Bu önemli, tehlikeli ve dikkat çekici artış sadece bizde değil başka ülkelerde de mühim bir sağlık gündemi. Mesela ABD bunlardan biri. ABD’deki ünlü Cleveland Kliniğin ve Güney Kaliforniya Üniversitesi’nin yaptıkları yeni bir araştırma, COVID-19 geçiren gençlerde kalp krizi riskinin 2 kat arttığını gösterdi. Doğal olarak da bu bilgi dikkatlerin COVID-19 üzerinde yoğunlaşmasına sebep oldu. Peki, doğru mu? Kalp krizlerinin gençlerde daha sık görülmesinin birinci nedeni COVID-19 enfeksiyonu olabilir mi? Kanaatime göre nedenlerden biri bu olsa da esas neden gençlerde giderek artan “insülin direnci sorunu, kilo fazlalığı ve obezite problemi”dir. Diğer taraftan genç popülasyonda “sigara ve alkol gibi kötü alışkanlıkların, hareketsizlik/aktivite yetersizliği gibi yanlışlıkların artmasının da” rolü olması muhtemeldir.
OKUR SORUSU
GENÇ ANNELİK MEME KANSERİ RİSKİNİ AZALTIR MI
Mevcut istatistiksel veriler 30 yaşından önce anne olan kadınlarda meme kanseri riskinin daha düşük olduğunu gösteriyor. Hatırlayalım: “Çocuk yapmama, emzirmeme, fazla kiloluluk ya da obezite, insülin direnci, alkol tüketimi” gibi yaşam tarzı yanlışları ve sağlık sorunları da meme kanserini tetikleyebiliyor.
OKUR SORUSU-2
Homosisteinim yüksekse ne olur
Bu bildik cümleyi zannederim ben dahil pek çok sağlık uzmanından hemen her gün okuyor ya da işitiyorsunuz. Peki, düşündüğümüz kadar kolay bir şey mi sağlığı korumak? Muhtemelen değil. Değil çünkü her konuda olduğu gibi burada da bazı sorunlar var. Temel sorunlardan biri “insanların geleceği planlamak yerine günü kurtarmayı ya da yaşamayı tercih etmeleri”. Evet, durum net ve açık olarak aslında bu. “Gelecekten bana ne? Ben bugünü kurtarmanın derdindeyim!” diyenlerin sayısı oldukça fazla. Haksızlar mı? Hayır! Hayır çünkü biyolojimiz de bize “Yarın nasıl olsa öleceğimiz için yiyip içmemizi, keyfimize bakıp yan gelip yatmamızı, yarını düşünmek yerine yaşadığımız anın tadını çıkarmamızı” telkin ediyor. Muhtemelen de bu nedenle yaşlılığımızı, 60’lar 70’lerden sonraki zorlu yıllarımızı ya “şansımızın yaver gitmesine” ya “genetik mirasımızın gücüne” ya da “genetik problemlere”, bazen de ikisine birden bağlayıp
işin içinden çıkmaya çalışıyoruz. Doğru mu? Kesinlikle değil! Araştırmalara bakılırsa genetik “out”, yaşam tarzı “in”.
YENİ BİR SORU
GENETİK Mİ ÇEVRE Mİ ÖNEMLİ
Söz konusu ömür kalitesi ve süresi olduğunda bilim dünyasının ortak ve son kanaati şudur: Ömrümüzün süresi ve kalitesini belirlemede “genetik miras” değil “yaşam tarzı seçimlerimiz” ile “yaşadığımız çevre” daha etkili ve belirleyicidir. Özetle GENETİK MİRAS KADER DEĞİLDİR, yaşam tarzı değişimleri ve çevresel etkilerle önemli ölçüde değiştirilebilir.
O yolculuğun nasıl geçeceğinde kritik bir zaman diliminin ve “YAŞA BAĞLI HASTALIKLAR”ın önemli payları var. Yaşlanma yolculuğundaki dalgalanmaların nasılları ve nedenlerini araştıran Stanford Üniversiteli bilim insanları geçtiğimiz günlerde konuya ilişkin önemli bir bilimsel rapor yayımladılar. O araştırmada Stanfordlu bilimciler “bedensel moleküllerimiz ve mikrobiyomumuz”u oluşturan değişikliklerdeki yaşa bağlı farklılaşmaları tek tek incelediler. Moleküler yapılanmamızda ve bağırsaklarımızdaki mikrobiyom dengesinde 2 önemli yaş aralığında çok daha hızlı değişimler olduğunu tespit ettiler.
