Aslında bu gelişme sürpriz de değil. Zira zengin, fakir, gelişmiş ya da geri kalmış hemen her ülkede “BEKLENEN YAŞAM SÜRESİ” -koşullara göre değişmek üzere- az veya çok uzuyor. Bu uzamadan en çok nasibini alan ülkelerden biri de güzel ülkemiz, Türkiye’miz. Bizde de -çok şükür- ortalama yaşam süresi sürekli artıyor. Yakın bir gelecekte kadınlarımızın 80’leri geçmesi, erkeklerimizin de 80’leri yakalaması bekleniyor. Peki, bu güzel gelişmelerin bazı olumsuz sonuçları yok mu? Var!
İYİ BİLGİ 1
FİZYOLOJİMİZ DE YAŞLANIYOR
YAŞLANMAYLA birlikte fizyolojik süreçlerimiz ve gücümüzde kesintisiz ve önlenemez bazı düşüşlerin ortaya çıkması beklenen -doğal- bir sonuç. Yaşımız ilerledikçe hücre, doku, organ ve sistemlerimiz eski güçlerini kaybediyor. Neticede ortaya çıkan işlevsel yetersizlikler, fiziksel bir düşkünlük halini de beraberinde getiriyor. Kalplerimiz eskisi kadar iyi pompalayamıyor, akciğerlerimiz gaz değişiminde yetersiz kalıyor, karaciğerlerimiz yeteri kadar tedbirli davranmıyor, sindirim sistemimiz gıdaları eskisi kadar iyi öğütüp hazmedemiyor, böbreklerimiz toksinleri kâfi derecede uzaklaştıramıyor, eklemlerimiz yıpranıyor, kas ve kemiklerimiz eriyor. Canınızı sıkacak ama sadece cildimiz değil, beyinlerimiz bile bir ölçüde küçülmeye, büzüşmeye, kırışmaya başlıyor. Kısacası yaşlanmanın fizyolojik sonuçları, ekonomik ve entelektüel imkânlarımız ne olursa olsun -hele bir de işi oluruna bırakırsak, çaba gösterip gerekli önlemleri almazsak- hepimizde az ya da çok “FİZYOLOJİK BİR DÜŞKÜNLÜK HALİ” yaratıyor.
İYİ BİLGİ 2
PSİKOLOJİMİZ YIPRANIYOR
YAŞLANMANIN
Beynimiz de belleğimiz de kan şekerinin özellikle aşırı yükselmelerinden ve düşmelerinden hiç hoşlanmıyor. Ve zaten bu nedenle de özellikle şeker hastalarında kan şekeri oynamalarına bağlı olarak belleğin beklenenden daha erken bozulabileceği/yaşlanabileceği biliniyor. Araştırmalar bize önemli bir şeyi daha hatırlatıyor: Kan şekerinin seviyesi ile bellek arasındaki bu önemli ilişkide sorun yaşayanlar sadece diyabetliler/şeker hastaları değil. Kan şekerindeki hafif yükselmeler/düşmeler, insülin seviyelerindeki sınırlı artışlar bile (hiperinsülinemi/insülin direnci) bellek kapasitemizi olumsuz etkileyebiliyor.
Bedenimizdeki bütün hücrelerin (özellikle de beyin hücrelerinin) verimli çalışması için glikoza gereksinimi var. Ne var ki glikoz ve insülinin fazlası beyin dokusunda zamanla ciddi tahribatlar da yapabiliyor.
Tahribatın nedeni ise henüz tam olarak bilinmiyor. Kan şekeri yüksekliğinin proteinlerle etkileşime girerek beyne hasar verebilen toksik maddeler oluşturabileceğini, aşırı insülin birikiminin Alzheimer hastalığına yol açan beta amiloid maddesinin beyin dokusundan temizlenmesini aksatabileceğini ileri sürenler var. Ayrıca kan şekeri yüksekliği uzun sürerse beyin damar hastalığına yol açabiliyor, sertleşen ve daralan beyin damarları beynin beslenme ihtiyacını karşılayamayınca da belleğimiz bozulabiliyor.
