‘Gelin Evi’ diye bir program var, sanırım çok uzun zamandır yayında ama geçenlerde izleme fırsatı buldum. Evliliğimin ilk aylarında, Facebook’ta, ‘yeni gelin evleri’, ‘gelinlerin tatlı telaşı’ gibi sayko sayfaları izliyordum, sonrasında bünyem daha fazla takibe izin vermedi. Program da, o sayfaların ekrana yansıtılmış hali. Beş gelin, her hafta birinin evine gidiyor. Gittiği evi aşağılayıp, puan veriyor. En fazla puanı alan gelin ise beşibiryerdeyi kazanıyor.
Dedim, “Kendimi test edeyim bakayım, ne kadar iyi bir yeni gelinim”. Öncelikle yeni bir gelinsen kesinlikle bakışlarında sinsilik, fesatlık ve küçümseme olmalı. Gelinlerin birinin bile suratında nur yok. Hepsi hayattan tiksiniyor gibi.
Evleri öyle bir eleştiriyorlar ki, hiç tanımadığı birine değil de kocasının eski sevgilisinin evine gelmiş gibi davranıyorlar. Her odayı tek tek inceliyorlar. Mobilyaları toz beziyle kontrol ediyorlar. Her şeyin ama her şeyin fiyatını soruyorlar. Tuzluğun fiyatını soranı bile gördüm.
Yemek takımlarının modası varmış!
Çeyiz serme diye bir olay var. Evlerinde bir odayı ‘çeyiz odası’ yapmışlar. Gereksiz ne varsa orada. Hiç kullanmayacakları danteller, banyoya koymaya kıyamayacağın lifler, kına gecesinden kalan balonlara kadar o odada. Ama en fazla puan da o odada kırılıyor. Ayy ben de kendime çeyiz diye, konsol oyunu almıştım. En ihtiyacımız olan şey o diye düşünmüştüm. Ardından ‘ikramlıklar’ diye bir olay var. Gelin hanım, masaya ikramlıklarını dolduruyor. Islak kekten, sarmasına, böreğine... Orada yemeklerden daha çok, tabağa çanağa geçiriyorlar. Yemekleri genelde gelinin akrabaları yapmış oluyor. Gelinin biri yemek takımını üç sene önce almış diye demediklerini bırakmadılar. Yemek takımlarının bile modası varmış. Bir de kavga edecekler zannettiğin sahneler oluyor. “Masa örtüsünün üstüne neden runner koymadın!” diye kadını az kalsın bıçaklayacaklardı.
Bundan 3 sene önce, evdeki köpek sayısı fazlalaşınca şehir hayatından kopup, banliyo denilen dağ başında bahçeli evlerden birine taşınmıştım. Taşındığım yerde, neredeyse bütün evler kedi, köpek hatta tavuk beslerken, bana denk gele gele iki günde bir, “Toplattırcam bu köpekleri’’, “Bu köpeklerin yeri orman; bahçede bakılmaz”, “Köpeğiniz havlıyor, attırcam onu” diyen komşu geldi. Biz de dayanamadık, taşınmaya karar verdik. Bu arada ev arama serüvenimiz çok garipti. “Bekâra, öğrenciye ev vermem” olayından sonra bir ev sahibi, “Yazar ve oyuncuya ev vermem” diye resmen bizi istemedi. Her şeyde bir hayır varmış, zamanında göz koyduğum, “Ayy bu ev ne güzelmiş” diye iç geçirdiğim bi ev, şans bu ya karşımıza çıktı. Ve o iş oldu! Ev sahibim üstelik Tuba Ünsal. Çok havalı ya.
VAY BE, NE HIZLI OLDU HER ŞEY!
Neyse, evi tuttuk. Boşken bakalım diye geçtik içeri. Ardından kutlama için Osi ile bir şarap aldık. Bahçede oturuyoruz, üst katlarda bir dairede Ayla Çelik’in şarkısı çalıyor. Elimde kadeh, şöyle derin bir iç geçiriyorum. Teknik olarak bu ilk evimiz sayılır. Beraber baktığımız, beğendiğimiz, heyecanlandığımız... Keşke birkaç yere mum falan yaksaydım diye düşünüyorum. Bir yandan şarkıyı mırıldanıyorum. Bir yandan da sanki ilk günlerdeymişiz gibi karşılıklı bakışıyoruz. Vay be diyorum, ne hızlı oldu her şey. ‘Ben dünyanın en büyük âşığı olabilirim/ Ben koynunda yüz sene bin sene durabilirim...’
TRİP ATTIĞIMI BİLE ANLAMIYOR!
Ne zaman “Çocuk yapsam mı?” diye eşe dosta danışsam, bütün arkadaşlarım, “Bak sen çocuk istiyorsun ama...” diyerek, ‘dünyanın oksijeni bitiyor’ konulu makaleler gönderiyordu.
Sanki benim bebeğim son kalan oksijeni hüpletecek gibi, el kadar bebe dert oldu onlara.
Öyle, ‘bu kirli dünyaya çocuk getiremem’ geyiğine de girmiyorum.
Bu dünya 1930’larda da kirliydi, ortaçağda da. İnsanlık hep kirli.
Yıllardır sürekli aynı kâbusu görüyorum.
Çocuklukta yaşadığım evdeyim, evin kapıları ve pencereleri kilitli.
Oradan bir türlü çıkamıyorum.
Merdivenlerinden çıkarken çok yoruluyorum, son basamağı bir türlü aşamıyorum.
