1- OMEGA-3 DEPRESYONA İYİ GELİR Mİ?
Uzmanlar, klinik çalışmaların olumlu sonuçlarını izledikçe, depresyon tedavisi için yazdıkları reçetelerde Omega-3 desteklerine daha sık yer verir oldular.
Aslında temel yağ asitlerinin eksikliğinde en sık karşılaşılan sorunlar, saçlarda kuruma ve matlaşma, deride kuruma, kepeklenme ve tırnak kırılmalarıdır.
Bu belirtiler bulunmasa da depresyon sorunu karşısında Omega-3 kullanmak iyi bir çözümdür.
Keten tohumu yağı, çuha çiçeği yağı ve Omega-3 zengini balık yağlarını tercih edebilirsiniz.
Keten tohumu yağı hem Omega-3 hem de Omega-6 yağ asidi kaynağıdır. İnsan vücudunda gerek duyulan temel yağ asitleri gamma linoleik asit (GLA), dokosaheksaenoik asit (DHA) ve eikosapentaenoik asittir (EPA). Bu nedenle keten tohumu yağına ek olarak GLA, DHA ve EPA içeren diğer yağları da besin desteği olarak almanız faydalı olabilir. Çuha çiçeği yağı iyi bir GLA kaynağıdır. Ayrıca balık yağı kapsülleri DHA ve EPA’dan zengindir.
Eşit miktarda GLA ve DHA alabilirsiniz.
KANSERİ her gün bir şekilde konuşuyoruz. Şimdi de “içme suyundaki arsenik tehdidi” ve “ayakkabılardaki azo boyaları” nedeniyle gündeme geldi. Bana göre kanseri daha da sık konuşacağız. Çünkü dünya ‘KANSER ÇÖPLÜĞÜ’ne dönüştü. Peki, ne olacak bunun sonu? Ne yapmalıyız kendimizi güvenceye almak için? Bu soruların cevabını sizin için toparladım.
SAVAŞTA DOĞRU BESLEN
Beslenme kanserle mücadelede en önemli adım. Maalesef, genlerimiz yiyeceklerimizin yapısındaki değişikliklere ve içine giren kanserojen unsurlara ayak uyduramıyor. Bu sonucunda da kanser vaka sayısı artıyor. Bilimsel çalışmalar, genetik faktörlerin kanser nedeniyle ölümlere etkisinin yaklaşık yüzde 20 oranında olduğunu gösteriyor. Yani, yaşam tarzı ile kanser arasında çok daha güçlü bir ilişki var. Araştırmalar, sadece doğru beslenme ile kanser vakalarının yaklaşık yüzde 45’inin önlenebildiğini gösteriyor. İlk yanlışımız şeker, 2’ncisi ise un! Peki, neden şeker bu kadar tehlikeli? Kanser hücreleri hızla çoğaldıkları için enerjiye ihtiyaç duyarlar. Enerjiyi hızlı bulabilecekleri temel kaynak da şeker. Şeker kansere yakalanmayı kolaylaştırırken, mücadeleyi zorlaştırıyor. İnsan vücudu günde 10 kesme şekerden fazlasını yakamazken, içilen herhangi bir meşrubatın bir şişesinde 11-12 kesme şeker bulunuyor. Önce şeker ve şekerli besinlerle, sonra da un ve nişastalı yiyeceklerle ilişkinizi sınırlandırın.
Gizlenmiş tehlikeler
NEMLİ ortamlarda saklanmış, küflenmiş kuruyemiş ve tahıllarda, en çok da kırmızıbiber ve yer fıstığında bulunan aflatoksin maddesi ciddi bir kanser tetikleyicisi. Sosis, salam gibi et ürünlerindeki nitrit ve nitratlar da tehlikeli maddeler. Bu gıdalar öncelikle kalın bağırsak, kısmen de mide kanseriyle ilişkili olabiliyor. Ölçüsüz tüketilen tütsülenmiş ve salamura yiyecekler, aşırı sıcak içecekler sindirim sistemi, özellikle mide ve yemek borusu kanserlerine yakalanma riskini artırıyor. Hazır yiyeceklerde özellikle kızartılmış fast food besinlerde (hamburgerdeki kızarmış patates!) bulunan trans yağ asitlerinin de kanser riski taşıdığı biliniyor.
