Osman Müftüoğlu

En riskli besinler hangileri

28 Ocak 2014
Benim “en zararlılar” listemin ilk beşinde şeker, işlenmiş karbonhidratlar -özellikle un ve nişasta içerenler-, fast food besinler, trans yağ içeren yiyecekler ve tuz var.

Bedeninizi hastalıklar ve hızlı yaşlandıran süreçlerden korumak istiyorsanız sadece ne yiyip içeceğinizi değil, hangi gıdalardan uzak duracağınızı da bilmeniz gerekiyor. Tabiî ki biri için zararlı olan bir yiyecek içecek diğerinde sorun yaratmayabiliyor ama aslında herkes için zararlı besinler hep aynı.
Bunların da kendi aralarında bir sıralaması tabiî ki var. Benim “en zararlılar” listemin ilk beşinde ise şeker, işlenmiş karbonhidratlar -özellikle un ve nişasta içerenler-, fast food besinler, trans yağ içeren yiyecekler ve tuz var.
Rafine şekerin kanserden kalp damar hastalığına, kilo probleminden stres ve depresyona kadar pek çok sorunun tetikleyicisi olduğu biliniyor.
Un ve nişasta zengini işlenmiş karbonhidratların, beyaz pirinç, pasta, çörek, kurabiye, börek ve benzeri yiyeceklerin, bisküvi, kraker, grissini, cips, browni, kek gibi besinlerin de şeker hastalığından kalp hastalığına pek çok sağlık sorunu için birer kırmızı mumlu davetiye haline gelebildiği artık çok iyi biliniyor.
Fast food besinlerin ne gibi zararları olabileceğinin hâlâ farkında değilseniz, “Super Size Me” filmini yeniden izlemenizi, obez çocukları ve obezite salgınını aklınıza getirmenizi tavsiye ederim.
Trans yağ asitlerinin kanser ve damar sertliği gibi pek çok problemi tetiklediğini ise neredeyse sağır sultan bile duydu!
Tuz, abartıldığında en az şeker kadar tehlikeli bir yiyecek. Sadece tansiyonla değil, daha pek çok sorunla ilişkisi var. Özellikle böbrekler, aşırı tuzdan nefret ediyor.

BİR SORU

Yazının Devamını Oku

İhtiyar delikanlılar süper babaanneler

27 Ocak 2014
Bana en sık yöneltilen sorulardan biri de şudur: “Hayatımızı nasıl daha uzun ve sağlıklı hale getirebiliriz?” Bu soruyu bir başka açıdan ve biraz da “damardan” cevaplamak için eski bir yazımdan özet yaptım. İşte o özet...

BANA göre “Hayatı uzatmak” demek dünyaya çivi çakmak, yani 70’lik, 80’lik ömrümüzü 100-120’lik yapmak değildir. Hayatı uzatmak demek hayatı sadece dikine değil, boyuna da genişletmek, içine daha çok keyif, huzur, anlam eklemektir. Hayatı uzatmak demek kendimiz kalarak, kendimiz ve yaşadığımız çevreyle uyum içinde teknolojiden faydalanarak ama ona bağımlı olmadan yaşayabilmektir. Hayatı uzatmak demek şifayı sadece bedende değil, ruhta da görebilmek, şifayı da iyileşmeyi de öncelikle bu toprakların –yaşadığınız toprakların- genetik, sosyal ve kültürel mirasında aramak demektir.

HAYAT BİZE EMANET

Eşinle, çocuklarınla, komşuların, dostların, arkadaşların, kısacası sevdiklerinle güzel birlikteliklerdir. İnsan gibi, insanın hak ettiği gibi kaliteli bir hayat yaşayıp kaliteli bir yaşlılık sürmektir. Hayata ilişkin her türlü tedbiri –tabii ki sağlık da dahil- zamanında alarak kendi kendine yetebilmektir. Hayatı uzatmak demek aklı yerinde, hareket kabiliyeti iyi, ilaca bağımlılığı minimum “ihtiyar delikanlılar, süper babaanneler” olabilmektir. Hayattan keyif ve huzur almak ama aynı zamanda hayata da keyif ve huzur verebilmektir. Doğarken bize verilen kutsal emaneti –ruhu ve onu taşıyan bedeni- ömrümüz sona erdiğinde sağlık ve huzur içinde geri verebilmektir.
SON SÖZ MEVLANA’DAN
İsterseniz burada sözü bir kez daha Mevlana’ya bırakalım:

