Modern hayatın şartları, hareket etmemize izin vermiyor.
Yürümemize, merdiven ya da yokuş tırmanmanıza müsaade etmek bir yana bizi koltuklara yapıştırıyor.
Spora zaman ayırma ise adeta “lüks tüketim”e giriyor.
Genelde bahanemiz aynı: “İşten güçten vakit ayıramıyorum!” Oysa çalışırken yani işte de yapılabilecek hareketler var.
“Evet, işyerinde asansör yerine merdiven kullanmalıyız. Telefon etmek yerine doğrudan gidip konuşmak da adım sayımızı artırıyor” dediğinizi duyar gibiyim.
Lütfen uzun süre oturmayın. Hiç olmazsa saat başı kalkıp 3-5 dakika tur atın!
Aktaracağım yeni bir araştırma, bu önlemlerin bir “tık” ötesinde. Ne mi yapacağız? Buyurun yandaki kutuya...
AYAĞA KALKIN!
Bir gram protein de yol arkadaşı karbonhidrat kadar, yani yaklaşık 4 kalori enerji sağlamasına rağmen farklı ve önemli avantajları var.
Birincisi, proteinden zengin gıdalar (yoğurt, peynir, balık, tavuk, yumurta, et) kan şekerini karbonhidrattan yoğun yiyecekler (ekmek, patates, makarna, pilav) kadar etkilemiyor. Bu avantaj metabolizmayı “insülin-şeker dalgalanmalarından” uzak tutuyor. Poteinli besinler yenildiğinde pankreas bezi insülin salgılamaya teşvik edilmiyor. Hiperinsülinemik veya insülin dirençli kişilerde bile yemek sonrası insülin patlamaları görülmüyor.
Neticede karbonhidrat yüklü bir besine, mesela pilava, makarnaya oranla aynı miktar enerji değerine sahip proteinli bir yiyeceğin (örneğin pişmiş tavuk göğüs eti, yağı azaltılmış yoğurt, peynir ya da balığın) insülin patlamalarına yol açarak kilo aldırma eğilimi daha az oluyor.
Ayrıca proteinli besinlerin “tok tutma” kabiliyetleri daha fazla. Erken doyma hissi vermeleri ise onları “çift sarılı yumurta” haline getiriyor. Proteinden zengin gıdalar, özellikle yağı azaltılmış proteinler diyet planlarında işte bu nedenle tercih ediliyor.
HİKÂYE ESKİ: ATKINS, MONTIGNAC, DUKAN...
Göğüs ağrıları, özellikle göğsün sol üst kısmında hissedilen ağrılar bir kalp probleminin öncü belirtisi olabileceği için mühimdir. Fakat göğüs ağrılarının çoğunun kalpten kaynaklanmadığını da unutmayın. Bu ağrıların önemli bir bölümü, kalp ağrısıyla karıştırılan sinirsel ağrılardır.
Özellikle yoğun stres altında olan, depresyon, panik atak gibi problemler yaşayan insanlarda göğüste başlayıp sırt ve sol kola yayılan ağrılar görülebilir. Eğer göğüs ağrısına ellerde, ayaklarda ve yüzde uyuşma, çarpıntı, ağız kuruluğu, el titremesi, baş dönmesi gibi belirtiler de eşlik ediyorsa, ağrının kalp ile ilgili değil sinirsel olma ihtimalini göz önüne alın.
Ağrının, göğüsteki bir bölgede, hatta tam meme üstünde, neredeyse parmakla gösterilecek kadar küçük bir alana yerleşmiş olması ve ağrıya sık nefes alıp verme, bulunulan ortamın dar gelmesi, nefes darlığını taklit eden bir hava açlığının da eşlik etmesi de problemin sinirsel kaynaklı olabileceğini akla getirmelidir.
Göğüs ağrısına taşikardi ataklarının, kalbin neredeyse yerinden fırlayacağı duygusunu veren çarpıntı nöbetlerinin, sıkıntı, fenalık hissi ve ölüm korkusu gibi işaretlerin eşlik etmesi sorunun psikolojik kökenli olabileceğini düşündürür.
Ayrıca, bu hastaların çoğu daha önceden de bu tip ağrılar, çarpıntı, nefes darlığı atakları yaşamış ve oldukça detaylı kalp incelemelerinden geçirilmişlerdir.
İZLEYİN Kalp parametreleri
Sağlıklı bir kalp için izlemeniz gereken parametreleri yazdım ve korunması arzu edilen değerleri not düştüm. Bunlar son derece basit ama hayat kurtaran takiplerdir!