Güvenli gıda tüketimi, en az sağlıklı besin seçmek kadar önemli bir konu. Hızla kentleşen ülkemizde de dünya ölçeğindeki bu olumsuz gelişmeden nasibimizi alıyoruz.
Kentsel nüfus artışı, gıda güvenliği sorununu iyice perçinliyor. Doğa kirlendikçe besin kaynaklarımız da bu durumdan etkileniyor. Satın aldığımız gıdalar, sağlığa zararlı kimyasallar, ağır metaller, virüsler veya mikroplar ile giderek daha çok kirleniyor.
Diğer yandan tüketim artıyor ve üreticiler bunu karşılamak için yeterince sağlıklı olmayan koşullarda üretim yapılabiliyor.
Böyle giderse, güvenli gıdaya ulaşabilmemiz, yiyecek ve içecekleri güvenli ve sağlıklı koşullarda tüketebilmemiz neredeyse hayal olacak. Peki, ne yapmalıyız? Bu konuda birkaç önerim var...
* Sağlıklı ve güvenli gıda tüketmek istiyorsanız, ambalajlı gıda maddelerini tercih edin. Markalı, paketlenmiş, üretim yeri, tüketim koşulları, içeriği ve son tüketim tarihi belirlenmiş bir ürünü tercih edin. Açıkta tutulan gıdalardan, özellikle ambalajsız satılan ve dolayısıyla kirlenme olasılığı yüksek et, süt, tavuk eti gibi yiyeceklerden uzak durun. Etiketini okumadan hiçbir gıdayı kullanmayın. O gıdanın içeriğine, son tüketim tarihine ve ambalajın sağlam olup olmadığına dikkat edin.
* Sebze ve meyveleri su dolu bir kapta bir süre bekletin. Böylece üzerindeki kimyasallar ve toz toprak iyice akacaktır. Bu suyun içine bir parça sirke eklemek de etkili bir yöntemdir. İşinizi daha da sağlama almak istiyorsanız, sebze ve meyveleri 20-35 dakika tuzlu suda bekletip sonra yıkayın.
* Gıda hijyeni konusunda hassas ve dikkatli olun. Gıdalarınızı temizlemeye, temiz tutmaya, temiz yerlerde saklamaya özen gösterin. Gıdalarınızı temizlerken sakın ama sakın sabun, sıvı sabun, deterjan gibi temizlik maddeleri kullanmayın. Özelikle sebze ve meyveleri bol su ile yıkamadan pişirmeyin, yemeyin.
Kilo sorunu olanların bir kısmı açık ya da gizli hipoglisemiklerdir. Bu nedenle de kilo problemi olan herkesin herhangi bir kilo programına başlamadan önce sadece tiroid tembelliği değil, hipoglisemi yönünden de incelenmesi gerekir. Ayrıca bu yapılırken sadece kan şekeri ölçümleriyle yetinilmemeli, insülin seviyeleri de araştırılıp insülin fazlalığı (hiperinsülinemi) ve/veya “insülin direnci” sorununun olup olmadığı belirlenmelidir. Özellikle “hiperinsülinemik hipoglisemikler” sadece diyetle kolay kolay kilo veremezler, verseler de hızla ve fazlasıyla geri alırlar. Ayrıca diyet programı yanında aktivite programlarını güçlendirmek ve metformin yutmak zorunda kalırlar. Nedenine gelince...
İnsülin direnci kompleks bir metabolik bozukluğun işaretidir ve bana kalırsa metabolizma bozukluğu sonucu ile ilgili kilo sorunlarının en önemli ve en sık görülen nedenidir. Çoğumuza insana kilo aldıran sorun zannedildiğinin aksine tiroid tembelliği değil, insülin direncidir. Diğer taraftan insülin fazlalığının oluşturduğu kilo problemi diğerlerinden daha tehlikelidir, zira hipertansiyon, diyabet, damar sertliği, gut hastalığı ve karaciğer yağlanması ile de ilişkili olduğu bilinmektedir.
ÖNEMLİ BAZI İŞARETLER
Hipoglisemi/insülin direnci sonucu şişmanlayanların ve hipoglisemik ataklar nedeniyle kilosunu yönetmekte zorlananların ortak bazı dış görünümleri, bilinen bazı sorunları da var: Bunlar genelde kalça ve karın bölgesinden kilo alan, bacak bölgesi ince kalıp üst tarafı hızla genişleyen, zamanla dondurma külahı ya da elma şeklinde yağlanan kişilerdir.