Araştırmanın sonuçlarına göre, yaşlanmaya bağlı en dramatik ve hızlı değişimler 44-60 yaş aralığında ortaya çıkıyor. Bu kritik yaş aralığında özellikle bağırsaklarımızdaki mikrobiyom yapılanmasında, bedenlerimizdeki moleküler ve metabolik dengelerde oluşan hızlı değişimler, “bağışıklık gücümüzü azaltıyor, kaslarımızı, kemiklerimizi eritmeye başlıyor, cildimizi eskitiyor, damarlarımızı sertleşme sürecine sokuyor”. Neticede de kronik hastalıklara -şeker hastalığı, hipertansiyon, kalp ve beyin damar hastalıkları, insülin direnci... -sinsice yeni yeni davetiyeler çıkabiliyor.
Stanford araştırmasından çıkarılabilecek farklı dersler olsa da o derslerin en önemlisi şudur: 44-60 yaş aralığı yaşlanma kalitemiz ve yaşam süremizi belirleyen en kritik zaman dilimidir. Özellikle bu zaman dilimini büyük bir dikkatle değerlendirmek, sağlığımızı bu kritik dönemde daha bir özenle izleyip güçlendirmekte fayda var.
KESİP SAKLAYIN
MAGNEZYUM ZENGİNİ BESİNLERDE İLK 10
- ISPANAK:
Ama ne var ki özellikle teşhis ve tedavi teknolojilerinde harika başarılara imza attığımız bu parlak dönemde basit yaşam tarzı değişiklikleriyle bile önleyebileceğimiz farklı kronik hastalıkların esiri olmuş durumdayız. Ve bu esaret son derece üzücü, bir o kadar da ironik bir durumdur.
Çok değil 100 yıl kadar önce ölüm nedenlerinde ilk 3 sırada zatürre/pnömoni, verem/tüberküloz, ishal/enteritler vardı. Bunların hemen hepsine şöyle ya da böyle çare ürettik. Peki şimdi durum ne? Şimdiki durumun -maalesef- 100 yıl öncesinden daha da vahim olduğunu söylersem pek haksız sayılmam. Çünkü 100 yıl öncesine göre çok daha uzun yaşasak bile çok daha fazla “yaşlı hastamız” var! Nedenine gelince... Şimdilerde mahşerin dört atlısıyla uğraşıyoruz...
O ATLARDA NELER VAR
KALP KRİZLERİ FELÇLER KANSERLER BUNAMALAR...
Canımızı yakan, hayat kalitemizi bozup 100 yıl öncesine oranla çok daha uzun yaşasak bile kazandığımız bu yeni zaman diliminin tadını bozan yeni hastalıklarla karşı karşıyayız. Şimdilerde hastalık denince ilk sıraları kalp hastalıkları, felçler, kanserler, bunamalar alıyor. Kalp damar hastalıkları, her yıl neredeyse 20 milyon insanın hayatını sonlandırıyor. Her yıl milyonlarca insan -tahminen 35-40 milyon- inme geçiriyor. Ve yine her yıl milyonlarca insan farklı kanserler nedeniyle hayata veda ediyor. Yaşı 70’i 80’i geçen hemen herkesi az ya da çok bunama korkusu sarıp sarmalıyor. Geride kalan 60 yaş üstü nüfusun ise çoğu başka KRONİK HASTALIKLAR ile boğuşup duruyor. Kimi hipertansiyonuna, kimi şeker hastalığına, kimi obezitesine, kimi romatizmasına çare arıyor. Sadece “alkolik olmayan karaciğer hastalığı” bile muazzam bir kitlesel yetişkinlik çağı sağlık sorununa dönüşmüş durumda. Uzmanlar her 2 yetişkinden birinin karaciğer yağlanması problemi yaşadığını söylüyor. Peki neden? Ne oldu da bu hastalıkların esiri haline geldik? Suçlu ya da suçlular, hata ya da hatalar neler?