Yazının Devamını Oku

Gizli hipoglisemiye dikkat edin

25 Ocak 2014
Hipoglisemiler her zaman kalp çarpıntıları, terlemeler, iç çekilmeleri, baş dönmeleri, şuur bulanmaları, tekrarlayan bayılmalar gibi aşikar belirtilerle ortaya çıkmıyor. Kronik bir baş ağrısı, izah edilemeyen bir terleme yatkınlığı, anlamsız bir sinirlilik, kolay kilo alma veya zor kilo verme de dahil pek çok sorun hipoglisemiye işaret edebiliyor.

Hipoglisemi önemli bir sorun. Aşikar olanı da var, gizlisi-saklısı gözden kaçanı da. Özellikle hafif veya kronik hipoglisemiler gözden kaçabiliyor. Hipoglisemi işaretlerinden herhangi birini taşıyanların, hipoglisemi testinden geçmesi gerekiyor.
Hipoglisemiler her zaman “kalp çarpıntıları, terlemeler, iç çekilmeleri, baş dönmeleri, şuur bulanmaları, tekrarlayan bayılmalar” gibi aşikar belirtilerle ortaya çıkmıyor.
Kronik bir “baş ağrısı”, izah edilemeyen bir “terleme” yatkınlığı, anlamsız bir “sinirlilik ve aşırı tepkisel durum”, kronik bir “yorgunluk”, ilerleyici bir “depresyon”, can sıkıcı hale gelen “uyku bölünmeleri”, anlam verilemeyen “yeme atakları, tatlı krizleri”, dahası “kolay kilo almalar” veya “zor kilo vermeler” de dahil pek çok sorun hipoglisemiye işaret edebiliyor. Eğer akla gelip de araştırılmazsa bu tip hipoglisemiler çoğu zaman atlanıyor.
Hipogliseminin teşhisi için öncelikle açlık kan şekerine bakmak gerekiyor ama sadece açlık şekerine bakarak teşhis konulamayabiliyor. Tabii ki herhangi bir anda (özellikle de yukarıdaki belirtilerin olduğu bir dönemde) kan şekeri 60 mg/dl’nin altındaysa o kişide hipogliseminin varlığı kabul ediliyor ama doğru bir teşhis için tokluk şekeri değerlerini de birkaç saat süreyle izleyip ölçmek gerekiyor.
Hipoglisemi teşhisi için eskiden olduğu gibi artık “şeker yükleme” yönteminden değil, özel planlanmış karbonhidrat, protein, yağ içerikleri özel ayarlanmış bir yiyeceği takiben açlık, birinci, ikinci, üçüncü, hatta dördüncü saat kan şekeri ve insülin değerleri araştırılarak tanıya gidiliyor.

Sarımsak tansiyonu düşürür mü?

Sarımsağın birçok marifeti var. Öncelikle vitamin ve mineral içeriği çok yüksek bir besin. Ayrıca içindeki “allicin” maddesi adeta bir antibiyotik gibi çalışıyor, hatta kanser önleyici gibi görev yapıyor.

Yazının Devamını Oku

Bende guatr var mı?

24 Ocak 2014
Guatr, özellikle kadınları ilgilendiren önemli bir sorun.

Ancak uzman bir doktora muayene olup özel bazı tetkiklerden geçmeden kimseye “sende guatr var/yok” denemez! Ayrıca tetkiklerden sadece biriyle de sonuca gidilemez.

