Prof.Dr. Mikdat Kadıoğlu

Örnek bir halka inme ve selde Avrupa Birliği’ne uyum çalışması

13 Aralık 2010
Eskiden selleri daha çok bahar ve yaz aylarında görürdük. Şimdi kışın başında soğuk havaları iliklerimizde hissettiğimiz bu günlerde bile sellerin, insan sağlığı, çevre, kültürel varlıklar ve ekonomik faaliyetler üzerinde yarattığı olumsuz etkileri giderek artmakta.

Geçenlerde afet yönetimi toplantılarının birinde büyük bir ilimizin yöneticilerinden biriyle karşılaştım. İlindeki yaptıkları afet planı, afet bilgi sistemi, vb çalışmalarını anlatıyordu. Yapılanlar afet yönetimi ile ilgiliydi ama afet yönetiminin temel kavramları yanlış, eksik, yersiz kullanılmış veya gerektiği gibi kullanılmamıştı. Buna “bizim ilde sadece şu konularda çalışan hocalar var” diye bir açıklama getirdi. O an geçirdiğim şok nedeniyle “Çin’de de olsa ilmi arayınız. Çünkü ilim öğrenmek her Müslümana farzdır” hadisini hatırlatmak aklıma gelmedi. Maalesef son yıllarda ülkemizde “bana, bize, kuruma göre” diye konuşanları sayısı artmakta. Evrensel standartları, bilimi takip edip uygulamaya ve ezberini bozmaya çalışan yok denecek kadar az...

TÜRKİYE LİSTEDE ÜÇÜNCÜ

Avrupa’da da sellerin sıklığının ve şiddetinin artış göstermesi nedeniyle Avrupa Birliği (AB) Komisyonu Sel Direktifi’ni 18 Ocak 2006’da teklif edilmiş. Tam adı “Sel Risklerinin Değerlendirilmesi ve Yönetimi” olan Sel Direktifi, Avrupa Parlamentosu ve Bakanlar Konseyi’nin kararıyla 23 Ekim 2007’de kabul edildi ve 26 Kasım 2007’de yürürlüğe girdi. 2003’te yayınlanan Avrupa Çevre Ajansı Raporu’na göre Türkiye, Çek Cumhuriyeti ve Romanya’dan sonra son yıllardaki sellerden Gayri Safi Milli Hasıla’ya oranı bakımından en olumsuz etkilenen üçüncü ülke. Fakat biz hâlâ “sel” mi, yok “taşkın” mı diye tartışıp ezberimizi bozmamak için garip mücadeleler vermek ile meşguluz...
AB Sel Direktifini ben ilk defa GAPSEL projesini yapanlardan duydum. 3-4 Aralık’ta Şanlıurfa’da GAPSEL Projesi kazanımlarının paylaşılması ve ulusal, uluslararası ölçekte sel risk yönetimi yaklaşımları konusunda deneyim paylaşımını amaçlayan Sel Risk Yönetimi Konferansı kapsamında “Afet Yönetimi ve Yasal Çerçeve”, “Sel Risk Yönetimi”, “Afet ve Sürdürülebilir Kalkınma” konuları tartışmalarına katılarak bu projeyi ve ekibibi tanıma fırsatı buldum. Konuyu doğru ve bir bütün olarak ele almışlar...

ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

Şüphesiz devlet AB uyum sürecinde AB Sel Direktifi’ni izleyip değerlendirerek Türkiye’deki Sel Risk Yönetimi konusunda ilgili yasal ve kurumsal düzenlemelere gidecek. Ben burada konferansın kapanış bildirgesindeki çözüm önerilerini özetlemek istiyorum:
1) Toplum temelli çalışmalarla sel gibi afetlere dirençli toplum oluşturulmalı. 2) Kalkınma, yoksullukla mücadele, çevre ve afetler arasındaki ilişki dikkate alınmalı. 3) Sel ve taşkın gibi afet ve afet yönetimi terimlerinde dil ve fikirbirliği sağlanmalı 4) Sel konusunda ortak format ve risk analizi gibi her konuda kullanılabilir veri üretilmeli. 5) Yapı ruhsatı verilirken sel tehlike ve riski de dikkate alınmalı. 6) Dere ve sel yatakları yer şekillerine uygun zonlama yapılarak korunma lı. 7) Tüm çalışmalara halkla beraber tüm paydaşların katılımı sağlanmalı. 8) MEB ilk ve orta öğretim müfredatına sel konuları da gerektiği gibi alınmalı. 9) Kurumların (mali, teknik ve insan) kapasitesi bütün olarak geliştirilmeli. 10) “Sel Erken Uyarı Sistemi” yaygınlaştırılmalı ve herkes bilinçlendirilmeli. 11) Sel Sigortası’nı da kapsayan “Afet Sigortaları” kanun taslağı hayata geçirilmeli. 12) Tekil afet türleri yerine “Bütünleşik Afet Master Plan”ı hazırlanmalı. 13) AB Sel Direktifleri doğrultusunda 2011, 2013, 2015’e kadar gerçekleştirilmesi beklenen faaliyetlerde tüm ilgili kurumların işbirliği ve koordinasyonu kuvvetlendirilmeli. 14) Geçmişte yaşanan afetlerin unutulmaması ve farkındalık/duyarlılık oluşturmak için görsel bilgilendirme malzemeleri müze gibi yerlerde sergilenmeli...

