Doğadaki haliyle de yenilebilir olan veya bizim değişik işlemlerden geçirerek yenilebilir hale getirdiğimiz her şey bizim için “yemek”, içilebilir hale getirdiğimiz her şey bizim için “içecek”tir. Bunlara kısaca “gıda maddeleri” diyoruz.
- Burada küçük bir ayrıntı var. Eğer yenilebilir besinleri hijyenik olan ama sağlığa ille de uygun olması gerekmeyen şekilde, damak ve göz zevkini hedefleyerek sofraya yani yenmeye hazır hale getirilmesine kadar olan süreç “gastronomi”nin alanıdır. Bu bir anlamda lezzetli olan şeylerin sağlıklı olamayabileceği anlamına da geliyor.
- Doğal haldeki gıdaları yenebilir hale getirmek için muhtelif işlemler uyguluyoruz. En doğru olanı buharda pişirmek. Bu mümkün olmazsa ikinci tercih suda haşlamak, yani tencerede pişirmek olmalı.
Çoğu yiyeceği–biraz da damaklarımızın esiri haline gelerek- yağda kızartıyor veya kömürde ızgara yapıyoruz. Bu iki pişirme yöntemi maalesef son derece tehlikeli.
İkisinde de besinlerin içindeki maddeler ciddi yapısal değişikliklere uğruyor, kanser yapıcı ya da damar tıkayıcı özellikler kazanabiliyor.
Türkiye’de özellikle sucuk ve pastırmanın zararlı olup olmadığı gündeme geldi. Peki bu konuda gerçek ne? Sucuk ve pastırma yemeye devam mı, tamam mı? Buyurun...
Geleneksel usullerle üretilen tek ve biricik et ürünümüz pastırma içine yanlış bir şey karıştırılmaz, özellikle de nitrit veya nitrat tuzu eklenmezse -ki böyle bir şeye gerek yok- güvenle tüketebileceğimiz bir işlenmiş et ürünüdür. Peki, pastırmalarımıza yüzde yüz kefil miyiz? Tabii ki yüzde yüz kefil veya emin değiliz ama “geleneksel” pastırmamız sağlıklı bir besindir. Pastırmayı üretirken “tuzlama” aşamasında içine sodyum nitrat eklenmişse, o güzelim pastırma da “arızalı bir gıda” haline gelebilir.
Bazı üreticiler pastırmalara sodyum nitrat tuzu ekleyip tuzlamayı bu şekilde yapıyor ve bu pastırmaların daha taze ve güzel bir görünüm kazandığını, tat ve lezzetlerinin arttığını ve daha uzun dayandığını düşünüyor. Ama şunu iyi bilelim: Bu tür yanlışları yapan üreticilerin sayısı çok çok az. Pastırma geleneksel işlenmiş et ürünlerinin en güvenli olanı. Dışındaki çemenin bir sağlık zararı yok, tersine faydası bile var.
pastırmayı nasıl tüketİn
Çemen otu ciddi bir gıda koruyucusu olduğu kadar insülin direncini azaltan, bakteri ve mantar üremesini baskılayan bir besin. Çemenin içindeki sarımsağın verdiği lezzet yanında bakteri ve mantarların üremesini engellediği de kesin. Dolayısıyla o da çemen otu tohumu kadar doğal bir koruyucu.
GÜLBEN ERGEN İYİ HAYATIN ŞİFRELERİNİ ÇOKTAN ÇÖZMÜŞ
Gülben Ergen tam bir iyi hayat ustası. Akıllı bir beden ve ruh ilişkisi mimarı. Beslenmesi, aktivitesi oldukça akılcı. Pilates ve yoga seçimleri ise yıldızını yükseltiyor. Uyku ve stres konusundaysa birazcık daha çalışması lazım.
Hayat bizim ondan yaptığımız bir şeydir. Eski bir Tibet atasözü bu. Benim rehber cümlelerimden biridir. Hayatımızın “şimdi ve yarın” nasıl olacağını, bundan sonrasının nasıl gelişeceğini tabiî ki sadece biz belirleyemeyiz. Bizim dışımızda da olan biten şeyler, olağanüstü belirleyiciler var.
Her şeyden önce “kader”e yürekten inanıyoruz ve o noktada tam ve sarsılmaz bir teslimiyet içindeyiz.
Ne var ki, yukarıdaki cümleyi bize ulaştıran Tibetli rahibin söylediğine de kulak vermemiz şart: Hayatımızı önemli bir ölçüde biz, bizim tercihlerimiz belirliyor.