ÖZETİ ŞUDUR: Kan, şeker ve insülin rakamlarımızı dikkatle izleyelim!
ÇOK İLAÇ YUTUYORUZ
BİR UYARI
Eğer bu ayrıntıya dikkat etmezseniz ne gününüzü formda, zinde ve keyifli geçirebilir, ne yiyip içtiklerinizin sağlayacağı sağlık faydalarını/enerjiyi yeterince hissedebilir, ne de uyuduğumuz uykuların -süresi yeterli olsa bile- dinlendirici ve enerji yükleyen iyileştirici etkisini gerektiği kadar fark edebilirsiniz. Diğer taraftan muhakkak ki hepimizin “farklı krono tiplerimiz” yani “biyolojik saatlerimiz” var. Ve yine muhakkak ki o farklı “krono tip yapılanmalar”ın arka planında da yine bir genetik temel; yani “genetik mirasımız” yatıyor. Ama unutmayalım ki o miras -ister güçlü ister zayıf olsun- “yaşam tarzımız” ve “çevremiz” ile etkileştiği kadar kronobiyolojimiz yani “zaman takvimimiz”e uyumumuz ile de etkileşiyor. İşte bu nedenle ne zaman takvimimizle/kronobiyolojimizle ne de krono tipimizle çatışmaya girmememiz gerekiyor.
İYİ BİLGİ
İYİ HAYATIN SIRRI KRONOBİYOLOJİDE GİZLİ
Bilimsel verilerle net ve açık olarak gösterildi ki sağlığımızın da bir “zaman saati” var. Ve bu saat kısaca “biyolojik saat/kronobiyoloji” olarak tanımlanıyor. Aslında tek bir biyolojik saatimiz de yok, bedenimiz ve vücudumuzun 24 saatlik günlük döngülerini ayarlayan, enerji üretimi, bakım onarım, metabolik süreçler, hormonal dengeler, enerji üretimi ve benzeri döngüleri düzenleyen farklı biyolojik saatlere sahibiz. Ama ne iyi ki -eğer o kronobiyolojimize uygun yaşarsak- o farklı saatler sağlıklı ve senkronize bir işleyişle “hastalıkta ve sağlıkta, çocukluk, gençlik ve yaşlılıkta” bize tam ve kusursuz bir “iyi hayat” yaşatabiliyor. Ama eğer bu farklı saatler dikkate alınmaz, görevlerini usulünce ve zamanında yerine getirmelerine yardımcı olunmazsa hücrelerimizin metabolizması bozulmaya, enerji üretimleri devreden çıkmaya, başta DNA hasarları olmak üzere onarım süreçleri sekteye uğramaya başlıyor. Dolayısıyla o hücreler ve takiben de dokular ve organlar beklenenden daha erken ve daha kötü yaşlanıyor. Çoğumuz farkında değiliz ama biyolojik saatlere uyumsuz bir hayatı ısrarla sürdürecek olursak daha sık hastalanıyor ve daha kötü yaşlanıyoruz. Daha sık nezle girip oluyor, daha çok alerjik sorun yaşıyor, daha fazla depresyona yakalanabiliyoruz. Ve yine aynı hata nedeniyle “Alzheimer’dan Parkinson’a, şeker hastalığından hipertansiyona ve romatizmal sorunlardan kanserlere” kadar pek çok sağlık sorununa aday haline geliyoruz. Kısacası “NE YEDİĞİMİZ, NE KADAR UYUDUĞUMUZ, NE SIKLIKTA EGZERSİZ YAPTIĞIMIZ” muhakkak ki önemlidir. Ama iyi bilelim ki en az bunlar kadar “NE ZAMAN YİYİP, NE ZAMAN UYUDUĞUMUZ VE NE ZAMAN EGZERSİZ YAPTIĞIMIZ” da yani “BİYOLOJİK SAATLERİMİZE NE ÖLÇÜDE UYGUN BİR HAYAT TARZI SÜRDÜRDÜĞÜMÜZ” de çok ama çok mühim bir “iyi yaşam ayrıntısı”dır.