Yazının Devamını Oku

Sokakdaki it dalaşından korunmanın kuralları

6 Aralık 2010
İt dalaşını sadece havada uçaklar yapmaz. Mahallede, sokak aralarında, üniversite kampüslerinde başı boş köpeklerle köpeklerden korkanlar arasında hergün it dalaşı yaşanıyor. Sorun şu ki köpekten korkanlar “İtle davranma qaydaları”nı bilmemekte.

Benim köpeklerle hiç bir problemim yok. Allerjim yüzünden onları uzaktan severim. Beni gören kedi, köpek hatta da bebekler benden korkmaz, hatta nedendir bilmem ama gelip bana sırnaşır. Fakat etrafımdaki koca adam ve özellikle de bayanlar köpeklerden inanılmaz şekilde korkuyor. Yanında rehberlik edecek (yani köpek kovucu) biri olmadan kampüste bir noktadan diğer bir noktaya gidemeyenler var.

KİTABINI ALDIM

Trabzon’da AFAD’ın düzenlediği bir sel ve heyelan konferansında Azerbeycan’dan gelen Prof. Dr. Habib Ojagov adlı bir meslektaşım bana “Fövqelade Hallarda Davranış Qaydaları” adlı Azeri Türkçesinde yazılmış bir kitap verdi. Bu kitapda “İtle davranma qaydaları” adlı bir bölüm var. Azeri Türkçesini anlamakta zorluk çekiyorum bu nedenle oradan köpek severlere “it size hamle ederse” ne yapmanız gerektiğini olduğu gibi aktarayım. Cümlenin tamamını okuyunca denileni anlıyorsunuz; kelimelere takılmayın.
“İtle davranma qaydaları
Uzun esrler boyu it insana yoldaş ve kömekçi olmuşdur. Bununla bela, insan onların hücumunun qurbanı olur. Bela hücumlar müxtelif sebeblerden baş verir. Buna göre de bu cür hemlelerden yayınmaq, onların qarşısını almaq ve def etmeyi bacarmaq tehlükesiz yaşamaq üşün vacib şertlerden biridir.
Yadda saxlamaq lazımdır ki, it insana yalnız müeyyen sebebden hücum edir. Birinci növbede ite sataşmayın, yanından laqeyd keçin ve ondan qorxduğunuzu hiss etdirmeyin.
* İt sizi qapmaq üçün hemeleye hazırlaşırsa dayanın ve sert sesle: “Yerinde!”, “Dayan!”, “Otur!”, “Get!” kimi komandalar verin. Bele cürbecür komandalar bir çox hallarda heyvanı çaş-baş salır ve o, qetiyyetini itirir.

Yazının Devamını Oku

Sayın Bakan Ali Babacan; lütfen zam yapma, bak trafik de bir mali kaynak!