Zaten “doğru tercihlerde bulunmak” ve “doğru şeyler seçmek”, sonra da bu seçimleri bir “hayat tarzı” haline getirmek değil midir iyi hayatın değişmez anahtarı...
Düşlediğimiz hayatı yaşamak istiyorsak eğer, ilk önce seçimlerimize dikkat etmek zorundayız. Tabiî ki o seçimler yalnızca ne yediğimiz, içtiğimiz, ne ölçüde hareketli olduğumuz, nasıl uyuduğumuz ve stres yoğunluğumuzla ilişkili de değil. “Hayat” sadece “bedensel/fiziksel bir iyilik” haliyle arzulanan keyfi asla vermez, veremez. İşin bir de “duygusal” yani “ruhsal yanı” var ki o kısmı çok daha mühimdir.
GÜLBEN ERGEN’İN SAĞLIK NOTLARI
Hatta öyle ki işlenmiş et ürünlerini tıpkı sigara, asbest, arsenik gibi kanser oluşturma riski en yüksek zararlılar arasına yerleştirdi. Peki, sürpriz mi oldu? Hayır. Konuyu iyi bilenler böyle bir kararda geç bile kalındığı düşüncesindeler. Bu uyarı bilim camiası tarafından yıllardır yapılıp duruyordu, işin uzmanları “yapmayın, etmeyin çocuklarınıza jambonu, salamı, sosisi yedirmeyin” diyordu. Ama dinleyen kim?
Rakamlar ve istatistikler ayıbı artık saklanamaz hale getirdi. Yani mızrağın çuvala sığmadığı noktaya gelindi. Ayrıca konuyu orasından, burasında çekip süründürmeye gerek yok. Bunların “temiz ve güvenli” gıdalar olmadıkları zaten yeni bir şey değil.
İşte bir anı, bir örnek: Bir kahvaltı sofrasında neredeyse 30 yıl kadar önce siyaset konuşulurken 9’uncu Cumhurbaşkanı Rahmetli Süleyman Demirel’in “siyasetle sosis halkın önünde yapılmaz” dediğini çok iyi hatırlıyorum. Ona “siyaseti bilmem ama sosis konusu nereden çıktı efendim?” diye sorduğumda gülerek şu cevabı vermişti: “Doktor, bu yanlış hatırlamıyorsam çok eski bir Alman atasözüdür. Biliyorsun Almanlar dünyanın en ünlü sosis sever milletidir ve nedense üretimine güvenmedikleri halde yemeye devam ediyorlar.”
Anlaşılan o ki halk zaten sosisle ilgili kararını çok eskiden vermiş. Hele bir de şimdiki sosislerin üretim tekniklerini bilseler, nasıl üretildiğini görseler ve içine neler eklendiğini öğrenseler kim bilir neler düşünürlerdi?
Sosisin de, salamın ve jambonun da sağlığa zararlı oldukları bana göre kesindir. İçlerindeki kimyasal katkılar onları besleyici olmaktan çok, zarar verici gıdalar kategorisine sokmaya yetiyor. Özellikle koruyucu olarak eklenen kimyasalların kanserle ilişkisi neredeyse 50 yıldır biliniyor.
Bu nedenle sözü fazla uzatmaya gerek yok, jambonu, sosisi, salamı evinizden uzak tutun.
Pastırma ve sucuğa gelince...
Pastırmanın üretiminde “içine katılmış ek bir madde” söz konusu değil. Üzerindeki çemen ve diğer kaplayıcılar –eğer bunlara da bir hile karıştırılmamışsa- da tamamen doğal şeyler. Bu nedenle güvenli üretim şartlarında hazırlanan pastırmadan korkmanıza bence gerek yok. Durum en azından şimdilik böyle.
Bunu performansımızı artırmak için “yapısal içeriği güçlü” besinler yiyip içmek izliyor. İkincisi biraz daha iddialı bir hedef. Daha bilinçli olmayı, doğal, işlem görmemiş besinleri en taze halleriyle tüketmeyi gerektiriyor. Katkısız, karışımsız, ana ve temel gıda unsurları içeren bu tip bir beslenme düzeni sadece karın doyurmaz, bedensel ve ruhsal performansı artırmada da büyük rol oynar. Bedensel ve cinsel performansı artıran gıdaların öncelikli olanları şunlar...
1- Serbest dolaşan tavukların yumurtası: Doğal ortamda yaşayan tavukların yumurtası değerli bir protein, vitamin ve mineral kaynağıdır. İçerdiği biotin, gıdaları enerjiye çevirmeye, kolin ise karaciğer ve beyni destekleyip kolesterolü düşürmeye yardımcı olur. Omega-3’ün performans faydaları ise saymakla bitmez.
2- Tam yağlı sütten elde edilen mayalanmış süt ürünleri (yoğurt, kefir ya da peynir): Bunlar güçlü protein ve doğal yağları yanında probiyotiklerin yani yararlı bakterinin desteğiyle bağırsakların iş yükünü de azaltıp bağışıklığa ve sindirime destek olur. Süt ürünleri sayesinde vücuda çok büyük bir konjüge linoleik asit desteği de sağlanmış olur.
3- Turşular da çok performans artırıcı besinlerdir. Probiyotik bakterileri besleyen prebiyotik besinlerin kaynağı olarak ciddi destek sağlarlar. Bozayı da bu gruba yerleştirebiliriz.
4- Otlaklarda beslenen hayvanların etleri: Bunlar daha az doymuş yağ ve daha düşük kolesterol ve güçlü omega-3 içeriği ile çok sağlıklı seçimlerdir. E ve C vitaminleri, beta-karoten, omega-3 ve konjüge linoleik asit açısından da daha zengin olan bu tür etleri tercih etmekte yarar vardır.
5- Et suyu da yangıyı azaltan, sindirime yardımcı, kemik sağlığını destekleyen ve bağışıklığı güçlendiren mükemmel bir gıda seçeneğidir. Çeşitli sebzelerle ve doğal baharatlı otlarla birlikte, uzun sürede yavaş yavaş pişirilerek elde edilen kemikli etin suyu sağlığa katkısının yanı sıra kas ve eklemleri rahatlatıcı bir özelliğe de sahiptir. Kemikli et suyu içindeki zengin kollajen yapısı ve GAG’larla (glukozamin benzeri maddeler) kemik ve eklemleri de destekler. Kas ve tendonlara güç, kuvvet verir.
6- Kurutulmuş etler: Bizdeki pastırma iyi bir örnektir. Kurutulmuş et ürünleri tütsü, katkı maddesi ve tat vericiler olmaksızın doğal halleriyle hazırlanmışlarsa çok iyi birer protein kaynağı olarak ana ya da ara öğünlerde yer alabilir.
Beslenmek mühim bir konu. Bilinçli ve akılcı yönetilmesi gereken önemli bir süreç. Mesela sadece güçlü besinler yiyip içmemiz yetmiyor, güvenli olmaları da önemli bir ayrıntı. İddia ediyorum, “güvenli gıda” konusu önümüzdeki dönemde “besleyici gıda” kavramından daha da önemli hale gelecek. Biraz da böyle olduğu için hepimizde ciddi bir “gıda güvenliği telaşı” oluşmadı mı? Herkes bunun için birbirine “daha güvenli yoğurt nerede satılır, en doğal yumurta nerede bulunur, hangi fasulye, nohut daha güvenilir, hangi marketin eti, yoğurdu, peyniri katkı içermiyor?” gibi sorular sormaya başlamadı mı? Doğrusu da bu olmalı...Neticede bu tür tereddütler sayesinde herkes imkânı ölçüsünde tam, taze, doğal, hatta organik besinlere yöneliyor. Kimi “köyden gelen” kurutulmuş bamyayı, biberi, bulguru, tarhanayı tüketirken kimi de “organik” damgalı ürünle yöneliyor. Peki bu işin tepesinde yer alan “organik besinler” ne kadar önemli ve değerli? “Sentetik besinler” diye tanımladığımız katkılı ve zararlı içerikli yiyecek içecekler neden önemli birer sağlık tehdidi? Buyurun...
Organik yaşam neden önemli?
Organik gıdaların diğerlerine oranla daha besleyici olup olmadıkları konusundaki tartışmalar hala sürse de kendi başına büyüyüp gelişmeye çalışan, çiçeğini, meyvesini kendi doğal güçleriyle korumaya gayret eden bitkilerin ve meyvelerinin içinde daha fazla vitamin, mineral, daha çok antioksidan olduğu kesindir. Çünkü çoğu bitki bedenindeki bu antioksidan yapılar sayesinde tırtıllardan, böceklerden, sineklerden, mantarlar ve kanser yapıcı etkenlerden korunmayı becerebiliyor. Araştırmalar da organik yetiştirilen besinlerde daha fazla vitamin (özellikle C vitamini), mineral, folifenoller bulunduğunu gösteriyor. Kesin gibi düşünülen şey şu; organik besinlerde en azından antibiyotik, hormon, böcek ilacı gibi bedenimize zarar verebilecek katkılar yok. Peki, ille de organik beslenmek şartı var mı? Bence yok! Ayrıca organik ürünlerin pahalılığı dikkate alınacak olursa her şeyin organiğini yiyip içmek kolay bir iş de değil. O zaman hiç olmazsa doğal, tam, tabii ve taze olanları, mevsiminde yetişenleri yiyip içmeye bakacağız. Ayrıca sadece beslenirken değil, her alanda organik (doğal) kalmaya çalışacağız. Ağır ve zor egzersizleri bırakıp yürüyeceğiz. Hapla değil, doğal yolla uyumanın, olmazsa doğal desteklerden faydalanmanın bir yolunu arayacağız. Sevgiyi hasetliğe, kibarlığı kibire, sıradanı süslüye tercih edeceğiz.
