı restorasyonlar sonucu günümüze ziyaretçilerini büyüleyen güzellikte ulaşabilmiş. En büyük özelliklerinden biri ‘Allah’ adının mavi çinilerle ve defalarca tekrarlanarak 1001 kez yazılmış olması.
Planlarınız arasına dünyanın ilginç köşelerinden en az birini görmeyi de ekleyin. Geriye ayrıcalıklı deneyimler bırakacak ve hayat boyu hem anlatmaktan hem hatırlamaktan keyif alacağınız seyahatler için öyle çok alternatif var ki…
Kış bitmeden buz otelde kalın
Stockholm’den 90 dakikalık bir uçuşla Jukkasjarvi’ye varıp, oradan kar otomobilleri ya da kızaklarla gideceğiniz Buz Otel’de geçireceğiniz zamanı başka bir tatille kıyaslamak mümkün değil. 1990’dan beri her yıl kasım ayında inşa edilen otel için 4 bin ton buz kullanılıyor. İlkbaharın gelişiyle tüm otel eriyip Torne Nehri’nin sularına karışıyor. Her yıl yeniden yapılan bir otel olduğu için tasarımı da değişiyor. Bu da yapacağınız tatili biricik kılan özellik.
Otelde yataktan koltuklara, bardaktan masalara kadar her şey buzdan yapılmış. Böyle bir ortamda donmamanın tek yolu özel olarak hazırlanan giysileri giymek! O yüzden daha adımınızı attığınız anda uzay mekiğine girermiş gibi özel bir paltoyla sarıp sarmalıyorlar sizi. Teknolojinin nimetlerinden faydalanılarak yapılmış uyku tulumlarını giyip, Ren geyiği postu serilmiş yatak üzerinde uyuyorsunuz. Gündüzleri donmuş gölde balık tutmak, Lapland köylerini ziyarete gitmekse tatilinizi renklendiren anlar.
Aklınızda bulunsun banyo ve tuvaletler dışarıya yapılmış, sıcak suyu borulardan geçirmeleri mümkün değil. Otelde sinema salonu, tiyatro salonu, balayı dairesi ve kilise de var. Ve eğer ocak ayı içinde giderseniz meşhur kuzey ışıklarını izlemenin eşsiz keyfini yaşayabilirsiniz.
İlkbaharda Tazmanya Canavarı'nı ziyaret