Gülben Ergen’in boşanması, benim için evliliği kadar şok etkisi yaratmadı açıkçası. Gülben Ergen olmasını falan geçtim, eldeki donelere bakınca ayrılık onlar için normal diyorsun. Ortada çoluk çocuk olunca çünkü, ağzını açamıyorsun. Beni asıl şaşırtan, Ebru Gündeş’in adam içeri alınır alınmaz, hooop hemen dava açması. Kadın, Amerika’ya iki temiz çamaşır götürmeye üşendiği için ayrıldı resmen. Sadece ünlüler ayrılmıyor tabii, ayrılık herkesin yaşayacağı bir durum neticede; peki, bir yuva ne gibi durumlarda yıkılmalı?
İçinde şiddet varsa! “Dedem de babaannemi döverdi, 60 sene mutlu mesut yaşadılar” diye karşınıza çıkan adamları boş verin. 60 sene boyunca dayakla yaşamak ister misiniz, onu düşünün.
Çocuk istismarı! Bu istismar kelimesi sadece taciz anlamında değil. Şiddet, okuma hakkının elinden alınması, küçük yaşta çalıştırılması, ilgisizlik... Çocuklarınıza kötü davranan bir adamla neden aynı evde yaşamak zorundasınız? Gerçi hoş, Türk erkeklerinin sanırım neredeyse hemen hemen hepsi, nikâhtan sonra inanılmaz değişiyor. Evlenmeden önce, sevgilisiyle bir gece daha geçirmek için canını veren adam, evlendikten sonra ‘bu akşam da annemlere gidelim’ diye tutturuyor misal. Bir de nasıl olsa elde biri var diye midir nedir, ne sürprizi oluyor, ne bir adımı.
Tabii ki aldatma! Bunu bir kere kabul ederseniz, bir sonrakilerin yolunu açarsınız bence. Hoş, adamlara göre aldatmaları bile dünyanın en normal şeyi. Telefonunda mesaj bulsanız, “Bir mesaj için amma tatava kopardın”, kafede biriyle baya samimi görseniz, “Saçmalama, kardeşim gibidir, abartma”, yatakta bassanız, “Bizim yatağımızda mı yaptım, sen buna cevap ver önce”... Ama aldatan kadınsa, aynı adamın neler yapacağını hiç yazmayayım.
O dönem, bizim okulda bile ortalık büyük bir fısıltıya boğuldu. Kızlar tuvaletine erkekler telefon yerleştirmiş, görüntülerimizi çekiyorlarmış! Soyunma odasına kamera koymuşlar. Yürürken etek altımıza bakıp, internete atacaklarmış! Hepimizi bir korku kapladı. Tabii daha kötüsü de oldu, “Onun fotoğrafları, şunun elindeymiş” diyerek, tehdit edilen bir sürü kızdan bahsedilmeye başladı. Okul artık bizim için, arkadaşlarımızla eğlendiğimiz yerden çıkıp; her an kendimizi korumamız gereken alana dönüştü. Daha iki gün önce yanında oturduğum sınıf arkadaşımdan artık kendimi korumam gerekliydi.
Ardından korkulan oldu. Bir sabah, her gün okula giderken kullandığımız o uçaklı parkta, kız çocuğunun biri kendini asmış bir şekilde bulundu. Sevgilisi (?) tarafından tehdit edilmiş, çocuk, kıza arkadaşlarıyla da birlikte olması gerektiğini söylemiş. Yoksa, kızı ailesine söyleyecekmiş. Ailesi duyarsa, kızın arkasında durmak yerine onu öldürür diyerek o da kendini öldürmeyi tercih etmiş. Minicik yaşında, ailesinin bile ona sırt çevireceğini düşünecek kadar yalnız bir çocuk. İlk aşkın masumluğunu yaşamak yerine, ona iğrenç tekliflerde bulunan, onu tehdit eden bir sevgiliye sahip çocuk!
ERKEK ÇOCUKLARINIZA SEVGİYİ ÖĞRETİN!
Mahallede babaannemler dahil, çok konuşuldu bu konu. “Su testisi su yolunda kırıldı” dendi, “Eee belliydi başına bir şey geleceği” dendi. “Zaten fink fink geziyordu” diye içlerini rahatlattılar. En kötüsü de tehditler yüzünden sorgulanan çocuk için söylenenlerdi. “Olan çocuğa oldu!” Kızın ailesi, hemen başka şehre taşındı.