Guatr, özellikle kadınları ilgilendiren önemli bir sorun. “Boynumda bir şişlik var, acaba bende de guatr olabilir mi?” gibi bir soru aklınıza geliyorsa, bunu sadece boynunuzdaki yumruya ya da çarpıntı, sinirlilik, terleme, uykusuzluk ve benzeri şikayetleri muhtemel bir tiroid hastalığına bağlayarak işin içinden çıkamazsınız. Uzman bir doktora muayene olup özel bazı tetkiklerden geçmeden kimseye “sende guatr var veya yok” denemez!
Ayrıca tetkiklerden sadece biriyle de sonuca gidilemez. Örneğin yalnızca tiroid hormonlarına bakarak işin içinden çıkılamaz, çünkü “TSH, T3, T4” analizleri normal çıkan binlerce guatrlı var.
Guatrlı birinde hormonlar normal, yüksek ya da düşük bulunabiliyor.
Hormonal değerlere bakarak (ve tabii ki klinik durum da dikkate alınarak) “aşırı çalışan/hipertiroid, az çalışan/hipotiroid ve normal çalışan/ötiroid guatr” tablolarından söz ediliyor.

HANGİ TESTLER YAPILIYOR?

Yazının Devamını Oku

Bağışıklık zayıflayınca

23 Ocak 2014
Karaciğer, vücudun en önemli detoks organı... Karaciğer yetersizliği derinleştikçe vücudun mikroplara karşı direnci de azalıyor. Neticede enfeksiyonların iyileşmesi gecikiyor. Basit bir enfeksiyon bile bedene yayılarak bütün vücudu işgal edebiliyor.

Her organımız, her dokumuz, her hücremiz önemli ama bazı organlarımız var ki bir değil birçok yaşamsal fonksiyonu tek başına üstlenmiş durumda ve böyle olduğu için de diğerlerinden biraz daha öne çıkıyor. Karaciğerimiz de bu organlardan biri.
Karaciğerimizin saymakla bitmeyecek kadar çok ve önemli görevi var.
Her şeyden önce sindirim sisteminden emilen her besin ve kimyasal maddenin işlemden geçirildiği, vücuda zararsız hale getirdiği yer bu organımız, yani o vücudumuzun en önemli detoks organı.
Dahası birçok proteinin üretimi, gereğinde kan hücresi yapımı, safra imalatı gibi görevleri de o üstlenmiş durumda. Ama çoğu zaman gözden kaçan önemli bir görevi daha var:
Bağışıklık sistemimizin düzgün çalışabilmesi de sağlam ve sağlıklı bir karaciğere sahip olup olmadığımızla yakından ilişkili.
KARACİĞER YORGUN DÜŞÜP ZAYIFLARSA NE OLUR?Karaciğerimiz şu veya bu nedenle zayıflayıp yorgun düşerse, bir süre sonra bağışıklık sistemi de zayıflayıp yorgun düşmeye başlıyor. Bu, özellikle ilerlemiş karaciğer yetersizliğinde son derece önemli...
Karaciğer yetersizliği derinleştikçe vücudun mikroplara direnci de azalıyor. İster bakteri, ister virüs olsun, bu tür zararlı mikroplarla mücadelesi eskisi kadar yeterli olamıyor. Neticede enfeksiyonların iyileşmesi gecikiyor.

Yazının Devamını Oku

Duygusal yeme Önlenebilir mi?

22 Ocak 2014
Duygusal yeme sorunu, en çok genç kadınlar arasında yaygındır.

Duygusal yeme ataklarını yönetmek ise öyle anlatıldığı kadar kolay bir iş değildir.

Genelde ihtiyacımızdan fazla yediğimiz veya gereği kadar hareket etmediğimiz, bazen de her iki günahı aynı anda işlediğimiz için kilo alırız. Seyrek olarak farkına varamadığınız bir bedensel/ruhsal sorun ya da genetik mirasımızla ilgili bir tür “alınyazısı” durumu da şişmanlatır bizi.
Kısacası hiçbirimiz durup dururken kilo almayız, kilo probleminin arkasında her zaman gizli ya da açık bir “neden” vardır.
Duygusal yeme sorunu da bunlardan biridir ve en çok da genç kız ve kadınlar arasında yaygındır.
Duygusal yeme ataklarını yönetmek ise öyle anlatıldığı kadar kolay bir iş değildir.
Daha da kötüsü duygusal yeme sorunu yaşayanların çoğu “gerginlik, stres, endişe ya da kaygı durumlarında” bir şeyler yediklerinde bir rahatlama hali elde ettiklerinden zamanla bu işi alışkanlık haline getirirler. Uzmanlar bu durumu “öğrenilmiş alışkanlık” olarak tanımlıyor.