Eğer yeteri kadar insülininiz yoksa, yani pankreasınız ihtiyacınız kadar insülin üretemiyorsa şekeri kullanmanız zorlaşıyor, zira kanda şekerin hücreye girmesi insülin sayesinde başarılıyor.
Zaten böyle olduğu için de insülin yokluğu çeken şeker hastaları ya pankreasa insülin salgılatan hapları yutmak ya da insülin iğnelerini kullanmak zorunda kalıyor.
İnsülin bolluğunun yarattığı sorunlara gelince...
Damarlarınızda dolaşan insülin olması gerekenden çok fazlaysa bu durumda da başınız dertte demektir.
Zira fazla insülin hücrelerin insülin reseptörlerinin körleşmesine / kilitlenmesine / duyarsız hale gelmesine sebep oluyor.
Neticede bedeniniz insülin kaynıyor ama reseptör duyarsızlığı nedeniyle hücreye şekeri sokacak sistem kilitlenince kanda şeker birikmeye başlıyor.
Sonrası malum: Biriken fazla şeker yağa dönüştürülüp karaciğerde, iç organlar çevresinde ve göbekte/karın içinde depolanmaya başlıyor, insülin direncine bağlı kilo sorunu ve şeker hastalığı ortaya çıkıyor.
Bence hemen tiroit fonksiyonlarınızı kontrol ettirin. Doktorunuza “hipotiroidi” probleminizin olup olmadığını, özellikle de kadınsanız “Haşimato hastalığı”na yakalanıp yakalanmadığınızı sorun. Bunu özellikle ailenizde başka Haşimato hastaları varsa, anneniz, ablanız, teyzenize sizden önce Haşimato teşhisi konuşmuşsa lütfen ihmal etmeyin.
Haşimato hastalığı genetik eğilimin etkili olduğu sağlık sorunlarından biri ve günümüzde çok sık karşılaşılan hipotiroidi probleminin de en yaygın nedeni. Özellikle kadınları ilgilendiren ve halk arasında “anne-kız hastalığı” gibi hoş bir isimlendirmeyle anılan önemli bir sağlık sorunu.
NE OLUYOR?
Hastalık hemen her yaşta görülebiliyor ama özellikle ergenlik, hamilelik, emzirme dönemi ve menopozda yoğunlaşıyor. Depresyonun, aşırı yorgunluğun, ruhsal travmaların da onu tetiklediğini gösteren gözlemler var. Seyrek olarak tiroit bezinin aşırı çalışmasına da neden olabiliyor ama en sık görüldüğü format “hipotiroidi” olarak bilinen “tiroid tembelliği” durumu.
Hastalık nedeniyle tahrip olan tiroit bezi zamanla hormon üretimini azaltmaya başlıyor, bu da tiroit yetersizliği belirtilerine yol açıyor: Cilt kuruyor, pörsüyor, kırışıyor. Saçlar dökülüp kırılmaya, tırnaklar bozulmaya başlıyor. El ve yüzde şişme, seste kalınlaşma, uyku hali, kilo alma, yorgunluk, üşüme ve kabızlık da zamanla tabloya ekleniyor.
Neden kilo aldığımızı anlayamadığımız zaman nasıl kilo vereceğimizi de bilemez, geçici kilo kayıpları başarabilsek bile sağlıklı bir aralıkta kalmayı beceremez, gidip gelen kilolarla serseme döner, kilo gazilerine bir kişi daha ekleriz. Tersine, kilo alma nedenimizi bilsek, kilo probleminin arkasında yatan sorunu anlayıp çözebilsek (çözemesek bile yönetebilsek), bu sorunu ortadan kaldırabiliriz.
Çoğu insan gibi “su içsem yarıyor, metabolizmam yavaş, vücudum su topluyor” gibi bahanelerle gönül avutmak yerine hafif, formda, keyifli bir hayat süreriz.
Kilo almak, vücuda kazandırdığınız kalorilerle harcadığınız kaloriler arasındaki dengenin bozulması, vücudunuzda sürekli olarak fazla kalori kalmasının sonucudur.
Ama süreci sadece rakamlarla ve ölçülerle açıklayamayız. Herkesin, her bedenin yaşı, cinsi, işi ve genetik, hormonal, metabolik, kısacası biyolojik kurgusu, yani “beden şartnamesi” ile ilgili bir “kalori ihtiyacı” ve “kalori yakma” süreci vardır.