Bu kelimeyi kullanmayı sevmiyorum ama bir ‘mucize’ oldu. Onca koruma yöntemlerimize rağmen; alınan sol tüpümden hamile kaldım. Yine aynı şeyleri yaşayacağım diyerek öyle korktum ki, kimseye söylemedim. Kabullenmeme, “bu kez de olmazsa” diye sevinmeme, kendimi en kötüsüne alıştırmaya çalışma derken 17’nci haftaya girdim. Daha yeni yeni, işin tatlı kısmını hissetmeye başladım. O yüzden, “Tamam artık insanlara anlatabilirim” dedim. Bu kez de etrafın baskısı garip gelmeye başladı. Ben hamileliği, yiyip içip, kocanı manava göndermek zannediyordum. Meğer alakası yokmuş. Çünkü herkesin hamilelikle ilgili bir bildiği var, herkes bir laf söyleme ihtiyacında hissediyor kendini. Ve sen, sudan çıkmış balığa dönüyorsun.
Hamilelikle ilgili herhangi bir şikâyet halinde hemen, “Allah’ın sana vermiş olduğu bu mucizeye böyle diyemezsin” diye üstüne saldıranlar... Ne yapabilirim, midem bulanıyor. Hayatımda ilk defa dört ay boyunca kesintisiz kusuyorum. Bırak, azıcık şikâyet edeyim!
GÖBEK GÖRMEK İSTİYORUUUZ!
Sürekli olarak, “Daha bunlar iyi günlerin” diye seni korkutanlar. “Dördüncü aydan sonra iştahın açılacak, şişmanlayacaksın, o zaman ararsın bu kusmaları!” “Ooo karnın kocaman olsun, sen o zaman gör”, “Çocuk doğsun, ben seni görürüm”, “Çocuk bi konuşmaya başlasın hele...”
Evlilik kararını verirken, ilk düşündüğüm şey, “çok şükür ya, akrabalar artık susacak” olmuştu. O kararı verirken inanılmaz bir korkuya kapılmıştım. Tek bir adamla birlikte olma, bir daha kimseye aşık olmama, tüm hayatımın değişmesi, aynı evin içinde sonsuza kadar birlikte yaşama! Bu korkularımın yanında bir de, “Ya benden sıkılırsa, beş sene sonra başkasına âşık olup giderse, ya ben onun için yanlış kişiysem!” Aşk dediğin şey dünyanın en garip hissi. Nereden nasıl yakalayacağını bilmiyorsun. Mesela, kocam gibi biri benim için, asla birlikte olunmaması gereken erkek tiplerinin başını çekiyordu. Ama ilk gördüğüm günden beri ağzımın suyu aka aka dolandım peşinde. Keza, ben de onun için öyleydim. Ve ikimiz de aşk için uygun olmadığımız dönemde tanışmıştık. Demek ki aşk denilen planlı programlı bir şekilde oluşmuyor. O yüzden de ikimizin başına her an gelebilir. Mesela, başka birine karşı bir şey hissettiği zaman onu mu suçlamam gerekli; yoksa kendimi mi? Ya da Allah’ın takdiri mi demem lazım?
ZEKİ TAKLİDİ YAPMANA GEREK YOK TATLIM!
Ama bir taraftan da belli bir süre geçince aşkı aramıyorsun. Tuvaletten salona giderken gördüğüm zaman beynim erimiyor mesela. Ama evin içinde görmek istediğim tek canlı da kendisi. ‘Kim 500 Milyar İster?’ yarışmasını izlerken, internetten gizli gizli cevaplarını aramıyorum artık. Çok zeki taklidine gerek yok. Zaten, “Sen bu soruyu bil, kafamı keserim!” diyerek, neyi ne derece bildiğimi biliyor.
Evet doğru: Evlenince aşkın o kafa karıştıran, ‘acaba’larla dolu olan, kendini sürekli beğendirmeye çalıştıran, beynini süngere çeviren kısmını aramıyorsun.
İkisinden de bir açıklama gelmeyince, her yaptıkları didiklenir oldu. En son, Tuba Büyüküstün, Onur Saylak’ın Instagram’da fotoğrafını beğenince, ‘barıştılar’ denildi. Hayır, sanki adam kadının babasını küvette boğmuş, evin arka bahçesine atmış. Tuba’nın da kolunu kesip, sokaklarda dilendirmiş gibi büyük bir düşmanlık bekliyorlar. Tuba Büyüküstün de olsan, alt komşumuzun kızı Hacer de olsan aynı. İnsanlar ilişkinin gidişatını sosyal medyadan öğrenip, yorum yapıyorlar.