Bel çevreleri genişleme, gıdıları büyüme, enseleri kalınlaşma eğilimindedir. Yine aynı kişilerde yemek sonrasındaki hipoglisemik ataklar nedeniyle yemeği takip eden saatlerde halsizlik, yorgunluk, uyku hali, konsantrasyon güçlüğü, terleme ve erken acıkma gibi ortak şikayetler gözlenir.
Kimi dinlenerek, kimi gezerek, kimi okuyup yazarak, kimi de eğlenerek hayattan daha çok keyif almanın peşinde. Yiyip içmeye odaklananlar, bu uğurda yeni ve farklı “damak çatlatan lezzetler”in peşinde koşanlar da eksik değil. Kısacası herkes aklına, parasına, kültürüne, yaşam tarzına, yaşına, başına, işine uygun “iyi hayat çözümleri” bulma telaşında.
Seçtiğiniz yol, aradığınız veya bulduğunuz çözüm ne olursa olsun dikkat etmeniz gereken bazı ortak noktalar olmalı mı?
Ortak noktalar elbette var ve onlar hep aynı. Bana sorarsanız her şeyden önce beden ve ruh sağlığınıza daha çok özen gösterin. Onlara zarar verecek yanlışlardan uzak kalmaya gayret edin. İşinize yarayabilecek üç temel tavsiyeyi ise yandaki kutularda bulacaksınız. “Ben bunları zaten biliyorum” deyip hafife almayın, çünkü her biri çok önemli ayrıntılar içeriyor...
ÖNERİ 1
DAMARLARINIZA İYİ BAKIN
Düzenli egzersiz yapın
BİR BİLGİ
Boynumun ağrısı fıtıktan olabilir mi?
Boyun ağrılarından söz edilince akla önce boyun fıtığı, hemen sonra da “kireçlenme” geliyor. İşin uzmanları ise “Boyun ağrılarının en başta gelen nedeni kaslarla ilgili problemlerdir” diye düzeltme yapıyorlar. Onlara göre boynu ağrıtan nedenlerin birinci suçlusu, kas spazmları.
Boynumuzdaki kemikler, kemiklerin arasındaki ilişkiyi sağlayan kıkırdak ve sıvılar, eklemlere yerleşmiş “disk” adını verdiğimiz amortisör benzeri yapılar, kemiklere tutunan kaslar ve bunların tutunma noktalarını oluşturan kirişler, çok seyrek olarak da kemiğin içyapısında meydana gelen yapısal sorunlar ağrıya neden olabiliyor. Ne var ki ağrıların neredeyse yüzde 80’inden fazlasının nedeni kaslarla ilgili sorunlardan özellikle de kas spazmlarından kaynaklanıyor.
İster strese, yorgunluğa, yanlış ya da aşırı kullanmaya, isterse terliyken rüzgâra, soğuk hava üfleyen cihazlara maruz kalmaktan olsun kaslar uğradıkları her haksızlığa (!) ve dikkatsizliğe öncelikle kasılarak, yani “spazm yaparak” yanıt veriyor. Bu spazmın en sık görüldüğü yer de boynun arka bölümü, yani “ense” olarak tanımlanan kısım oluyor.
Bu spazmların mutlaka dış etkenlerden kaynaklanması da şart değil. Boyun fıtığı olarak bilinen disk kaymaları da boyun ağrısına sebep olabiliyor ve ağrı çoğu zaman yerinden fırlayan diskin sinirlere yaptığı baskılardan değil, savunma ve kendini koruma amacıyla oluşan kas spazmlarından ileri geliyor. Kısacası boyun ağrısı denince akla önce kas spazmlarının gelmesi gerekiyor. Ağrıyı azaltmak için de öncelikle bu spazmı çözmek tavsiye ediliyor. Bu amaçla da fizik tedavilerden, kas gevşetici ilaç ve kremlerden faydalanılıyor.
BİR NOT
Vücudumuzun her hücresi, her organı ayrı değere sahiptir. Her biri, sistemlerimizin verimli çalışması için az, çok, büyük, küçük demeden bir işin ucundan tutar. Ancak bazıları diğerlerinden daha hassas olup “buluttan nem kapabilir”.
