Spora gidince siz de ağlıyor musunuz? Lazerde sıra beklerken öleceğinizi düşünüyor musunuz? Bu ‘bakım’ denen işkenceyi kim icat etti?
Bu ‘kadın’ olma baskısı bazen beni çok yoruyor. Toplum kurallarını yemişim, özgürüm ben. Başkası için değil, kendim için bakım yaparım diye kendimi yırtsam da olmuyor kardeşlerim. Kendi koca göbeğine, babaannemin memişleri gibi sarkmış memelerine, üç günde bir fırçaladığı dişlerine bakmayan adamlar gelip, “Bıyıklı kızlar...” diye cümleye başlıyor, “Ooffff sen kendine baksana!” deyince de “Erkek adam süslenmez” diye dayılanınca gücüme gidiyor. Şu bütün dünyaya hakim olan, cinsiyetsiz moda akımının bir ülkemizde olmaması kanıma dokunuyor. Erkek bakımıyla ilgili olan her şeyi küçümsemeleri. Ya da abartmaları. Bir ay spor salonuna giden adam, öyle bir coşuyor ki adamın kariyer planlaması protein tozuymuş meğer diyorsun.
Bizimse hiç değişmeyen rutinlerimiz var tabii. Haftalık iznini kuaförde boya kokusu çekerek geçir. Saatlerce pedikür sırası bekle. Bütün maaşını güzellik salonlarında ne işe yaradığını anlamadığın, ama Seda’nın cildini ay gibi parlatan abidik gübidik aletlere ver. 17 gram marula bir buçuk iskender parasını öde. İnsanların nasıl spor salonlarına gittiğine şaşır. Sonra onlara imren, ardından tatilde yine beyti kebap gibi havluya sarılmak istemediğini düşün. Pislik Gülşah kamyon tekeri gibiyken, pilatese gide gele çubuk kraker gibi kaldığın aklına gelsin. “Günde bir saat giderim canım, ne olacak” diye bir salona yazıl. İki defa uğra, bi daha sokağından bile geçme.
Her şeye nasıl yetişelim!
Bu konuya ne kadar hazırız, test etmek için ailemize yeni bir can daha kattık, yavru bir köpek sahiplendik. İşte anne-babalıkla imtihanımızdan ilk sonuçlar....
Üniversitenin bitmesiyle, “Eee ne zaman evleneceksin” sorularına cevap verdim, şimdi sırada “Eee çocuk ne zaman” var. Ne zaman bu soruyu duysam, tüylerim diken diken oluyor. Tamam çocuk yapım aşaması kolay da kardeşim sonrası var bu işin. Sen gelip, iki dakika bebiş seveceksin diye ben neden kendimi hırpalayayım? Hayır, madem bu kadar heveslisin, buyur kendin yap.
Ben değil de sevgilim epeyce bi gaza geldi bu çocuk sevdalılarından. Eve çocuk şart, bak çocuk kısmetiyle gelirmiş, gelirken borcumuzu öder. Bir tane bebek olsa fena olmaz mı diye diye sabah akşam beynimi yiyor artık. Dedim, tamam. Madem istiyorsun, önce bakalım ebeveynliğe hazır mıyız değil miyiz. Yavru bi köpek sahiplendik. Sahiplendiğimiz Pablo ile beraber zaten evde yaşayan hayvan sayısı bizi geçti. Ev evlikten çıktı, ‘Karagöz Barınağı’na döndü.
Biliyoruz, tarihi eserlere “Bunu yazan Tosun” kıvamında cümleleri kazımaman gerektiğini bilmiyorsun. Çünkü ülkende bunun suç olduğunu kimse söylemedi. Peki bilmediğin daha neler var? İşte Pucca’dan bir hizmet daha!
Roma’da tarihi eser kazıyan Türk Erasmus öğrencisi biliyorsunuz herhalde. Her dağa taşa adımızı bırakmaya hevesli olduğumuzdan, sen tut, tarihi esere adını kazı. Yakalanınca da, “haberim yoktu yasak olduğundan” diye cevapla. Aslında çocuğa da kızmamak lazım. Türkiye’de müze gezme olayı, ilkokul hocamızın bizi götürdüğü Atatürk Evi’nden öteye gitmediği için bilmemek normal. Onda da zaten çoğu öğrenci babası geceden bilet parasını vermedi diye gidemiyordu. Müze gezmek, sanatla ilgilenmek lüks gibi geliyor bize. Haberi okudum, “Bu aralar da tam Erasmus zamanı” dedim, Pucca’dan bir hizmet daha! Erasmus’a gidenlere altın niteliğinde tavsiyeler. İlk madde olarak, öncelikle tarihi eserler konusunda, kültürü konusunda bilgileniyoruz. Bunu geçelim. Sonra ne yapıyoruz, bakalım...