BANA GÖRE
Bu hastalıklar küresel düzeyde yıllık ölümlerin yaklaşık “YÜZDE 70”inden, engellilik ile sonuçlanan yaşlılık sorunlarının ise en az “YÜZDE 80”inden sorumlu. Sadece “KALP DAMAR HASTALIKLARI, KANSER, ŞEKER HASTALIĞI VE KRONİK AKCİĞER HASTALIKLARI DÖRTLÜSÜ” kronik hastalıklara bağlı ölümlerin yaklaşık yüzde 80’ini oluşturuyor. Kısacası kronik hastalıklar (kilo sorunu/obezite, metabolik sendrom, şeker hastalığı, hipertansiyon, kalp ve beyin damar hastalıkları, kalp ve beyin damar hastalıkları, nörodejeneratif hastalıklar, Alzheimer, Parkinson, romatizmal sorunlar, otoimmün problemler, kanserler...) meselesine daha ciddi eğilmemizin ve bunlara daha farklı bir perspektiften yaklaşmamızın zamanı çoktan gelmiştir.
ÖNEMLİ
HER KRONİK HASTALIK YAŞLILIĞI ZEHİRLER
Kronik hastalıklar yaşlanmaya bağlı kırılganlıkları tetikler. Yaşam kalitesini azaltıp sağlık sistemindeki yükü de arttırır. Düşmelere bağlı kırıklar, inmeler, kalp krizleri, bellek kayıplarıyla ilişkili sorunlar ve diğer nörodejeneratif problemler, katarakt, sarı nokta hastalığı gibi göz sorunları, işitme problemleri, başta diz ve kalça olmak üzere eklemlerde yaşanan yıpranmalar ve daha pek çok yaşlılık problemini tetikleyerek sağlık sistemlerini baş edilmesi güç bir yoğunluk ve kaosun içine sürükleyebilirler. Son yıllarda ülkemizde yaşanan ve özellikle Merkezi Hekim Randevu Sistemi’ndeki (MHRS) kilitlenme ile hastanelerdeki yoğunluk problemlerinin de arka planında öncelikle kronik hastalıkların olduğunu net ve açık olarak söyleyebilirim.
Ortalama yaşam süresi uzayıp hipertansiyon, Alzheimer, şeker hastalığı, romatizma, kanser gibi kronik yaşlılık hastalıklarına yakalanma ihtimali arttıkça bu “masum istek” günümüzde daha da dayanılmaz ve cazip hale gelmiştir.
Haksız bir istek mi? Tabii ki hayır. Yaşlanan her insan yaşlılık hastalıklarının hiçbirine yakalanmadan, en azından bu hastalıkların darbeleriyle can sıkıcı yaralar almadan huzur ve keyif içinde ömrünü tamamlamak ister. Kanaatime göre, uzun ömür kliniklerinin, diğer adıyla “LONGEVITY ENSTİTÜLERİ”nin son yıllarda yaygınlaşmalarının ve daha popüler hale gelmelerinin sebebi de esasen budur. Kısacası kim ne kadar direnirse dirensin ne kadar görmezden gelirse gelsin proaktif tıp alanında uzmanlaşmış sağlık kadrolarının desteğiyle hızla yaygınlaşmaya ve geleceğimizin sağlık sistemi adayı olmaya hazır gibi görünüyor. Kısacası gelecek iyi gelecek.
YENİ BİLGİ
LONGEVİTY ENSTİTÜLERİ NE YAPAR
Amerika ve Avrupa’da hızla yaygınlaşan bu klinikler yaşa bağlı hastalıkların -kalp damar hastalıklarının, diyabetin, hipertansiyonun, beyin damar hastalıklarının, Parkinson ve Alzheimer’ın, romatizmal sorunların, otoimmün problemlerin, sarkopeni ve osteoporoz gibi kemik ve kas erimelerinin hatta kanserlerin ve obezitenin- erken teşhisi ve tedavisine odaklanan merkezlerdir. Alanında yetkin üst düzey sağlık uzmanları -doktorlar, psikologlar, fizyoterapistler, beslenme uzmanları, laboratuvarlar...- bu merkezlerde detaylı sağlık taramaları ve yoğunlaştırılmış, üst düzey tıbbi uzman destekli medikal girişimler yaparlar. Neticede de takibe aldıkları kişilerin zihinsel, fiziksel ve sosyal olarak daha aktif yaşamasını ve yaşlanmasını sağlamaya çalışırlar. Bu klinikler kronik hastalıklar ve yaşlılık sorunlarının tedavisine odaklanan “REAKTİF TIP” çabalarına ek olarak kişiyi bedenen, ruhen, akıl ve zihinsel bakımdan da formda ve dinç tutan “PROAKTİF SAĞLIK” bakımına da öncelik verirler. Bu kliniklerin ilgi alanlarını ve uygulamalarını bir başka yazımda sizlere daha detaylı olarak anlatmaya çalışacağım. Ama şu bilgiyi daha şimdiden sizinle paylaşabilirim: Son 20 yılda bilim insanları “metformin, rapamisin, akarboz, canagliflozin, SGPT-2 gibi ilaçlar rejeneratif tıp girişimleri miRNA, chrisPR uygulamaları gibi” ilaçlar ve teknolojileri “bölünmeyen yaşlanan hücreleri -zombi hücreler- yok eden senolitik moleküller, aralıklı oruç kürleri ve kalori kısıtlaması” gibi yöntemlerle ortalama yaşam süresinin daha sağlıklı sürdürülebileceği hatta uzatılabileceğini gösteren pek çok umut verici bilimsel çalışmaya imza attılar.
Kısacası anlaşılan o ki proaktif sağlık alanında da sağlıklı yaşlanma söz konusu olduğunda da
Özellikle “kaliteli yaşlanma” söz konusu olduğunda hemen ardından tartışmalar bir şekilde “metabolik esneklik” ve “metabolik sağlık” konusuna geliveriyor.
Metabolik sağlığı ben de çok önemsiyorum, ben de metabolik süreçlerin ve “metabolik yaşlanma”nın özellikle kronik hastalıklardan korunma söz konusu olduğunda ilk birkaç belirleyiciden biri olduğunu düşünüyorum. Nedenine gelince...
ÖNEMLİ
O KALORİLER NEREYE GİDİYOR
Metabolik olarak sağlıklı bir kişide besinler sağlıklı bir şekilde kimyasal işlemlerden geçer. Vücuttaki doğru hedeflere, doğru hücre, doku, organ ve sistemlere yönlendirilir ve gönderilir. Tersi söz konusu olduğundaysa gıdalarla kazanılan o kalorilerin çoğu yanlış noktalara doğru yol alır ve neticede de yanlış, hastalıklara yol açan bazı süreçleri tetikler.
Unutmayalım ki özellikle metabolik faaliyetler sayesinde kazandığımız enerjiyi “kullanmak ya da depolamak” üzere çalışan bir metabolik yapılanmamız var. Ve yine unutmayalım ki enerji kaynağımız şekeri depolamak konusunda son derece sınırlı bir rezerve sahibiz.
Ve her birimiz -ne yaparsak yapalım- bu doğal gerçeğe karşı bağışık değiliz. Yapabileceğimiz tek şey var: Bilimsel gerçekler ve kültürel/geleneksel tecrübelerin verilerine dayanarak DOĞRU YAŞAM SEÇİMLERİ ile şimdi ve gelecekte hayatımızın kalitesini ve gidişatını olumlu yönde değiştirmektir. Bunun en etkili yolu da o değişimleri mümkün olduğu kadar GENÇ YAŞLARDA yani GEÇ KALMADAN hayata geçirmektir. Hayat oyununun daima “en güçlü olanın hayatta kalacağı” üzerine kurulu olduğu gerçeğini asla unutmayarak “beslenmemiz, bedensel aktivitemiz, uyku kalitemiz, stres ve huzur dengemiz” üzerinde mükemmeli arayarak ve özellikle 40’lı 50’li yaşlardan sonra başımıza musallat olan KRONİK HASTALIKLARDAN daha kolay korunabilir ve neticede de daha keyifli ve daha mükemmel bir iyi hayat yolculuğunu ileri yaşlara, hatta son nefesimize kadar sürdürebiliriz.
İYİ BİLGİ
KENDİNİZE DE YATIRIM YAPIN
Eğer