Hareket edebilmek, işinizi gücünüzü yapabilmek, düşünebilmek, hatta yatağınızda mışıl mışıl uyuyabilmek için enerji kullanırız. Enerjiyi de yiyecek içeceklerle kazanmak zorundayız. Eğer kazandığımız enerjileri aktivitemiz, bedensel faaliyetlerimiz, metabolik süreçlerimiz vs. ile yeterince harcayabiliyorsak kilo sorunumuz olmaz. Eğer fazla kaloriler kalırsa işiniz zor, yağlanmanız kaçınılmazdır.
Sorun sadece kiloların “miktarı” ile de sınırlı değildir; neden ve nasıl geldiği, nelerle birlikte geldiği de mühim bir ayrıntıdır. Bedeninizin yakamadığı, kullanamadığı kalorileri az da kazansanız fark etmez, onlar yine yağa dönüşebilir.
FAZLA KALORİ= FAZLA YAĞ
Her beden genetik/metabolik/hormonal olarak kullanmadığı kalorileri yağa dönüştürüp biriktirmek (depolamak) üzere planlanmıştır. Yaklaşık her 7-9 kalorilik fazla enerji kaynağı bir gram yağ olarak depolanır.
* EFSANE 1: GIDA ALERJİSİ YAYGINDIR
Gerçek: Genel nüfusun yaklaşık yüzde 25’inin gıda alerjisine sahip olduğu düşünülse de, bu kesinlikle gerçeği yansıtmayan bir rakamdır. Oysa gerçekte alerjiden muzdarip çocuklar yüzde 6, erişkinler ise yüzde 2’yi geçmez.
Gerçek anlamda gıda alerjisi tablosu, bağışıklık sisteminin bazı besin maddelerine karşı oluşturduğu tepkidir. Bağışıklık sistemi bu maddeleri bir düşman gibi algılar. Çoğu kişi, bazı gıdaları fazla miktarda tükettikten bir süre sonra oluşan sindirim sistemi rahatsızlıklarını gıda alerjisi sanır. Aslında bu bir gıda intoleransıdır.
* EFSANE 2: GIDA ALERJİSİ OLANLARIN SORUNU ONLARIN ÇİLEK VE DOMATESE KARŞI ALERJİK OLMALARIDIRGerçek: Birçok gıda alerji nedeni olabilir. Ancak, bunlar içinde en sık alerjik reaksiyona neden olanlar ceviz, yer fıstığı, süt, yumurta, soya, buğday, balık ve kabuklu deniz ürünleridir. Bu saydığım sekiz gıda maddesi, tüm gıda alerjilerinin yaklaşık yüzde 90’ını oluşturur. Gıda alerjisinden korunmak için hangi besin maddesine karşı alerjiniz olduğu testlerle belirlendikten sonra bu gıdadan uzak durmayı öğrenmelisiniz.
Bunun için dışarıda yemek yerken mönüleri dikkatle incelemeli, marketlerde etiketleri baştan sona okumalı, karışık gıdalar tüketirken bunların içinde alerjik olduğunuz maddenin bulunmadığından emin olmalısınız.
Çocuğunuzda gıda alerjisi varsa okul çevresini ve diğer yardımcı personeli mutlaka uyarmalısınız. Bu kişilerin çocuğunuzun hangi gıdaya karşı alerjisi olduğunu ve bu gıdadan yanlışlıkla tüketirse hangi önlemlerin alınması gerektiğini bilmeleri son derece önemlidir.
Her gün yeni ve farklı bir “beslenme tavsiyesi” ile karşılaşıyoruz.
Tavsiyeler birbirinden farklı, hatta birbirinin tersi olduğu için de kafamız karışıyor. Keyifle içtiğimiz kahve de bundan nasibini aldı.
Kimi çıkıp “kahve safra kesesine zararlı, ülser, çarpıntı yapıyor, hatta karaciğer, pankreas kanserine sebep olabiliyor” dedi, kimi de “kahvenin zararı filan yok, çocuklarınıza bile rahatlıkla içirebilirsiniz” tavsiyesinde bulundu.
İşi biraz daha ileri götürüp “kahve ilaç gibidir, antioksidandır, uyarandır, enerji verir, belleği korur” deyip sınırsız kahve içmeyi önerdi. Peki, bunların hangisi doğru? Kim haklı, kim haksız?
RİSK: FAZLA KAFEİN
Her şeyden önce şunu bilmenizi öneririm: