İlber Hoca’nın sözünün üzerine tabii ki söz olmaz. Olmaz ama “MUTLULUK MU HUZUR MU ÖNEMLİ?” sorusuna cevap vermek adına birkaç cümle de benden gelsin...
Bilelim ki mutluluk “AN”, huzur ise “ZAMAN”dır. Ve yine bilelim ki bize hayatımızın her döneminde, her ikisi de lazımdır.
Mutluluk yakalanabilirse eğer insanı adeta kanatlandıran ve uçuran kısacık bir “an”dır. Huzur ise sadece “emekle, inançla, sevgiyle, maneviyatla, olgunlaşmak, ruhu kavramak, farkındalık ve ruhlu olmakla demirlenebilen muazzam ve sakin bir zamansal liman”dır.
Özetle iyi bir hayat için öncelikli amacımız mutluluğu değil, huzuru aramak olmalıdır. Ve bana göre, o yolculuğun kapısı da ilk adımı da “maneviyat”tır.
İYİ HABER PARKİNSON’DA ERKEN TEŞHİS UMUDU
AMERİKA’da Duke Üniversitesi nörologlarınca yapılan bir araştırmada PARKİNSON HASTALIĞININ erken tanısı için yeni bir test geliştirildi. Bu test ile Parkinson hastalığının başlangıç döneminde oluşan MİTOKONDRİYAL DNA hasarı basit bir yöntemle kan hücrelerinde hastalığın çok erken dönemlerinde bile tespit edilebiliyor. Aynı araştırmaya göre, Parkinson’a yakalanmamış kişilere kıyasla muhtemel Parkinson hastalığı adaylarında daha yüksek düzeyde mitokondriyal DNA hasarlarının oluştuğu da anlaşılıyor. Bilelim ki bu muazzam bir gelişmedir. Ve öyle görünüyor ki bu yeni kan testi Parkinson hastalığının daha erken teşhis ve tedavisine de fırsat verebilecektir. Araştırmayı yürüten Duke Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji ve Patoloji Bölümü öğretim üyesi Laurie Sanders, “Bu testin sadece Parkinson hastalığını daha erken teşhis etmekle kalmayıp aynı zamanda mitokondriyal DNA hasarını iyileştirip hastalık sürecini tersine çeviren veya durduran yeni ilaçları da belirleyebilmemize olanak sağlayabilir” diyor.
BİR ÖNERİ MİTOKONDRİYAL DNA’YA
Diğer taraftan araştırmalar uyku kalitemizi etkileyen faktörlerin sadece havanın sıcaklığı ve nemi olmadığını gösteriyor. Uyku süresi ve uyku bölünmeleri de önemli birer belirleyici. Ayrıca erken yatıp erken kalkmak, yatağa dolu mideyle ya da çok açken girmemek, yatak odasında elektromanyetik yüklenmeye yol açabilecek teknolojilere yer vermemek, uyumadan önceki birkaç saati mavi ışık bombardımanı altında geçirmemek de uyku kalitemizi az ya da çok etkileyebiliyor. Diğer taraftan uzmanlar yataktaki farklı uyku pozisyonlarının da uyku kalitemizi ve sağlık sorunlarımızı etkileyebileceğini söylüyor ve hepimizin aklına takılan şu soruya daha net ve açık cevaplar arıyor: “EN İYİ UYKU POZİSYONU HANGİSİ?”
İYİ BİLGİ YETİŞKİNLER YAN YATIYOR
FARKLI ülkelerde yapılan farklı araştırmalar, yetişkin ve ileri yaşlıların daha ziyade yan yatarak uyumayı tercih ettiklerini gösteriyor. Danimarka’da yapılan yeni bir araştırmanın sonuçları geçtiğimiz günlerde “BBC Future”da yayımlandı. O araştırmaya bakılırsa yatakta geçirilen süre dikkate alındığında insanların zamanlarının yarısından biraz fazlasının “yan yatarak”, yüzde 38 kadarının “sırtüstü pozisyonu”nu tercih ederek ve yüzde 7’sinin de “yüzüstü yatarak” geçirdikleri anlaşılıyor. Yine aynı araştırmaya göre, insanların yaşları ilerledikçe yatakta yan yatarak uyumayı daha çok tercih ettikleri görülüyor. Bebekler çoğunlukla sırtüstü uyurken, 3 yaşın üzerindeki çocuklar yukarıdaki 3 pozisyona neredeyse eşit miktarda zaman ayırıyorlar. Kısacası yan yatarak uyumak yetişkinlik ve yaşlılık döneminde daha çok tercih edilen bir pozisyon gibi görünüyor.
BİR SORU YAN YATMAK DAHA MI İYİ
YAN yatarak uyumanın sırtüstü uyumaya göre HORLAMA ve UYKU APNESİ sorunlarını hafifletebileceğini çok iyi biliyoruz. Yan yatmak solunum yolunun açık kalmasını kolaylaştırıyor, küçük dil ve dilin boğazı tıkamasını önleyerek daha az horlamaya ve apne atağına yol açıyor. Peki, sağ yana mı sol yana mı yatmak daha faydalı? Araştırmalar sağ yana yatarak uyumayı tercih edenlerin, sol yan pozisyonda uyumayı tercih edenlere oranla daha iyi bir gece geçirdiklerini, ertesi gün daha az sırt ve boyun ağrıları hissettiklerini gösteriyor. Ama bu net ve değişmez bir bilgi değil. Tersi de mümkün olabiliyor.
O nasibin az mı çok mu olacağı ise biraz genetik mirasımıza biraz yaşam tarzı seçimlerimize, kişisel çabalarımıza, biraz da hayat şartlarımıza bağlıdır. “Başarılı Yaşlanma” kitabının yazarı Dr. Daniel J. Levitin de benimle aynı fikirde. İsterseniz gelin o kitaptan faydalanarak beynin yaşlanma sorunlarına farklı bir bakış açısıyla yaklaşalım.
ŞİFRE PREFRONTAL KORTEKSTE Mİ?
Prefrontal korteks yaşlandıkça yıprandığını belli eden beynin ilk önemli alanı. Bir başka beyin sağlığı uzmanı Art Shimamura’ya göre, “yaşlılardaki en önemli bilişsel sorunlardan birinin düşünceleri takip etme ve rastgele düşüncelerin araya girmesinin önüne geçme becerisi olmasının nedeni prefrontal korteksteki hasarlardır. Oysa yaşlandıkça beynimizin zindeliği önemli ölçüde sağlıklı ve aktif bir prefrontal korteks sürdürmeye dayanır. Günlük aktiviteler esnasında bu beyin bölgesini ne kadar çok meşgul edersek düşüncelerimizi o denli iyi kontrol edip o denli esnek düşünebiliriz”. Bu mükemmel ve doğru bir yaklaşımdır. Peki, yaşlılıkta yaşadığımız bilişsel sorunların kaynağı sadece prefrontal korteks etkinliğinin giderek zayıflaması mıdır? Hayır! Sırada başkaları da var.
UNUTMAYIN
HER BEYİN YAŞLANIR
Dr. Levitin’e göre, “yaşlandıkça çoğumuz -istesek de istemesek de- bir takım zihinsel güçlüklerle karşı karşıya kalacağız ve o güçlüklerin birden çok nedeni var. Mesela Alzheimer hastalığında olduğu gibi amiloid plakların birikimi veya klasik demansta olduğu gibi damar sertliği nedeniyle kısmen tıkanmış ana damarlardan yeterince kan akışının olmaması beynimizi muhakkak ki etkileyecektir. Diğer taraftan nörokimyasal maddelerin üretimindeki azalma da beyin hücrelerinin/nöronların daha az etkili biçimde beynimizi ateşlemesine yol açacaktır. Örneğin, dopamin düzeyleri her 10 yılda yüzde 10 civarında düşüyor. Serotonin ve beynin diğer nörotropik/besleyici doğal kimyasallarının düzeyleri de yaşımız ilerledikçe azalıyor. Sigara ve alkol gibi kötü alışkanlıklar da beynimizi küçültüyor”. Kısacası yaşlanan beyni bekleyen pek çok sorun var. O sorunların en yoğun yaşandığı bölgelerin başında da “PREFRONTAL KORTEKS” ve “HİPOKAMPUS” geliyor. Peki, sonuç ne? Sonuç maalesef bazen oldukça can sıkıcı ve tatsız olabiliyor.
KISA BİLGİ
Stresliyiz, uykusuzuz, yorgunuz, kaygılı ve endişeliyiz. Ve böyle günlerde özellikle akıl/beyin sağlığını korumanın son derece güç olduğu kesin. Diğer taraftan özellikle orta yaşlardan sonra -olup bitenlere yine de aldırmadan- beyni güçlendirme ve sağlıklı tutma çabalarının daha da vazgeçilmez bir iyi hayat ayrıntısı olduğu ise bilimsel bir gerçek. İsterseniz gelin, bu yeni güne beynimizi koruyup kollamayı, akıl sağlığımıza sahip çıkmayı kolaylaştıracak 3 temel tavsiye ile başlayalım.
TAVSİYE 1
EGZERSİZ YAPIN
Egzersizin sadece beden kaslarını değil, beyin kaslarını da(!) güçlendirdiği pek çok araştırmayla net ve açık olarak gösterildi. Hatta daha da ileri gidildi; düzenli fiziksel egzersiz yapmanın beynimizi büyüttüğü bile kanıtlandı. Eğer beni dinler, özellikle 40’lı 50’li yaşlardan sonra her gün düzenli egzersiz yaparsanız beyin hücreleriniz arasındaki yeni kavşakların sayısı bir hayli artar. Ve hatta egzersizin faydası bununla da bitmez, o egzersizler sayesinde yeni beyin hücreleri kazanma şansınız bile olur. Eğer bu faydayı daha da geliştirmek ve garanti altına almak istiyorsanız:
- Egzersiz çalışmalarınızı güneşten istifade ederek açık havada ve farklı doğal ortamlarda yapmaya çalışın.
- Bu sayede yaşayacağınız farklı görsel ve tensel deneyimler ile beyin hücreleriniz arasında daha çok sayıda ve daha sağlam bağlantılar -sinapslar- kurma şansı yakalayabilirsiniz.
Hepimiz çocuklarımızın ayağa kalkıp ilk adımlarını attıkları o mucizevi andan itibaren hayata daha net ve açık şekilde tutunduklarını düşünürüz. Haklıyız! Zaten bu yüzden de “Ayakta kal, hayatta kal!” deyimi bizim değişmez mottolarımızdan biri olmuştur ve öyle de kalacaktır. Zira düzenli yürüyüş yapmak bizi daha sağlıklı, formda, fit biri yapar. Bilimsel araştırmalar da bu bilgiyi destekliyor. Düzenli yürüyüş yapmanın kilo dengesini koruduğu, kalp-damar hastalıklarını önlediği, kan basıncını, kan şekerini, kolesterolü, trigliseridi dengelediği, inme tehdidini ve hatta bunama ihtimalini minimuma indirdiği biliniyor. Diğer taraftan ruh sağlığımızın korunmasında da -örneğin depresyon ve kaygıyla mücadele çabasında da- düzenli yürümek muazzam faydalar sağlıyor. Bitmedi! Pek çok bilimsel çalışma düzenli yürüyüşlerin kanser riskini de ciddi ölçüde azaltabileceğini gösteriyor. Peki, neden? Bütün bunlar nasıl oluyor? Faydayı arttırmak için sadece adım sayısı mı önemli?
ÖNEMLİ
YÜRÜMEK METABOLİZMAYI DEĞİŞTİRİR
YAZAR Annabels Streets de benim gibi yürümenin faydalarına yürekten inanlardan biri, ‘YÜRÜMENİN 52 YOLU’ kitabının da yazarı. Annabels Streets kitabında yürümenin “sadece adım sayısından ibaret olmadığı”nı özenle vurguluyor ve bakın ne diyor: “12 dakikalık bir yürüyüş, kanımızdaki 522 metaboliti -doğal kimyasal yapıyı- harekete geçiriyor ve değiştiriyor. Bu maddeler kalp atışımızı, nefesimizin hızını ve kalitesini, beynimizdeki nöronları etkileyen moleküller. Yürürken içimize oksijen dolar, oksijen gücümüzün artması, hayati organlarımızı, hafızamızı, yaratıcılığımızı, ruh halimizi, düşünme kapasitemizi etkiler. Yürümek yüzlerce kasın, eklemin, kemiğin ve tendonun incelikli, zahmetsiz bir sırayla hareket etmesini sağlar. Biz yürürken -farkında değiliz ama- aynı anda çok sayıda ‘moleküler yol’ harekete geçerek kalbimizi genişletir, kaslarımızı güçlendirir, atardamarlarımızı yumuşatır, kanımızdaki şekeri azaltır ve ‘epigenetik modifikasyon’ olarak da bilinen bir süreç ile mucizevi şekilde iyi genlerimizi açıp kötü genlerimizi kapatır.”
Yürümenin başka faydaları da var. Mesela mı?
İYİ HABER
Bu kural özellikle 50’li yaşlardan sonra çok ama çok önemli ve geçerlidir. Zaten bu nedenle de “yaşasın hayat yaklaşımı”nın temel ve vazgeçilmez mottolarından biri “50’li yaşlardan sonra ne yediğinizden çok ne yaptığınıza odaklanın” olmuştur. Araştırmalar da bu bilgiyi destekliyor. O araştırmalardan biri, geçtiğimiz günlerde önemli bir bilimsel dergide, Scientific Reports dergisinde yayımlandı. Peki, o çalışma bize neyi anlattı?