29 Kasım 2010
Bildiğiniz gibi ben ona buna sataşıp polemik yapmadığım için basında bir tartışma filan yaratmıyorum. Benzer şekilde okuyucudan da olumlu ya da olumsuz tepkiler gelmiyor. Sanki burada dipsiz bir kuyuya taş atıyorum. Bu durumda canım tatile çıkmak istiyor ama şu trafik anarşisi başımı belaya sokacak. Artık fahri trafik müfettişi olmak istiyorum! Oturdum bayram sonrası size ne yazayım, diye düşünmeye. Aklıma bir çok şey geliyor ama aralarından birini seçemiyorum. İnternetten gazetelere bir göz gezdirdim, millet kışın bu kurak ve kirli havalarına “güzel” diyerek neredeyse göbek atıyor. Televizyon ise bayram dönüşü trafik yoğunluğu ve kazalardan bahsediyor. Trafik deyince benim tüylerim diken diken olur!Herkesin bildiği İstanbul’daki trafik anarşisinden bahsetmeme gerek yok. Aslında Sirkeci’den arabalı vapura binip Harem’e geçmek için girdiğim araç kuyruğunda verdiğim meydan savaşını da hiç kimseye anlatmak istemem. Çünkü İstanbul’da kanunların nasıl uygulanamaz hal aldığını; artık gözü dönmüş saygısız sürücülerle polisin bile baş edemediğinden bahsetmek zorunda kalmam beni üzüyor.KESİN CEZAYI, KORSANLAR ÜZÜLSÜN ÜLKE KALKINSINAklıma bir ara New York polisinin grevi ve bunun üzerine trafik cezalarından gelen paranın kesilmesi sonucu sıkıntıya giren Belediye Başkanı geldi. Bu durumda Bakanımız Sayın Ali Babacan’a şaşıyorum doğrusu. Mali af ya da vergiler ile bütçeye kaynak yaratmak için uğraşıp duruyor. Halbuki insana ve kanunlara saygısız binlerce sürücü var. Artık arabalı vapur kuyruğu bir yana, herhangi bir caddede ya da çevre yolunda durup, yıl boyunca, hiç durmadan kesilecek trafik cezaları hem trafiği, hem de hazineyi düzeltir. Hem zorla da olsa insana saygı gösterirler, hem trafiğe düzen hem de bu şehire ve ülkeye biraz medeniyet gelir.Medeniyet nedir? En basit anlamda, kural koyup ona uymak demektir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin koyduğu kurallara uyulmayan bir yerde medeniyetten bahsedilemez. Medeniyetsizliği görmek isterseniz Sirkeci’deki arabalı vapur kuyruğuna kaynak yapmak isteyenlerle onları engellemek isteyen bir kaç şaşkının verdiği mücadeleyi gidip yerinde izleyin. O şaşkınlardan biri de bendim! Karadenizli kafası işte, bir kamyonetin kuyruğun başından ahlaksız bir şekilde girmesini engellemek için yeni otomobilimi siber ettim. Sonradan sol tarafdaki çizikleri görünce aklım başıma geldi. Allah’tan o an çizikleri filan fark edemedim. Yoksa bir de başım belaya girecekti...REYTİNG GARANTİ İDO güvenliği ve çalışanlarına “bu ne rezalet!” deyince bir dokun bir işit oluyorsunuz. Güvenliğin kuyrukla ilgili bir yetkisi yokmuş. Yardıma çağrılan polis ise 10 dakikadan fazla dayanamıyormuş! Buna inanamadım ama ortalıkta hiç polis olmaması ve orada vatandaşın özgürce birbirini yemesinin de başka bir açıklaması yok. Ben bir TV kanalında yetkili veya etkili biri olsam örneğin cuma akşamları Sirkeci arabalı vapur kuyruğuna canlı yayın aracı gönderip oradan naklen yayın yapardım. Rayting rekoru filan garanti!İşin kötüsü bendeki sigortalar o kadar atmış ki o an kamyonetin plakasını almak bile aklıma gelmedi. Ama geçenlerde Mecidiyeköy’den Boğaziçi Köprüsü’ne doğru ilerlerken önümdeki aracın sürücü camından avuç avuç çöpün yola döküldüğünü gördüm. Uzunlarımı yakıp söndürdüm, korna çaldım, faydası olmadı. Hâlâ bir şeyler atıyor. Sonra plakasını alıp polise bildirerek bir nevi hazinemize ve şehrimize katkım oldu!..Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanımız Sayın Ali Babacan ile polis ve trafikten sorumlu İçileri Bakanımız Sayın Beşir Atalay’a sesleniyorum: Size yardımcı olabilmem için lütfen bana “fahri trafik müfettişi” olarak görev ve bir kamyon dolusu da ceza makbuzu verin! Haberiniz olsun artık İstanbul’un taşı toprağı değil; araç kuyrukları, emniyet şeritleri altın!..
Yazının Devamını Oku

Olası İstanbul depremini tahmin etmek için ben de “Deprem Bulutu”na baktım

22 Kasım 2010
Gün geçmiyor ki deprem tahmincileri medyamızda boy göstermesin. Bu gün deprem tahminde karıncalar “out”, uydu görüntülerindeki bulutlara bakmak “in” (moda) oldu! “Bulut ve Yağış Fiziği” ve “Uydu Meteorolojisi” derslerini vermiş bir akademisyen olarak “bu adamlar ne yapıyor” diye bakıp sizi bilgilendireyim dedim. Sonuç “Allah hepimizi ıslah etsin” oldu.

Aslında deprem bulutu yeni bir şey değil; bin yıl öncesinden beri biliniyor. Özellikleri konusunda antik belgelerde özetle şunlar yazılı: “Güneşli ve sıcak bir günde gökyüzü mavi ve açıktı. Ansızın, gökyüzünü uzun bir yılan gibi kaplayan siyah bulutlar belirdi... Bir deprem meydana gelmeden önce yeraltı kaya katmanlarındaki çatlaklardan, fay hattı boyunca gaz çıkışı oluyor. Bu gaz, gökyüzüne yükselip soğuk havayla karşılaşınca yapay ve ince uzun bulutlar oluşuyor. Bu bulutun üzerinde görüldüğü yerde 76 gün içinde deprem oluyor...” ABD’de yaşayan ve Çinli emekli bir kimyacı olan Zonghou Shou uydulardan alınan bulut gözlemlerine bakarak depremi yüzde 70 başarı ile belirlediğini iddia etmesiyle deprem bulutları tekrar gündeme geldi.