ÖNEMLİ BİR SORU
GENETİK Mİ EPİGENETİK Mİ
Sanat aleminde ‘bis yapmak’ her sanatçıya nasip olmayan bir yüce takdir, bir değer bilme hali. Doğal olarak her sanatçıya nasip olmayan içten bir alkış tufanı. Eğer o sanatçı sanatında başarılı ve icra ettiği eserlerde takdire layık görülmüşse sahneye tekrar çağrılıyor ve alkışlar eşliğinde ondan birkaç eser daha icra etmesi isteniyor.
Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca
Yeniden göreve getirilen Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca için de bence böyle bir durum söz konusu. Dr. Koca önceki görev döneminde pandemiyi birkaç sorun dışında -bana göre- başarıyla yönetti. Ses getiren pek çok işe ve projeye imza attı. Çalışkan, takım çalışmasına yatkın, nazik ve mütevazı bir bakan olarak öne çıktı ve bu yetenekleriyle o da -bana göre- ‘bis yapma’ şansını yakaladı. Peki, Dr. Fahrettin Koca’nın yeniden çıktığı bu “SAĞLIK SAHNESİ”nde ‘bis yaparken’ icra edeceği/imza atacağı yeni öncelikleri ne olmalı? O önceliklerin ilk 5’inde şunlar var...
YENİ BAKANA TAVSİYELER
SAĞLIKTA ‘BİS’ İÇİN İLK 5
VARAN 1- DEPREM BÖLGESİNE DAHA ÇOK İLGİ: Yaklaşan yaz sıcaklarıyla birlikte deprem bölgesinde, özellikle başta bulaşıcı hastalıklar olmak üzere pek çok alanda yeni ve önemli problemler var. Kanaatimce Dr. Koca’nın ilk önceliği deprem bölgesindeki sağlık hizmetlerini yeniden planlamak ve o bölgeye yoğunlaşmak olmalıdır.
Pek çok insan son günlerde farklı kalp sorunları nedeniyle doktorlardan yardım istiyor. Bu sorunların ilk sıralarında da daima “ARİTMİ” meselesi yani “KALP RİTMİNİN DÜZENİNİ KAYBETMESİ” geliyor. Peki, sorun ne? Ne oldu da kalbimizin düzeni böyle sık sık bozulmaya başladı? Tabii ki birinci sorun “STRES MESELESİ”. Zira stres kalbimiz için en az “kolesterol, kan şekeri, trigliserid ve hipertansiyon” kadar önemli bir düşmanıdır.
İYİ HABER
ÇOĞU ARİTMİ TEHLİKELİ DEĞİL
İsterseniz gelin hafta sonuna -her zaman olduğu gibi- iyi bir haberle başlayalım: Araştırmalar aritmi sorunu yaşayanların çoğunda ciddi kalp sorunları yerine güncel yaşam tarzı hatalarının varlığını gösteriyor. Fazla kaçırılan “kahve, çay, kafein deposu kolalı içecekler, kafein zengini enerji ürünleri” aritmilerin sık görülen masum nedenleri. Sağlığa zararlı olduğunu bile bile “alkol ve sigaraya yüklenmek” de önemli birer aritmi hatası. Diğer taraftan “uykusuzluk” meselesinin de altını kalınca çizmemiz lazım. Sadece uykusuzluk değil, uyku kalitesinin düşmesi, horlamalar, uyku apneleri ve başka nedenlere bağlı uyku bölünmeleri de başlı başına birer aritmi tetikçisi olabiliyor.
Çok daha önemli ve sık görülen aritmi hazırlayıcılarının başında ise “stres, öfke, kızgınlık, gerginlik ve endişe gibi ruhsal sorunlar” geliyor. Prensip olarak da aritmi sorunu yaşayan herkesin öncelikle kendi kişisel yanlışlarını gözden geçirmesi gerekiyor.
O soru şu: MUTLU MUYUZ? Sorunun nedeni de malum. Son zamanlarda yoğun bir mutluluk tartışması yaşıyoruz. Üstelik bu tartışmayı sadece biz yapmıyoruz. Pek çok ülkede araştırmacılar o ülke halkının mutlu olup olmadığını
anlamaya çalışıyor. Bize gelince...
İtiraf edelim ki “kaygı yükü fazla” üstelik bir de “kaygılarını yoğun yaşayan” bir milletiz. Sevinçte, coşkuda, umutta oldukça “KISKANÇ”; keder, hüzün ve hatta gözyaşı dökmede ciddi ölçüde “CÖMERT” bir sosyolojik/genetik organizasyonumuz var. Çoğumuz anında ve hemen geçmişi hatırlayınca üzülen, geleceği düşününce endişelenen bir ruhsal örgütlenmeye sahibiz. Bu nedenle de mutluluğa değil mutsuzluğa eğilimli bir duygusal tepki vermeye hazırız. Peki, çare ne? Hiç olmazsa biraz daha mutlu olabilmenin basit ve kolay yolları, daha doğrusu mutluluğun bir ilacı ya da ilaçları var mı? Var!
İŞTE O İLAÇLAR
İlgiyle izlediğim yazarlardan Ernie J. Zelinski’nin sadece bizim için değil insanlık için bile geçerli olabilecek bir mutluluk reçetesi var. O reçeteden ben de sık sık faydalanıyorum. Tavsiyem, sizin de bu reçeteyi kesip saklamanız, sık sık okuyup hatırlamanız, hayatınızın bir parçası yapmaya çalışmanızdır. Zelinski’nin 13 maddelik o mükemmel reçetesinde bakın hangi ilaçlar var?
BİR MUTLULUK REÇETESİ
Neredeyse nefes almakta bile zorlanıyorum. Acaba kalp krizi mi geçiriyorum?” diye sorunca 10 yıl kadar önce Hürriyet’te yine bu köşede sizlerle paylaştığım “Reflü mü kalp krizi mi?” başlıklı eski bir yazımı hatırladım. O yazıyı da şimdilerde emekli olan değerli bir gazeteci ağabeyimin geçirdiği göğüs ağrısı atağı nedeniyle kaleme almıştım. Gazeteci ağabey reflü atağı zannediyordu ama aslında sorun kalp damarlarındaki tıkanmaydı. Neyseki erken teşhisle müdahale edildi ve sağlığına yeniden kavuştu. Hemen hatırlatayım: Sadece hasta hikâyesi dinleyerek bazen gerçekten basit bir reflü atağını bile ciddi bir kalp krizinden ayırmak biz doktorlar için bile mümkün olmayabiliyor. Ve bu nedenle de zaten kalp krizi vakalarının çoğu “Reflüdür, önemsizdir geçer” düşüncesiyle basit reflü nöbetlerinin bir kısmı kalp krizleri korkusuyla karıştırılabiliyor. İşte bu nedenle isterseniz gelin bugün köşemizi “REFLÜ SORUNU”na ayıralım.
İYİ BİLGİ 1
REFLÜ NEDİR NASIL OLUŞUR
REFLÜ sözcüğü tıp literatürünün sık kullandığı bir kelime. “Geri kaçış” sorununun olduğu her yerde kullanılır. Eğer midenizdeki yemek parçacıkları ve asit sıvı yemek borunuza kaçmışsa “yemek borusu reflüsü” olarak tanımlanır. Sürecin nasıl işlediğine gelince...