“Nasıl İspanyol gibi görünürüm” telaşı
- Gittiğin gün sosyal medya profillerine hemen ‘travel’ falan yazma istersen. Daha bunun okulu bitirmesi, iş bulması, erkeksen askerliği, kızsan yumurtalıkların halihazırdayken çocuk falan yapması, ohoooo... Zamanın bolmuş gibi duruyor ama kazın ayağı öyle değil.
Yıllar önce Hollywood’un bütün seyrini değiştiren, senaryo yapıtaşlarıyla bütün filmlerin atası sayılabilecek bir seri olunca böyle olması normal. Normal ama Star Wars’dan çok, ağzını yaya yaya “Ayyy Star Wars ne be! Hiç izlemedim, asla izlemem” burun kıvırmaları daha çok olmaya başladı.
Sinema-TV’de okuyunca doğal olarak, Star Wars izlemek bize büyük şart. Sıkıyorsa izleme. Üniversiteye gidene kadar, yabancı dizilerden adını duyup, orada burada oyuncaklarını görüp, “Bu neymiş be” diye merak bile etmediğim bir durumdu benim için. Ardından okulu ek kontenjanla kazanınca tabii, derslerin çoğundan geri kaldığım gibi arkadaşlıktan da geri kalmıştım. Herkes hemen kankasını, sınıfın yakışıklısını, hatta geri zekâlısını bile seçmişti. Adapte olmaya çalıştıkça daha da batıyordum. Bir de hepsi birlik olmuş gibi Star Wars filminden bahsediyor. Hayır, eğitim sistemimiz belli, kimsenin oturup bütün lise hayatını “Ben televizyoncu olcam” diye geçirmediğinden eminim. Ne ara sinefil oldunuz diye kara kara düşünüyorum. Sonradan çaktım. Her okulun olduğu gibi bizim okulun da favori hocası vardı ve ben gelmeden çocuklara Star Wars’u anlata anlata bitirememiş. Bi de üstüne “Bu seriyi izlemeyen bu okulda okumasın” demiş. Çocuklar da tabii hepsini izleyip, bir anda Jedi haline gelmiş.
Ne yapsam aralarına giremiyorum
Bir taraf Seçkin Piriler’i gurursuzlukla, diğer taraf Kıvılcım Ural’ı yuva yıkıcılıkla suçluyor. Laf edilmeyen, toz kondurulmayan, masum tek biri var bu hikâyede: O da aldatan taraf, Kaan Tangöze...
Kaan Tangöze’nin karısını uluorta aldattığının fotoğraflarını görmeyen kalmadı sanırım. Açıkçası ilk duyduğum zaman öyle çok dikkatimi çekmemişti. Asıl şoku, seneler önce Seçkin Piriler ile evlenince yaşamıştım. Gözlerimi kanatan o korkunç yorgandan bozma gelinlik hâlâ kâbuslarıma girer. Ardından olay büyüdü büyüdü, kafamı çevirdiğim her alanda bunları görünce “Ay dur ben de burnumu sokayım” dedim.
Gariban Kaan, şeytan Kıvılcım
Açıkçası ilk üç gün, “Yazık, demek ki Kıvılcım Ural, Kaan Tangöze’ye çok geç kalmış” dedim. Sonra adamın meğer iki çocuğu varmış, bunu öğrendim. “Yazıktır, günahtır” dedim. Ardından etrafımda olan yorumlar, internette insanların yazdıklarını okuyunca “Allah” dedim “ne oluyor, herkes Kıvılcım Ural’ı suçluyor?” Ama ne suçlama! Sanki kız, Kaan’ın elini ayağını bağladı, tecavüz etti, zorla ona sahip oldu. Gariban Kaan, karısını aldatmak istemeyen, evine, yuvasına sonsuz aşkla bağlı Kaan bir anda bu gaddar, kötü kalpli, yuva yıkıcı, şeytani dişinin oyununa geldi. Kıza nasıl saldırıyorlar, bir kişi bile adamdan bahsetmiyor. “Dayı sen ne yaptın, çoluğunu çocuğunu düşünmek zorunda olan sensin” demiyor.
1-Düğünü eğlenmek için değil, akrabalar için yapıyorsun. O yüzden öyle eş dostla eğlenirim, amaaan bugün benim günüm diye düşünüyorsan baştan uyarayım. Zaten iki buçuk saatin milleti öpmekle, bir saatin takı beklemekle, kalan saatlerin ise milleti uğurlamakla geçiyor. Yani o kişi başına bir servet ödediğin yemeklerden bir lokma bile yiyemiyorsun.