BULUTU YORUMLAMAK UZMANLIK İSTER

Meteoroloji uydu görüntüleri büyük miktarda bilgi içerir ve gerekli eğitimi almamış kişilerce yorumlanamaz. Uydu görüntülerindeki bulutların yorumlanabilmesi için de ayrıca bulutlar ve bulutların oluşumu hakkında yeterli bilgiye sahip olunması gerekir. Bulut sınıflandırması Luke Howard tarafından 1803’te yapılmıştır ve teorik olarak bugün dünyada 11 bin 340 çeşit bulut var. Bu kadar çok sayıdaki bulut içinden seçip işte bu “deprem”, bu “aşk” bulutu diyebilmek için meteorolojiye bir ömür vermek gerekir. Yoksa, dağ dalgaları, bulut caddeleri, yer çekimi dalgaları, uçak ve gemi egzoz izleri ve ip bulutları gibi her ince ve uzun bulutu kolayca “deprem bulutu” olarak adlandırabilirsiniz.
Görünür ışıkta alınmış uydu görüntüleri, bulut örtüsü ile ilgili bilgi veren ve yere yakın uzaydan alınmış dünya fotoğraflarıdır. Bu tür uydu görüntüleri, bulutlar tarafından uzaya geri yansıtılan güneş ışınlarını (Albedo’yu) temsil eder. Bu görüntülerdeki beyaz alanlar bulutları, grinin değişik tonları da açık gökyüzü şartlarını temsil eder. Kalın bulutlar daha yüksek bir yansıtmaya sahiptir ve görünür uydu görüntülerinde ince bulutlardan daha beyaz görünürler. Çin’de gözle görüldüğü ifade edilen “siyah renkli, ince ve uzun” olduğu söylenen deprem bulutu, siyah renginden ve ince olmalarından dolayı güneş ışınlarını fazla yansıtmayacağı için görünür ışıkta alınmış meteoroloji uydu görüntülerinden kolayca ve beyaz bir bulut şeklinde tespit edilemez!

EKSİK, ÇELİŞKİLİ YANLIŞ BİLGİLER

Kırmızı altı (ısıl) uydu görüntüleri ise, görüntünün oluşmasına katkı sağlayan cisimlerin sıcaklıklarının bir ölçüsünü verir. Bu görüntülerde daha sıcak olan cisimler, soğuk olan cisimden daha koyu (siyah) olarak görül ür. Atmosferin en alt tabakasında sıcaklık yükseklikle azaldığına göre, yüksek seviye bulutları aşağı seviye bulutlarından daha soğuktur. Böylece, aşağı seviye bulutları, ısıl görüntülerde yüksek seviye bulutlarından daha koyu bir renkte ve daha yüksekte olan bulutlar da daha parlak (beyaz) bir şekilde belirir. Bu durumda da alçak seviyelerde oluşan “deprem bulutu”, yer yüzeyi ve alçak bulutlara benzer bir şekilde koyu bir renkte olacağından meteorolojik ısıl uydu görüntülerinde de net ve beyaz bir bulut şeklinde görülemez!
Sonuç olarak, “deprem bulutçuları”nın verdikleri bilgiler çok gereksiz, eksik, yanlış ve çelişkili. Yıkıcı bir deprem bekleyen topluma karşı medyanın da biraz daha seçici davranarak ve sorumluluk duygusu ile hareket etmesi gerekir. Yoksa birbirimizi bu şekilde işletmeye devam edecek, yarın olacakmış gibi yapmamız gereken afet hazırlığını bir türlü yapamadan tekrar ve yıkıcı bir depremle karşı karşıya kalacağız. Bu durumda halkın afetlere doğru bir şekilde hazırlanmasını engellemenin veya teşvik etmemenin, kafa karıştırmanın, reyting, şöhret, rant, siyasi ikbal, makam gözeterek görevini yerine getirmemenin vebali, beklenen İstanbul depremi oluşunca kimsenin altından kalkamayacağı kadar çok ama çok büyük ve korkunç olacak!.. Allah hepimizi ıslah etsin!..

Yazının Devamını Oku

Kasımın karakteristik havası: Durgun hava, sis ve pus

15 Kasım 2010
Hayatınız da hiç su buharı gördünüz mü? Ben görmedim; siz de görmediniz! Belki gördüğünüzü sanıyordunuz ama aslında su buharı görülmez bir gazdır. Banyoda, tencere veya çaydanlığın üzerinde gördünüz su buharı değildir. Aslında bu şekilde yıllardır bildiğimizi sandığımız bir çok şeyi gerçekte bilmediğimizi de bilmiyor olabiliriz. Peki sis hakkında neler biliyoruz? Neden bu günler sis daha çok İstanbul Boğazı gibi çukur yerlerde oluşuyor? Neden bazı yerlerde sis daha yoğun ve geç kalkıyor? Küresel iklim değişimi sisli günleri nasıl artırıyor? Ne zaman kimine göre bulut, kimine göre sisdir? Sis ile pus arasındaki temel fark nedir? Sisin kuraklık ve hastalık demek olduğunu da biliyor muydunuz? Peki sisin, yerdeki kar örtüsünü hızla erittiğini?..