Çok iyi bir şoför değilim. Öyle makaslar falan atamam, hız yapamam. Araba kullanırken, yanımdakiyle bile konuşamam. İnanılmaz dikkatli kullanmama rağmen, bazen işler benim dikkatime bakmıyormuş, geçenlerde onu anladım. Alaçatı Ot Festivali için, İstanbul’dan Alaçatı’ya giden 700 bininci insan olarak, bir gözleme yiyip İstanbul’a dönüyorduk. Balıkesir’e kadar ben kullanacaktım, sonrasını Osi. Kemerleri taktık. “Bakkaldan bir şeyler alsak mı” diye konuştuk. Bunlar olurken düşündüm. ‘Ne güzel, artık hayatımın ballı dönemlerini yaşıyorum. Tatile kocamla Alaçatı’ya geliyorum. Ailemle akşam yemeği yiyorum. Artık kötü günler geride kaldı’ dedim.
BEYNİM Mİ AKIYOR
Virajı alırken önüme bir anda bir motosiklet kırdı, eğer direksiyonu sola doğru çevirmeseydim, ona çarpacaktım. O an zaten bu hesabı ben değil, reflekslerim yaptı. Sonra bir patlama sesi. Ardından kendimi kaldırımda otururken buldum. Oraya nasıl geldim hiç hatırlamıyorum. Yanıma baktım, Osi bana bakıp ağlıyor, ben ona bakıp ağlamaya başladım. Sonra kesik kesik her şey, bir ara Osi’yi birilerini kovalarken hatırlıyorum. Hastaneye gittiğimizdeyse, tamamen kendimdeydim. Çünkü başka şansım yoktu. Panik atak hastası bir kocanız varsa asla ama asla kötü olamazsınız. Nöbet geçiriyordu, hastaneyi “Beyin kanaması geçiriyorum” diye birbirine kattı. Alnında 3 milimetrelik bir çizik varmış, bunu 3 santimetre diye anlamış. “Beynim akıyor” diye yeri göğü inleterek bağırıyordu. Bu arada, arabanın hava yastıkları suratımı darma duman etti. Bir dişim kırık, burnum çatlak; bir gözüm o kadar şiş ki görmüyorum. Dizlerim paramparça. Direksiyona yapışık araba kullanmaktan sanırım en çok zararı ben gördüm. Ama o an inan tek düşündüğüm, Osi’nin susmasıydı.
DÜĞÜNDEN ÖNCE ÖLEYİM DEME!
Geçenlerde ‘benim adam’a bir yorum geldi, “Bence iki ay önce ayrıldı bunlar” temalı hakaret içeren bir yorum.
Lan, ne oluyor, sen kimsin?
Ardında da, “Pardon ben sizi Rıza Esendemir sandım. Siz başkasının kocasıymışsınız.” Bunu da komik bulup yayınlayınca, insanlar bir coştu.
Vayy o kadını nasıl deşifre edermişim. İşte deşifre etmek yakışmış mı? Yanlış anlamış olamaz mı?
Haftalık iznimizin büyük çoğunluğunu malumunuz kuaförde geçiriyoruz. Saç, kaş, eller, ayaklar. Kuaförler bi nevi bizim için kutsal mekânlar. Kendimizi iyi hissettiğimiz, güzelleştiğimiz, dedikodu yaptığımız, bakım tüyoları aldığımız. Ama kuaföre gitme seansları bana işkence geliyor. İyi yanları var eyvallah ama gitmeden önce kendimi şunlara hazırlıyorum da gidiyorum...
Kadınların, kuaför konusunda en sıkıntılı olduğu konu, saç boyu mevzuu. Şimdi yalan söylemek gibi olmasın, daha öyle bir sorunum olmadı. Benim daha çok perçemlerle ilgili sorunum oluyor. Ya 90’lar dergilerinden fırlamış gibi kocaman içe doğru dönük kestiler, ya alnımın başladığı yerde minicik. Bir keresinde de yamuk kesmişti, “Ee bu yamuk deyince, adam beni “Senin kafan yamuk!” diyerek yollamıştı.
Benim asıl sorunum, o kurutma makinesiyle kafamın derisine derisine sıcak havayı üfletirken, bir şey sormaları. Anlamıyorum, kurban olayım, an-la-mı-yo-rum! Ne derlerse gülümsemek zorunda kalıyorum.
Anamın babamın beni aşağılamadığı kadar kuaförde aşağılanıyorum. “Bu saçları kim yaptı?”dan bir başlıyor. “Bu saçları ancak, yaza kadar kendine getiririz. Çok kötü, çook kötü!” Oysa ben oraya kendimi daha iyi hissetmek için gitmiştim.
Petekkaya’nın konu ilgili cevaplara bakınca “Ben bunu bir yerden tanıyorum ya” dedim. Bana hiç yabancı gelmedi bu cevaplar, bu tavır... Sağımız solumuz Erkan Petekkaya’larla çevrili çünkü.
İşyerindeki Erkan Petekkaya’ları kokularından tanırsınız. Koridordan geçerken bile o ağır tıraş balsam’ıyla karışık parfüm kokusunu bırakırlar. Saçlarına inanılmaz özen gösterirler. Büyük ihtimalle her gece yatarken ‘Allahım sana inandım, sana güvendim, ne olur saçlarımı dökme’ diye dua ediyorlar. İşlerinde çok başarılı olmasalar bile fazla özgüven yüzünden sanki bir şeyler başarıyormuş gibi gözükürler.
Sağında solunda dolanan ‘soluk tipli’ erkekler vardır. Bunlarla beraberken seksist şakalar, üç-beş abuk sabuk hikâye ve sürekli telefonundan ne gösterdiğini anlayamadığımız videolar etrafında gelişen muhabbetleri vardır.
Devamlı bir bekleyen ‘yengesi’ vardır bunların; “Yengen bekler, ben kaçar”, “Yengen duymasın, vallahi öldürür”...
‘İyiliğin için sordum kızım!’