2-Takılan altınlarla da borç falan kapanmıyor. Yukarıda olan maddeye hoop geri dönüyoruz. Altını zaten sadece akrabalar taktığı için onları eğlendirmekte fayda var. Ekonomik durum zaten belli, aşirete gelin gitmediyse evliliğinin ilk sabahı çeyrek sayarken ağlama ihtimalin çok yüksek.
3-En fazla kavgayı evliliğin ilk günleri yapıyorsun. Çünkü birlikte yaşamayı yeni yeni öğreniyorsun. Adamın huyu suyu o zamanlar belli oluyor. Sen baskın karakter olmak için uğraşıyorsun. Başta nasıl başlarsa öyle devam eder diye cazgırlık üstüne cazgırlık. Hiç anlamadığım o klozet kapağı ve diş macunu yüzünden asla kavga etmiyorsunuz. Zaten kavga edilecek o kadar çok neden var ki klozet onların yanında hava cıva.
Bir hafta sonra teslim edeceklerini söylediler. “Bir hafta akıllı telefonsuz nasıl yaşarım” konulu bir deney yaptım. Sonuç mu? İşte...
Birinci gün çok paniktim. Elim sürekli telefonuma gidiyordu. Her fırsatta aradım durdum. Sürekli bacağımı, kolumu bir yerde unutmuşum gibi hissediyordum.
Neyse en azından bazı şeylere artık daha iyi konsantre olurum diye düşündüm. Yazı yazmaya, film izlemeye, hatta yemek yemeye bile. Yazı yazarken bir kere çok rahatsızdım, ay şu kelimenin anlamı neydi, doğru mu yazdım bunu. Aslında olay öyle miydi diye diye kendi kendimi sinir ettim. Film izlerken inanılmaz rahatsızdım. İstesem de adapte olamıyordum. “Ay şu oyuncuyu ben nereden tanıyordum ya” diyerek elim sürekli Google aradı durdu.
Hepimizin söylediği, ‘şu telefonları bıraksak, artık muhabbet etsek’ geyiği var ya. Hani 40 yılda bir arkadaşlarınızla toplanırsınız. Onda da herkes telefondadır. Herhalde telefonsuzluğun kerametini en iyi burada görürüm dedim. O da beklediğim gibi gitmedi. Bir kere herkesin elinde telefon olunca, şarjı yeni bitmiş insan tribi attım durdum. Artık en sonunda “Ee yeter be, bırakın artık şunları!” diye sinirlendim. Muhabbete başladık, bu kez daha kötü oldu. Dedikodu yapacağımız her insanın sosyal medya hesabına bakmak zorundaydık. “Onun yeni sevgilisi”, “Kız bu daha yeni o çocukla değil miydi?”, “O gün üzerine giydiği şeyi gördün mü?”, “Ayrılmışlar ya Twitter’a şarkı sözü yazıp duruyordu...” Ki dedikodu benim en iyi alanım sayılır. Muhabbetin kıyısından köşesinden girmeye çalıştım ama artık dedikodunun bile teknoloji olmadan ilerlemediğini gördüm.
Meğerse telefon benim için uyku ilacı gibi bir şeymiş, bunu fark ettim. Yatmadan önce bakamadığım için sabahın beşine kadar yatakta kıvrandım durdum.
Benim hakkımda atın tutun!
Ama yanında sevgilisi var. Şimdi üzülecek misiniz, kızacak mısınız? Kızsanız neye, kime olacak.
Adam yok ortada. Ölümüne perişan olsanız, ee aldatılmışsınız! İki ucu çoklu denklem.
‘İşte Benim Stilim’ yarışmasını bilmeyen yok diye düşünüyorum. Şimdi burada size boşuna entel dantel, “Tatlım ben hayatta TV izlemem” yalanları atmayacağım. Çatır çatır izliyorum valla. ‘İşte Benim Stilim’ de ilk sezon ilgimi çekti, sonra kız kavgasından başım ağrıdı. Geçenlerde yine kanal değiştirirken baktım. Yarışmacılardan Nazlı Hamarat’ın kocası, kafası kesilerek öldürülmüş. Adamın yanında 19 yaşındaki sevgilisi varmış. Kadın bir yandan ağlıyor, diğer kız başka programda ağlıyor, “Boğazı kesilirken gördüm, ellerimi kelepçelemişlerdi bir şey yapamadım.” Öldürülme hikâyesini öyle soğukkanlılıkla anlatıyor ki kız, zannedersin sucuklu kuru fasulye tarifi veriyor.
Kocam katılmamı isterdi