Sosyal medya artık hayatımızın her alanında, yapacak bir şey yok. Hatta, insanlar artık sevgililerini sosyal medyadan pat diye buluyor. Mantıklı mı, gayet mantıklı! Kişinin fotoğraflarını en ince ayrıntısına kadar inceliyorsun. Kimle arkadaş, oturup tek tek bakıyorsun. Bir dakika içinde siyasi görüşüne dair fikir yürütüyorsun. Hangi mekânlara gider, en sevdiği yemek nedir biliyorsun. Nereden mezun olmuş, eski mesleği neymiş, neden oradan çıkmış pat pat pat, hepsi önünde. Eskiden bunları bulmak için canımız çıkıyordu. Adamla en az 5 buluşma gerekliydi. Şimdi hoop, baştan niyet belli.
Tam kendine uygun birini buluyorsun. İşte buluşmalar, eski sevgilisini araştırmalar derken... Eski kızla Instagram’a 3 fotoğraf atmış. Seninle daha bir tane atmadı diye içten içe, ‘İlişkimiz ciddi değil mi?’ diye dertlenmeye başlıyorsun. Önceden, ‘anasıyla beni tanıştırmadı’ muhabbeti, şimdi ‘Benimle fotoğraf koymadı’ olayına dönüyor tabii. Ardından bütün mecralardan, ‘Bunun sahibi var’ sinyalini vermek için uğraşıyorsun.
Sonra işte, işin en kötü tarafı geliyor. Adamla kavga ediyorsun mesela, aklından ilk ayrılık geçiyor. “Ama şimdi ayrılırsam, o fotoğrafları kim silecek” diye kara kara düşünüyorsun. Eş dost diyecek ki, “Bu kız da bir dikiş tutturamadı.” “Keşke bu kadar çabuk atmasaydım” diyorsun. Milleti sevindirmemek adına ayrılmıyorsun. Ama bazen de karşı tarafa ne kadar gözü kara olduğunu belli etmek için, ufacık bir tartışmada; onu evdeki buzdolabından bile engelleyip, ortada toz bırakmıyorsun. İşte bu da kötü, çünkü bunun barışması var. Bu kez de elâlem, “Ay bunlar da zırt pırt kavga ediyor. Bi cacık olmaz bu ilişkiden” diye konuşacak. Aslında ne yapsan konuşacaklar.
Ayrılık kısmında acı çekmeni izlemelerini istemiyorsun, ama adama da mesaj göndermek istiyorsun. O yüzden çok dram olmayan, genel görünen, aynı zamanda kişiselleştirebildiğin Mevlana sözlerini paylaşıyorsun. Anlayan anlıyor tabii. Misal, Gaziantep’te oturan yengen, “
Artık olayın, mistik yönü nedir ne değildir bilmiyorum ama panoya koyduğum ne varsa hep gerçek oldu. Tek şartı, pano mutlaka hep gördüğün bir yerde durmalı. Onu da şuradan biliyorum, bu sene taşınırken panomu kaybettim. Artık kaybedince lanetleniyor musun nesin, öyle bir özelliği var mı bilemedim ama o günden sonra oraya ne koyduysam olmadı. Güya 50 kiloya kadar inecektim. Biraz daha gayret etsem 50 kilo alacaktım neredeyse. Angelina Jolie ile Brad Pitt’in fotoğrafını koymuştum, ertesinde ayrıldılar! Bu sene o yüzden gözümün önünden ayırmayacağım bir hayal panosu yapmak için kolları sıvadım.
GEREKLİ OLAN MALZEMELER
Eski bir tablo ya da mukavva. O da yoksa bir kartonu dört köşe kesin olsun bitsin.
Hayalleriniz tabii. Ona uygun fotoğraf ve yazılar. Dergilerden kesebilirsiniz, yalnız kadın dergilerinin şöyle bir sorunu var: Dergiler baştan sona kadın fotoğrafı dolu. Her sayfada ilik gibi kadın fotoğrafı görüyorsun. Biri de dememiş ki şu dergiye iki tane kaslı çıtır delikanlı ekleyelim. Ya da ev fotoğrafı falan koyalım, ne bileyim, tarihten ilham alan kadınların hikâyelerine yer verelim. Bu dergileri okuyan kadınları sadece bir seksenden uzun kadın fotoğraflarına mı hasta zannediyorlar anlamıyorum. O yüzden bu sene istediğim fotoğrafları yazıcıdan çıkarttım. Zaten bu aralar yazıcımla bildiğin aşk yaşıyorum.