Saç tellerinin içinde doğup, büyüyüp uzadığı kesecikler de böyledir. İç ya da dış birçok etmen saç tellerinin çıkma sıklığını, uzamasını, dökülme hızını etkileyebilir. Hayati önem taşımasa da fiziksel özelliklerimizin en önde gelenlerinden olduğu için saçlarımızın sağlıklı ve güzel görünmesi bizi yakından ilgilendirir. Saçlı deri ve saçlarla ilgili her konu dikkatimizi çeker. Şampuandan kreme, gıdalardan ilaçlara her şeyi inceler, öğrenir, dener, yorumlarız.
BİR ÖNERİSAÇ DOSTU BESİNLER
Kadın ya da erkek herkes hayatının bir döneminde saç dökülmesinden yakınır. En sık rastlanılan saç dökülmesi durumu “Androgenetic Alopecia”dır (kalıtsal saç dökülmesi veya kellik). Günümüzde saç dökülmesi çözümleri hem seçenek, hem etkinlik hem de uygulama kolaylığı olarak fazladır. Ne kadar erken fark edilir ve tedaviye başlanırsa o kadar iyi sonuç alınır. Bu konuda bazı önerilerimiz var.
* Besin seçimlerinize dikkat etmek, sağlıklı saçlara sahip olmak için yapacağınız ilk iştir. Vitamin, mineral, protein, yararlı karbonhidratlar ve gereğince yağlarla bütünlenmiş bir beslenme planı izlemek, en doğru uygulamadır.
* Saç telinin büyük bölümü proteinden oluşur. Protein yokluğunda saç yapımı durur, vücudumuz yerine yeni saç yapamayacağından doğal olarak saç dökülmesi meydana gelir.
* Saçlarımızın yüzde 2-3’ünü oluşturan Omega-3, saçlı derideki hücrelerde ve saç derisiyle saçların nemlenmesini sağlayan sebumda (yağ tabakası) bulunur. Omega-6 yağ asidi olan gama linoleik asit (GLA) ise saçın sağlıklı büyümesini destekler, parlak ve güçlü olmasını sağlar, kepeklenmeye karşı da etkilidir.
Bana göre modern tıp yeniden yapılanıyor. Eksiklerini gediklerini gözden geçiriyor, mevcut süreçleri denetliyor ve size daha çok yardımcı olmanın yollarını arıyor. Değişimin en çok göze battığı alanların başındaysa tedavi yöntemleri ile teşhis araçları var. Neredeyse her gün yıllardır kullanılan bir ilaç, klasikleşmiş bir ameliyat ya da başka bir tedavi yöntemi masaya yatırılıp gözden geçiriliyor. Bunun son örneklerinden birini kolesterol ilaçları konusunda yaşadık. Benzer tartışmalar antibiyotikler için de yapıldı, yapılıyor.
‘KORUYUCU TIP’
Tıbbın sağlığımıza yaklaşım şekli de sorgulanıyor. Yalnızca teşhise ve tedaviye odaklanan ve neredeyse tümüyle modern teknolojinin emrine giren tıp anlayışı yavaş yavaş bırakılıyor, insanın sağlıklı kalma haline daha çok değer veren, sağlığı koruma ve güçlendirmeyi temel hedef olarak düşünen, kısacası “koruyucu sağlık” temelli hareket eden yeni bir tıp anlayışı geliyor. ‘Kanser olunca nasıl tedavi olacağımız’ kadar ‘kanser olmamak için neler yapmamız/yapmamamız gerektiğine’ de odaklanıyor, diyabeti, hipertansiyonu nasıl önleyeceğine de kafa patlatıyor. İki önemli alanda daha sessiz ve derinden ama müthiş bir değişim var. Birincisi “beden ruh ilişkileri” alanı, diğeri ise “modern tıp-geleneksel/tamamlayıcı tıp” bağlantıları. Modern tıp yaklaşık yüz yıl kadar önce kaybettiği “RUH”u neredeyse yeniden keşfetti! Beden ve ruhun ayrılmaz bir bütün olduğunun farkına nihayet yeniden vardı. Bedensel hastalıkların yol açtığı ruhsal sorunların, ruhsal bozuklukların temel faktör olduğu bedensel problemlerin ne denli büyük tahribatlar yapabildiğini en nihayet gördü.
GELENEKSELİN DEĞERİ