Hayat da organik olmalı
İsterseniz önce “organik” konusuna başka bir bakış açısıyla girelim. Bana sorarsanız hayatımızın her yanı, her yönü ve her şeyini olabildiğince organikleştirmemiz lazım. Sadece besinlerimizin organik (doğal ve katkısız) olması yetmiyor. Düşüncelerimizin de, aktivitemizin de organik (yani doğal ya da doğala en yakın) olması lazım. “Aktivitenin organiği mi olur” demeyin, bal gibi olur. Örneğin, “yürümek” organik bir aktivitedir. Düşüncenin organiği olur mu demeyin, o da olur. İçine “kıskançlık, kötülük, fesatlık, kibir” katkıların girmediği bir düşünce sistemi de organiktir. Uykunun organik olanına gelince; hapsız, çöpsüz, otsuz, kendiliğinden gelen ve mışıl mışıl derinliklerle süregiden uykular da diğerlerinden daha organik uykulardır. Tavsiyem şu; hayatınızın her alanını organikleştirip doğal, basit ve yalın hale getirin. Hiç ama hiçbir şeyi abartmayın, doğal ve olağan kalın. Sadece besinlerin değil, hayatın bir bütün olarak organik olması gerektiğini unutmayın.
Hızla yayılan bir dedikoduya bakılırsa “kalsiyum hapları külliyen zararlı, bu haplara el bile sürmemek lazım. Zira kalp krizine davetiye çıkarabiliyorlar.” Peki bu gerçekten doğru bir bilgi mi yoksa sadece bir dedikodu mu? Kalsiyum hapları kalp için gerçekten zararlı mı? Buyurun...
1- Beslenmenizde yeteri kadar kalsiyum kazanıyorsanız kalsiyum desteği almanız gerekmez. Günde iki su bardağı kadar yoğurt, bir-iki bardak ayran, avuç içinizin yarısı kadar peynir yiyorsanız “kemiklerinizi korumak” için kalsiyum hapı yutmayınız.
2- Yeteri kadar kalsiyum almıyorsanız günlük ihtiyacınızın toplamda ortalama 800 mg civarında olduğunu düşünerek eksiğinizi “kaliteli/güvenli” kalsiyum desteği ile tamamlayabilirsiniz. Bu da 400-600 mg’ı geçmemek üzere kalsiyum sitrat veya kalsiyum glisinat desteği almanız anlamına gelir. Dozu ikiye bölüp sabah ve akşam alın. Tek dozda alacaksanız akşamı tercih edin.
3- Günde 1000 mg ve üzerinde kalsiyum desteği almak çok ciddi bir karardır, sadece çok özel hallerde gerekir. Dolayısıyla işin uzmanı bir hekim önermişse kullanılabilir. Bu durumlarda bile ben bir “İKİNCİ GÖRÜŞ ALIN!” derim.
4- İşinizi garantiye almak istiyorsanız kalsiyum haplarıyla yetinmeyip D vitamini eksikliğinden korunmaya ve destek olarak K2 vitamini (menakion) de almaya çalışın.
Zira bu ikilinin eksikliği halinde yuttuğunuz haplardaki kalsiyum kalp damarlarınızda birikebilir ve plak oluşturup kalp krizine davetiye çıkarabilir.
Dedikodunun nedeni ve içindeki gerçeklik payı da işte bu nokta. Biz kalsiyum desteği verdiğimiz hastalarımıza D3 ve K2 (menakion) takviyesi de tavsiye ediyoruz.
Korkuların en başında da bellek kaybı (bunama), özellikle de Alzheimer hastalığı gelir. Sözü fazla uzatmadan “Alzheimer’ın erken işaretleri hangileri” sorusuna cevap arayalım...