DEPRESYON, ENDİŞE VE TAKINTI EN ÖNEMLİLERİ

Birbirinden farklı birçok ruhsal durum, örneğin depresyon, gerginlik, kaygı, bıkkınlık, sıkıntı, yalnızlık, endişe halleri, duygusal yeme ataklarını tetikleyebilir.

Yazının Devamını Oku

Kaç yumurta yenmeli

21 Ocak 2014
Bir zamanlar “kolesterolümü yükseltir mi acaba?” deyip korkarak yediğimiz, lezzeti nedeniyle de kolay kolay vazgeçemediğimiz yumurta son yıllarda yeniden popüler oldu.

Bu hızlı ve köklü değişimin haklı nedenleri var. Birincisi, “yumurta-kolesterol” ilişkisinde doğru zannedilen pek çok şeyin yanlış olduğunun anlaşılması. Son yıllarda pek çok araştırmada gösterildi ki yumurta, sanıldığının aksine kan kolesterol seviyesini yükselten bir besin değil!

Bir yumurtada 300 mg civarında kolesterol olsa da yumurtadaki kolesterol kandaki kolesterolde ciddi bir artış yapmıyor. Dahası yumurta sıvısının iyi kolesterol üzerinde olumlu etkilerinin olduğunu gösteren bulgular bile var. Kısacası kandaki kolesterol değerleri ile yumurta tüketimi arasında zannedildiği kadar ciddi bir bağlantı yok. Ama siz yine de bu bilgiyi yumurta tüketiminizi abartma yönünde kullanmayın. Her gün kahvaltıya sucuklu-pastırmalı yumurta veya sahanda çift gözlü bol tereyağlı yumurta ile başlamayın!
Özellikle kalp sorunu olan biriyseniz (örneğin bypass geçirmiş veya stend taktırmışsanız ya da koroner arterlerinde ciddi daralmalar olan bir koroner arter hastasıysanız) dikkatli olmanızda fayda var.
Genel beslenme kurallarına özen gösterip doymuş yağlardan uzak duran, kolesterol ilaçlarınızı da düzenli kullanan bir koroner kalp hastasının haftada 3-4 yumurta tüketmesinde sakınca olmayabilir. Bence kararı kardiyologunuzla konuşarak vermeniz en doğrusu olur.

PROTEİNİ ÇOK DEĞERLİ
Yumurtanın yeniden popüler hale gelmesinin ikinci nedeni de şu: Yumurta mükemmel bir besin. Özellikle kaliteli protein içeriği nedeniyle yumurta “fiyat/yarar” ilişkisi dikkate alındığında çok iyi bir gıda. Bir büyük yumurtanın 6 gramdan fazla protein içerdiği ve içerdiği proteinlerin çok değerli proteinler olduğu dikkate alındığında üstelik bir yumurtanın sadece 75-100 kalori ihtiva ettiği bilindiğinde yumurtaya “koca bir aferin” vermek haksızlık sayılmaz. Yumurta örnek bir hayvansal proteindir, çünkü içinde dokuz elzem aminoasidin tamamı mevcuttur. Yumurtanın daha pek çok marifeti var. Onları da aşağıdaki kutularda okuyabilirsiniz…

Yazının Devamını Oku

Az ye çok yürü

20 Ocak 2014
Bana göre yaşlılıkta da sağlıklı ve dinç olmak ve öyle kalmak temelde üç faktörle ilgilidir: Genetik miras, beslenme tarzı, aktivite düzeyi. Ama önemli olan işin beslenme ve aktivite ile ilgili kısmı. Her iki konuda yüzlerce şey söylenebilse de, işin özü bence şudur: Yaş elliyi geçtiğinde, daha az yemek ve daha çok hareket etmek lazımdır.