BAHAR VE KIŞ SABAHI SİS KURAKLIK DEMEKTİR

Sis ve pus, havada asılı duran çok küçük ama kirli, sıvı su damlacıklarıdır. Sis ile pus arasındaki fark havada bulunan damlacıkların sayı bakımından yoğunluğundadır. Damlacık sayısı çoksa, ileriyi görmemiz o kadar zor olur. Yani havada asılı duran küçük damlacıklar bulunduğumuz yerdeki görüş mesafesini 1 kilometrenin altına düşürüyorsa “sis”, görüş mesafesi 300 metrenin altına düşüyorsa “yoğun sis” olur. Görüş mesafesi hava yollarında 1 kilometrenin altına düştüğünde uçak, kara yollarında ise 50 metrenin altında araç trafiğini durdurabilir.
Sisin oluşması için rüzgarsız, bulutsuz ve uzun geceler idealdir. Bu nedenle yüksek basınç merkezlerinin hakim olduğu kasımdan mart ayına kadar hava sisli geçebilir. Bu günlerde görülen sis, “ışınım sisi” olarak tanımlanır, çünkü yer yüzeyi geceleri ışınım kaybıyla soğur... Bu durumda yüzeye temas eden havada yoğuşan su buharı havadaki kirleticilerle birlikte sis (veya smog) dediğimiz kirli ama çok küçük olan damlacıkları oluşturur. Sabah görünen sis, açık bir güne işarettir. Bu nedenle, kışın ve bahar aylarında havanın sisli ve güneşli olması aynı zamanda kuraklık demektir!
Güneş ortaya çıkınca sis, yok olmaya başlar. Güneş öğlene kadar sisi yakıp görüş mesafesini 1 kilometrenin üzerine çıkartabilir ama kirleticiler sisi oluşturan damlaların buharlaşmasını zorlaştırdığı için pus şehirin üzerinde kalabilir. Böylece bu kirli havanın, bazen çok yoğun, kalın ve uzun ömürlü olmasında kalitesiz kömür, egzos gibi kirleticilerin parmağı vardır.

1952 LONDRA FACİASI

Dünyada sislerinin en ölümcülü Aralık 1952’de Londra’da meydana geldi. 5 Aralık’ta rüzgârların dinmesiyle sis oluşmaya başladı. Bundan sonraki üç gün boyunca sis yoğunlaştı, o dereceye kadar ki görüş mesafesi birkaç metreye indi. Trafik tamamen durdu, birçok kaza meydana geldi. Halk, soğukla mücadele etmek için gerekenden, daha çok evlerini ısıttı. Bu da daha çok kömür tozu ve sülfür dioksit üreterek havayı daha fazla zehirledi ve çok yoğun bir sise sebep oldu. Bu durumda Londralılar ağızlarında maskelerle, kaldırım boyunca binaların duvarlarına dayanarak yollarını bulup işlerine gidebilmişlerdi. Bu sis ve hava kirliliği yüzünden yalnız Londra bölgesinde 12 bin kişi öldü. Bu facia İngiltere’de “Temiz Hava Hareketi”nin başlamasına sebep oldu.
Çoğumuz farkında olmasa da ülkemizde sis ve dumanın oluşturduğu “smog” denilen zehirli karışım KOAH, astım, alerjik rinit gibi solumun yolu hastalıklarında patlamalara neden oluyor. Sonuç olarak daha ucuz diye kalitesiz yakıt kullananlar ve kullanmayanlarla birlikte sağlığını kaybetip tedavi olmak için de çok daha fazla para harcıyor...
Bu nedenle, böyle günlerde birçok ülkede “Hava Kalitesi Endeksi” belli bir değere ulaşınca halka “smog uyarısı” yapılır. Örneğin, ABD’de okullar “Afet Acil Yardım Planı”nı uygular. Bu günlerde okul bahçesinde beden eğitimi dersi yapılmaz ve öğrenciler teneffüste dışarı çıkartılmaz. Biz de kışın adına “pastırma yazı” dediğimiz bu sisli ve güneşli kış günlerinde yaşantımızı “smog tehlikesi”ne göre planlamalıyız.
Lütfen bu sisli, güneşli ve durgun (güzel değil tehlikeli!) günlerde zehir solumamamız için ilgili ve yetkililerimiz başta olmak üzere herkes biraz duyarlılık göstersin!..
İyi bayramlar dilerim!
Yazının Devamını Oku

Önemli olan geleceği tahmin değil, hazırlıklı olmaktır

8 Kasım 2010
Haberlere göre Milli Güvenlik Kurulu’nda, halk arasında “Kırmızı Kitap” olarak da bilinen yeni “Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi” görüşülerek yeniden şekillendirildi. Haberler böyle ama “siber güvenliğin” yanı sıra ülke güvenliğini yakından ilgilendiren “küresel iklim değişimi”nin ve “afetlerin” de yeni belgeye konulup konulmadığını bilemiyoruz. Halbuki gelişmiş ülkelerin Milli Güvenlik Kurulu benzeri kurulları küresel iklim değişimini ulusal ve dünya güvenliğine yönelik büyük bir tehdit olarak görüyor ve bu konuda toplantılar yapıp raporlar yayınlıyor. Türkiye’nin “Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi”nde “Bölgenin refah düzeyinin yükseltilmesine yönelik yatırımları engellemeyi amaçlayan” şeklinde ifadeler geçmekte. Bu ifadeler, “bölücü terör örgütü” ile beraber “küresel iklim değişimi” ve başta deprem olmak üzere “afetler” için de geçerli.

İKLİM GÖÇMENİ ÇOĞALIYOR

Yine haberlere göre, yeni belgede “Siber tehdidin global düzeyde ulaştığı boyut ve bu tehdidin ulusal güvenliğe etkilerinin kapsamlı şekilde ele alındığı bildirilerek, bu bağlamda siber tehdidin engellenebilmesi açısından milli düzeyde yürütülen çalışmaların değerlendirildiği ifade edildi.” Buna benzer ve paralel bir şekilde “İklim değişimi tehdidin global düzeyde ulaştığı boyut ve bu tehdidin ulusal güvenliğe etkilerinin kapsamlı şekilde ele alındığı bildirilerek, bu bağlamda iklim değişimi tehdidin engellenebilmesi açısından milli düzeyde yürütülen çalışmaların değerlendirildiği ifade edildi” de denilebilir.
Küresel iklim değişimi ulusal güvenliğimizi nasıl tehdit ediyor, sorusuna en kolay ve somut yanıt “Avrupa Birliği, yasadışı göçle mücadele amacıyla ilk defa AB’nin dış ülkelerle olan (Yunanistan ile Türkiye) kara sınırına 2007’de kurulan hızlı sınır müdahale ekipleri, (Rabit-s) konuşlandırılacak” haberinde yatıyor. Çünkü küresel iklim değişiminden dolayı yasadışı olarak sınırı geçenlerin sayısı alarm verici boyutlara ulaştı ve 2010’un ilk 9 ayında 50 bin kişi Yunanistan’a çoğunluğu Türkiye üzerinden, vizesiz giriş yapmaya çalışırken tutuklandı. Diğer bir deyişle, Türkiye üzerinden Yunanistana yığınla giriş yapmaya çalışan bu insanlar dünyada sayıları katlanarak artan “iklim göçmen”leridir.
Küresel iklim değişimi sadece kitlesel göçleri tetiklemiyor. Aynı zamanda içme suyu, gıda ve enerji güvencesini de tehlikeye atıyor ve meteorolojik afetleri (sel, kuraklık, kıtlık) de artırarak özellikle (Ortadoğu gibi) dünyanın kırılgan yerlerinde gerilimleri artırıp istikrarsızlıkları artırıyor. Özetle, su, gıda, enerji, göçler, afetler ve dolayısıyla bunları artıran küresel iklim değişimi ulusal güvenliğimizle çok yakından ilişkili.

KIRMIZI KİTAP’TA AFETLER DE YER ALMALI

Meteorolojik afetler demişken ülkemizin refah düzeyinin yükseltilmesine engel olan başta İstanbul’da beklenen deprem gibi tüm afetlerin de ulusal güvenliğimize etkisini göz ardı edemeyiz. Çünkü afetin maliyetleri çok ama çok yüksek; ülkemizin gelişmesini baltalar, zayıflatır ve milli gelirdeki artışı önler ve azaltır. Mevcut kaynakların gelişmeye değil yardım ve onarıma (müdahale-iyileştirme) harcanmasına da neden olurlar.
Genellikle yoksul ve az gelişmiş ülkeler, afetleri dikkate almadan gelişme programlarına yoğunlaşır. Afet riskini azaltma konularına öncelik vermek istemez. Bu ülkeler, afet risklerinin yönetemeyerek biriktirdikleri ve dolayısıyla afetlerdeki yıkımlarla zenginleşmeleri engellendiği için, “yoksulluk tuzağı”na düşerler. Orta gelirli sayılan ülkemiz de, maalesef afet risklerini azaltmak yerine kriz yönetimine ağırlık verdiğimiz için hâlâ “yoksulluk tuzağı”nda bulunmakta.
Eski Yunanistan’da Atinalı bir devlet adamı olan Perikles’e göre “Önemli olan geleceği tahmin etmek değil; onun için hazırlanmaktır.” Diğer bir deyişle eğer şu ankinde yoksa, bundan sonraki “Kırmızı Kitapta”, Küresel İklim Değişimi de, tüm afetler de mutlaka yer almalı ve bunlar için sözde değil özde hazırlıkları her düzeyde yapmalıyız.
Yazının Devamını Oku