Mideniz ve yemek borunuz arasında teknoloji harikası muazzam bir giriş çıkış dengesi ve bunu yöneten son derece sağlam bir “aç-kapa sistemi” var. Bu sistemi oluşturan dairesel kaslar normalde yutkunma haricinde asla açılmaz; sadece siz lokmaları yuttuğunuzda ve takiben de o lokmaları midenize sindirilmek üzere yolladığınız da açılabilen bir sistemdir bu. Prensip olarak yalnızca yiyip içtiklerinizin yemek borunuzdan midenize girmesine izin verir. Aynı kapak sistemi -sağlam işliyorsa eğer- mide muhtevasının yemek borusuna yeniden geri kaçmasına asla müsaade etmez. Bu özel kapak sisteminin yapısal ya da işlevsel sebeplerle bozulması reflüye giden yolun ilk aşamasıdır. Kapak sistemi herhangi bir sebeple zayıf düşer ve bozulup genişlerse midedeki asitli içerik yemek borusuna doğru geri kaçacaktır. Asitli ortama/sıvılara/besinlere yapısal olarak hazır olmayan yemek borusunun alt kısmında zamanla asit hasarı oluşacak, göğsün tam ortasında hatta bazen bu boğazda, ağızda bazı sorunlar başlayacaktır. Bu yapısal hasarların hafif olduğu başlangıç döneminde sadece yatar pozisyonda veya öne eğildiğinizde, örneğin ayakkabılarınızı bağlarken oluşan asit kaçakları zamanla siz otururken ve ayaktayken bile tekrarlayacak, şikâyetlere yol açacaktır.
İYİ BİLGİ 2
Bu taramalar sadece bazı sağlık sorunlarınızın daha erken dönemde tanı ve tedavisini sağlamaz; aynı zamanda eğer belirli bir plan, program ve tecrübe üçlüsü ile uygulanırsa gelecekte karşılaşabileceğiniz muhtemel hastalıkların da tahmin edilmesine fırsat sağlar. Zaten bu nedenle de neredeyse 50 yıl kadar önce “tepeden tırnağa sağlık taraması” anlamına gelen “sağlık check-up”ı kavramı hayatımıza girdi. Ama üzülerek belirtelim, şimdilerde bu kavram ciddi ölçüde sulandırılmış ve bazı sağlık merkezleri/hastaneler tarafından ek bir gelir kaynağına dönüştürülmüş durumda. Hatta bu check-up’ları kampanyalarla ve indirimli yaptığını iddia ederek elde edilen ve size sunulan sonuçları gereksizce köpürten(!) ve lüzumsuz ek analizlere/konsültasyonlara yönelen kuruluşlar da olabiliyor. Prensip olarak eğer bir sağlık kuruluşu sağlığınızı taramaya talip oluyor ama işe doğrudan tahlil ve tetkiklerle başlıyorsa onlara sadece “Teşekkür edin(!)” ve hemen deneyimli ve güvenli başka bir merkez arayışına girin.
ÖNEMLİ
CHECK-UP DEĞİL RİSK ANALİZİ
Sağlık taramaları sıradan bir araştırma değildir, ciddi bir risk değerlendirmesi gibidir. Etkili bir tarama sadece mevcut sağlık sorunlarınızı değerlendirmek, gizli sağlık problemlerinizi ortaya çıkarmakla kalmaz; gelecekte karşılaşabileceğiniz muhtemel sağlık problemlerini de geniş ölçüde ve/veya önceden tahmin edebilir. Bu amaca ulaşılabilmesi için de deneyimli merkezler sürece doğrudan “standart kan analizleri ve radyolojik incelemelerle” başlamazlar; ilk sıraya ailenizden size intikal eden genetik miras, sizin sağlık geçmişiniz, yaşam tarzı alışkanlıklarınız, daha önce yaşadığınız sağlık sorunlarınızı sorgulamakla yola çıkarlar. Diğer taraftan tecrübeli merkezler, bu değerlendirmeleri yaparken orta ve uzun vadede karşılaşabileceğiniz muhtemel sağlık risklerinizin neler olduğunu da belirlemeye çalışırlar. Bu nedenle günümüzde ticari check-up’lar yerlerini daha detaylı ve kişiye özel planlanmış “sağlık riski analizleri”ne bırakmış durumdalar.
UNUTMAYIN
SADECE TEST YAPTIRMAK YETMEZ
YILLIK