YENİ bin yılın trendi sağlık oldu, özellikle son 10 yılda müthiş değişimler var, en önemlileri de şunlar: Sağlık hastalıktan daha çok konuşuluyor, hastalıkları tedavi etmek yerine hastalanmamak öne çıkıyor, dünya hızla “kendine iyi bakmak, sağlığına maksimum özen göstermek, ruhsal ve bedensel gelişime katkı göstermek” gibi kavramlara yöneliyor. Sağlığına dikkat edenlerin derdi ille de uzun yaşamak değil. Böyle bir beklenti de akıllardan geçmiyor olamaz ama işi iyi bilenler yaşlanmakla uğraşmak yerine her daim sağlıklı ve dinç kalabilmenin peşindeler.

SAĞLIĞA ODAKLANMAK

Bu konudaki önermelerin sayısı ise saymakla bitmiyor. Kimi “Sağlık kontrollerinizi yaptırmayı ihmal etmeyin, güvenli bir doktor/hastane organizasyonu olan bir sağlık yapılanmasına girin, tıbbi bilgilerinizi geliştirin, iyimser olun, ilaçlardan uzak durun, genetik mirasınıza göre bir yaşam tarzı geliştirin, evlenin, doğurun, uykusuz kalmayın” derken kimi de “Ruhunuzla bedeninizi işbirliği halinde tutun, strese karşı teflonist bir strateji geliştirin, kazalardan korunun, beyin jimnastiğini ihmal etmeyin, sigara, alkol içmeyin” gibi bildik önerilerde bulunuyor. Bana göre yaşlanmayı önlemek mümkün değil, yavaşlatmanın da öyle zannedildiği kadar kolay bir süreç olmadığı kesin. Yapılması gereken “sağlığa odaklanmak” olmalı. Çünkü “sağlık varsa eğer her sorun çözülür ve her şey daha kolaydır”.

GENETİK MİRAS ÖNEMLİ AMA

Lafı sündürüp uzattığımın farkındayım, gelmek istediğim nokta aslında şu: Bana göre yaşlılıkta da sağlıklı ve dinç olmak ve öyle kalmak temelde üç faktörle ilgilidir: Genetik miras, beslenme tarzı, aktivite düzeyi. Genetik mirasın çözümlenebilir, kontrol altında tutulabilir olanları da var, olmayanları da. Toplamda yaşam süresi ve kalitesine etkisi ise %30’u geçmiyor, bu %30’un da en az %20’den fazlası mirasa göre dizayn edilmiş akılcı beslenme ve aktivite seçimleriyle kontrol altına alınabiliyor. Önemli olan işin beslenme ve aktivite ile ilgili kısmı. Her iki konuda da yüzlerce şey söylenebilir, binlerce yazı yazılabilir ama işin özü bence şudur: Yaş elliye gelene kadar beslenme ve aktivite eşdeğer önemdedir. İkisinin de üzerinde dikkatle durmak, özenle yoğunlaşmak gerekir. Yaş elliyi geçtiğindeyse daha az yemek (yükte az, pahada ağır besinlere odaklanıp daha düşük kalorili yeni bir beslenme planı geliştirmek) ve daha çok hareket etmek lazımdır.

EN İYİSİ 10 BİN ADIM

Ben hareketin/aktivitenin yoğunluğunu da yürüme ve benzeri aktivitelerle yoğunlaştırmanın doğru olduğu kanaatindeyim. Tabii ki esneme ve direnç egzersizleri de yapılmalı ama “Her gün minimum 5 bin, optimum 7 bin 500, en iyisi 10 bin adım” kuralı ısrarla uygulanmalı. Ellili yaşlardan sonra aktivitenin (özellikle de aerobik aktivitelerin, birinci planda da yürümenin) beslenmeden daha önemli olduğunu düşünüyor, yaş aldıkça sağlıklı ve dinç olabilmenin yolunun bu dönemden sonra beslenmeden ziyade aktiviteden, özellikle de yürümekten geçtiğini kabul ediyorum. Kısacası ellisinden sonraki formülünüz şu olmalı: Daha az ye, daha çok yürü.

Mucize diyet yoktur

Yazının Devamını Oku