Bu aralar, maşallah dediğimizin ömrü üç gün mü sürüyor nedir, ayrılan ayrılana. Acun Ilıcalı- Zeynep Ilıcalı, Johnny Depp-Amber Heard, Angelina Jolie-Brad Pitt derken son bomba: Demet Şener ile İbrahim Kutluay. Üstelik, “Tamam artık bu saatten sonra onlar ayrılmaz” derken!
Zaten ilişkilerinin başını yedi düvel biliyor. Şimdi o günleri hatırlatıp, insanları rahatsız etmenin manası yok. Kaç sene geçmiş üstünden. Tarafların hepsi başka yola savrulmuş. Hatta olması gerekenden daha da mutlu olmuş. Her işte bir hayır vardır derler ya, o hesap işte.
Ardından, birtakım dedikodular dönmeye başladı. Önce kulaktan kulağa yayıldı bu dedikodular. ‘Orada gördüm’cüler, yok ‘herkes biliyor’cular derken olay patlak verdi bir yerden.
EVDE OTURUP KANIT TOPLUYORMUŞ
Ünlü olmanın en kötü yanı bence ilişkilerinde olan sorunları uluorta yaşıyor olman. Mesela, işyerindeki muhasebeci kız, eşinden ayrıldığında en fazla “Aaa yazık olmuş, kocası iyi adama benziyordu” der, konuyu kapatırsın. Hiç, ilişkisiyle yaptığı işi birbirine karıştırmazsın. Ama ünlü olunca maalesef o iş öyle olmuyor. En son Rafet El Roman ve boşanma arifesinde yaptığı abukluklar mesela; çocukluğumun karizmatik yıldızı Rafet meğersem, ayrılırken çocuklaşan adamlardanmış!
Rafet El Roman’ın sanırım her ilişkisi uzatmalı garipliklerle devam ediyor. Ben bunu hep, karşı taraf yüzünden diye düşünüyordum. Meğerse olay farklıymış. Basına yansıyan ‘son’ boşanma haberlerinden anladık. Kısaca üzerinden geçersek:Boşanma davası açılmabısından sonraRafet’in eşi Ceren Kaplakarslan mektup yazıp, bunu Rafet’e vermek yerine, her ne hikmetse, gazetelere veriyor. Mektubun içeriği, “Pişmanım, seni kıskandırmak için o hareketleri yaptım. Beni affet, ilk buluştuğumuz yerde buluşalım!.” Mektubu okur okumaz, Allah biliyor ya, “İnşallah Rafet kalkıp gitmez” diye düşündüm. Aşk mektubundan öte, adamı oraya çağırıp, akrabalarına dövdürecekmiş gibi bir his uyandırdı bende. Şüphelenmekte haklı çıktım ama kişileri karıştırdım. Ceren Kaplakarslan, “Mektubu ben yazmadım” diye çıktı ortaya. Üstelik daha şoke edici gelişmeyle, meğer Rafet El Roman mektubu kendi yazmış, kendi basına vermiş! “Tövbe estağfurullah, bu gözler daha ne görecek” derken, bu kez Twitter’dan kayınbabasıyla laf dalaşına girdi. Hem de ne laf dalaşı. Ayyy, ikisinin de yazdıklarını okurken, başkasının adına utanmak ne demekmiş bir kez daha anladım. Takipçilerine, ‘y.vşak nedir ne değildir’i, birbirlerinden örnek vererek göstermişler. Babası, Rafet El Roman’ı evliliğinin üstünden reklam yapmakla suçlamış. Rafet ise hiç altta kalmamış, kayınbabasına saymış sayıştırmış. Hal böyle olunca şak diye boşandılar tabii. Zaten bu olaylardan sonra birlikte olmaları biraz mantıksız olurdu.
TUĞBA ALTINTOP RUTİNLERİ
Açıkçası Rafet El Roman beni biraz bozguna uğrattı. Gözümde o adam hep cool, az konuşan, evde kendi halinde müzik yapan bir tipti. Hatta ilk karısı yüzünden