Bin yıllık soğuk var mı yok mu

25 Ekim 2010
Basın, “Bin yılın soğukları geliyor” başlıklı haberlerle dolup taşmaya devam ediyor. Küresel iklim değişimine, yanlış bir şekilde “küresel ısınma” diyenler de bu duruma şaşıp kalıyor. İçimize kurt düştü bir kere; “bin yıllık soğuk var mı yok mu” sorusuna cevabımı kulağına özel olarak fısıldamamı isteyenler bile var. Bu habeler beni de telaşlandırdı: Asrın kışı geliyor ama ben hâlâ ne odun ne de kömür alabildim! Ne yapacaksın odun ve kömürü demeyin! Gerçekten bin yıllık soğuk geliyorsa doğal gazdan umutu kesip odun, kömür almamız ve tekrar soba kurmamız gerekecek. Şimdi odun, kömür, un, şeker, tuz ve prinç alıp stoklamadan önce bin yıllık soğuk var mı yok mu diye emin olmam gerekir.

FİLMDE NE OLMUŞTU

Rivayetlere göre stok yapamam. Zaten zorunlu olmadıkca böyle bir yatırım yapacak kadar zengin filan da değilim. Bu durumda bu işten biraz da anlayan biri olarak bin yıllık kış haberinin dayanağına baktım. Bin yıllık kış haberi, Polanyalıların “Gulfstream”, “Körfez Akıntısı”, “Kuzey Atlantik Akıntısı” ya da “Kuzey Atlantik Taşıyıcı Bantı” adı verilen akıntının yavaşladığına dair gözlemleri olduğu tezine bağlanmış.
Benzer bir şekilde “Yarından Sonra” adlı filmin esas dayanağı da bu sıcak su akıntısının durmasıydı. Öyleki, Sibirya’da bulunan bir fosile göre, tüylü mamut otlarken birden bire donmuş. O kadar hızlı donmuş ki kafasını havaya bile kaldırıp bakamamış ve bu yüzden ağzında otla bulunmuş. Filmin, dünya ısınırken birden bire soğumanın ve mamutun ağzında otla donmasının dayanağı Meksika’dan çıkan Gulfstream adlı sıcak bir su akıntısıydı. Bu sıcak su akıntısı normalde İngiltere’ye doğru gidiyor ve yol boyunca soğudukça batıyor ve sonuçta soğuk su akıntısı Labrador olarak Amerika kıyılarına geri dönüyor. Filmde ise bu akıtı daha önceleri de jeolojik evrelerde olduğu gibi bir anda duruyor.

NASA ARAŞTIRDI

Küresel iklim değişiminden dolayı kutuplar civarındaki denizlerde bulunan buz dağları ve karalar üzerindeki buzulların ergimesi okyanusa bu enlemlerde büyük miktarlarda tatlı su girmesine neden oluyor. Okyanusa karışan tatlı su, daha hafif olduğundan okyanusun daha yoğun olan tuzlu suyunun üstünde kalır. Sıcak tuzlu okyanus suyu akıntısı nomalde sıcak olduğundan üste kalıyor ve soğuduğu zaman alta inerek Labrador adı verilen soğuk bir su akıntısına dönüşüyor. Tatlı su karıştığı zaman sıcak tuzlu su akıntısı soğusa bile yoğunluğu yeterince artmadığı için batarak sirkülasyonu tamamlaması yavaş veya mümkün olmuyor. Bu yüzden erime yâni tatlı suyun okyanusa karışması bu akıntıyı bozabiliyor. Avrupa’nın kuzeyindeki iklimi yumuşatarak yaşanabilir kılan bu akıntı zayıflar ya da tamamen durursa Kuzey Batı Avrupa’nın iklimi Sibirya’ya benzer bir şekilde sertleşir.
25 Mart’ta kısa adı GRL olan dergide NASA’nın Kuzey Atlantik’de son 15 yıl boyunca yaptığı akıntı hızı ölçümlerinin sonuçlarına ait bilimsel bir analiz yayımlandı. Bu çalışmaya göre bu su akıntısında önemli bir yavaşlama yok ve hatta son yıllarda çok küçük de olsa bu akıntının hızlanma var! Başka bir bilimse çalışmada ise “Körfez Akıntısına Hoşçakal” denilecek yıl, 2100’ün çok sonrası olarak tahmin ediliyor.

YILBAŞINDAN SONRA ÜŞÜYECEĞİZ

Bu durumda, 2010-11 kışında hava sıcaklıklarının daha çok La Nina’dan dolayı mevsim normalleri veya mevsim normallerinden biraz düşük geçmesi ihtimali var. Özellikle La Nina gelişmesini ilerlettiği 2011 yılının başlangıcında daha fazla etkili olması bekleniyor. Bu durumda yıl başına kadar kışın hava sıcaklıkları mevsim normalleri civarında, yıl başından sonra ise mevsim normallerinin biraz aldında olması bekleniyor. Yani eski usul yakacak ve yiyecek stoklamamızı gerektirecek bir durum yok henüz!
Yazının Devamını Oku

Bulut isimleri neden Türkçe olmasın

18 Ekim 2010
Cirrus, stratus, cirrocumulus, altocumulus... Sonbaharda renkleri belirginleşen, masmavi gökyüzünde gözalıcı tablolar oluşturan bulutlar dilimizin pek kolay dönmediği isimler taşır. Oysa atalarımız bulutlara yüzlerce yıl önce kolay telaffuz edilecek isimler vermiş. Meteorolog Fuat Karamahmut, “neden Türkçe isimler kullanmıyoruz” diye soruyor. Tıpkı bulutların isim babası Luke Howard gibi, sandalyesinin üzerine oturup gökyüzünü gözlemleyen ve onlara isim veren biri daha var: Malatya’nın Yeşilyurt ilçesi Kırlangıç Köyünden Hüseyin Doğan Dede.
Nedim Şahhüseyinoğlu, “Anadolu Halk Kültüründe İnanç Motifleri” adlı kitabında söz eder Hüseyin Doğan Dede’den. 1970 Haziranı’dır. Ekinler olgunlaşmış, köylüler sabırla hasatı beklemektedir. Ancak fark ederler ki, Karakuz Dağı’ndan köylerine doğru simsiyah bir bulut şimşekler çakarak gelmektedir. Bulut geçtiği yerlere dolu taneleri dökerek ve sele neden olarak altındaki arazilere zarar vermektedir. Yağış Metes ve Şakran tepelerine geldiginde, köylülerin endiseleri artar. Çünkü yağış eğer ovalarına inecek olursa, bütün ekinleri mahvolacaktır.

DOĞAN DEDE’NİN KEHANETİ

Köyün yaşlıları soluğu Hüseyin Doğan Dede’nin ocağında alır. Evinin önünde sandalyesine oturmuş yağışı izlemekte olan Hüseyin Doğan Dede’den, dua etmesini isterler. Dede, köylülerin aksine sakindir: “Korkmayın” der gülümseyerek. “Dolu Beydağı’na doğru gidecek...” Hep birlikte yağışı izlemeye devam ederler. Gerçekten de yağış Dede’nin dediği gibi, Beydağı’na doğru yönelince köylüler rahatlar. “Bu yıl ekinlerimiz Hüseyin Doğan Dede’nin ocağı sayesinde kurtuldu” derler.
Kitabın yazarı Nedim Şahhüseyinoğlu, olayı Kırlangıç Köyü sakinlerinden dinledikten sonra, Hüseyin Doğan Dede’nin de kapısını çalar ve olayı bir de ondan dinler: “Genellikle yaz yağmuru, tek buluttan oluşur ve dağları izler. Bulutun yönü Beydağı’na doğruydu. Telaşlanmamalarını söyledim. Doğanın dengesini, yağışın yönünü değiştirecek, önleyecek bir dua bilmiyorum ve mantığımla da böyle batıl inançları kabullenmiyorum. Onlar benim söylediklerimi, kendilerine göre yorumlayarak sonuçlar çıkarmışlar...”

ATALARIMIZ BULUTLARI ÜÇ KATEGORİYE AYIRMIŞ

Kimbilir daha nice gönüllü gökyüzü gözlemcimiz vardır şimdi isimlerini bilmediğimiz. Ancak onlardan günümüze, yazılı değilse de sözel pek çok bilginin miras kaldığını biliyoruz.
Bulutların isim babası Luke Howard’ın çalışması 1802 yılında kabul görmüstü. Howard’dan belki de yüzlerce yıl önce, atalarımız bulutlara Türkçe isimler vermişti.
Prof. Dr. Burhaneddin Öğel, “Türk Kültür Tarihi’ne Giriş” adlı kitabının ikinci cildinde atalarımızın bulutlara verdiği Türkçe isimleri aktarıyor. Buna göre atalarımız bulutları üçe ayırmış:
1. Yağmur bulutu için ağbulut, sağmalı bulut, çadır-eteği, gavga bucağı gibi isimler kullanılmış.
2. Seyrek bulutlar, yazbulutu adıyla kategorize edilmiş. Yayvan olanlarına ağca, ince ve beyazlarına sazak, parça parça kümeli bulutlara kazgöğsü, kızıl renklilerine kaysaklı, dağınık olanlara tala ismi verilmiş.
3. Kara bulutlar, yapık ve yağdıran ismiyle anılmış.
Ne dersiniz? Bugün, Luke Howard’ın çalışmalarına saygımızı eksiltmeden, bulutlara Türkçe isimler verebilir miyiz? Bu soruyu eski öğrencim, meslektaşım Meteoroloji Mühendisi Fuat Kurumahmut gündeme getiriyor. Ben de hep bulutlara neden Türkçe isim vermeyiz, diye hep düşünürdüm. Fakat “kaysaklı” kelimeleri de günümüz Türkçesinde yabancı gibi duruyor.
Evet, bulutların günümüzde anlaşılır isimlerini bilen veya duyan var mı?
Yazının Devamını Oku