İYİ HABER AĞIRLIK ÇALIŞMALARI CİLDİ GÜÇLENDİRİYOR
JAPONYA’da önemli bir üniversitede -Ritsumeikan Üniversitesi’nde- yapılan bu yeni araştırma bize gösterdi ki “ağırlık çalışması yapan ve bu çalışmaları ısrarla sürdüren kadınlarda cilt elastikiyeti ve kalınlığında muazzam bir iyileşme” ortaya çıkabiliyor. Araştırmayı yürüten grubun sözcüsü Dr. Satoshi Fujita’ya göre, egzersizin her türlüsü cilt yaşlanmasını yavaşlatabiliyor. Ama yine bu araştırmaya göre, “kardiyo egzersizlerine oranla direnç egzersizleri/ağırlık çalışmaları” bu konuda daha fazla ve daha güçlü bir iyileşme sağlıyor. Bu iyileşmenin temel nedeninin ise düzenli ağırlık çalışmalarının/egzersizlerin kronik iltihaplanmayı baskılaması olduğu anlaşılıyor. Bilindiği gibi önemli bir yaşlanma tetikçisi olan inflamasyonu/iltihaplanmayı azaltabilirsek cilt yaşlanmasını geciktiren “bigilikan”ların üretimini de arttırabiliyoruz. Peki, kimdir, nedir, neyin nesidir o bigilikanlar? Yanıt için sonraki kutuya geçebilirsiniz...
KISA BİLGİ ‘BİGİLİKAN’LAR ÖNEMLİDİR
BİGİLİKANLAR özellikle kemik, kıkırdak, kiriş/tendon ve ciltteki hücre dışı yapıların temel unsurlarından biri sayılan çok özel doku güçlendirici maddelerdir. Basitçe glikozaminoglikanlardan biri olarak kabul edilir. Yaşlanma sürecinde gelişen kronik iltihaplanma süreçleri özellikle yaşlanma kendi haline bırakıldığında -egzersiz/aktivitelerden vazgeçildiğinde- bigilikanların üretimini yavaşlatıyor. Bu yavaşlama da zaman içinde ciltte kolajen ve elasten dahil pek çok destekleyici ve güçlendirici unsurun üretimini yavaşlatıyor. İşte bu nedenle 50’li yaşlar sonrasında kas rezervleri zaten azaldığı için hem bu azalmayı yavaşlatmak hem de kemik kas, kıkırdak, kiriş ve ciltteki bigilikan gücünü maksimuma çıkarmak için en az kardiyo egzersizleri kadar -yürümek kadar- ağırlık çalışmalarına da zaman ayırmamız gerekiyor. Tabii ki bunu yaparken vücudumuzun sınırlarına saygı göstermeyi de unutmamamız lazım.
UNUTMAYIN HER YAŞTA EGZERSİZ ŞART
Ama ne yazık ki o yanlışları hepimiz sık sık ve ısrarla tekrarlayıp duruyoruz. Üstelik bu yanlışların sadece sağlımızı bozup huzurumuzu kaçırmadığının, bazen hayatımızı tehdit edecek ağır sonuçlara da yol açabileceğinin farkına bile varmıyoruz. Peki, nedir o yanlışlar?
YAZ YANLIŞI 1 DERİNLİĞİ BİLİNMEYEN SULARA KAFA ÜSTÜ ATLAMAK
YAZ aylarında sık karşılaşılan ve tehlikeli sonuçları olan sağlık sorunlarının başında kafa travmaları geliyor. Bu travmaların en önemli nedeni ise dikkatsizlik sebebiyle sığ sulara kafa üstü atlamak! 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel bana daima, “Doktor, hiçbir suyun derinliğini iki ayağınla birlikte yoklama” derdi. Bırakın iki ayakla yoklamayı bazılarımız derinliğini bilmediğimiz sulara kafa üstü bile dalabiliyoruz. Bu önemli hatanın bazen ciddi nörolojik hasarlara yol açabileceğini lütfen hiçbirimiz unutmayalım.
YAZ YANLIŞI 2 TERLİYKEN BUZLU SU İÇMEK
ÖZELLİKLE bu yaz muazzam bir sıcak hava tehdidiyle karşı karşıyayız. Sıcaklara karşı bedeni soğutmanın en kolay yollarından birinin ise buzlu su içmek ya da buz eklenmiş yaz içecekleri tüketmek olduğunu zannedip yanılıyoruz. Üstelik bir de buzlu suyun pek çok sağlık sorununa yol açabileceğini bile bile bu hatayı hemen her gün ısrarla tekrarlayıp duruyoruz. Oysa doktorlar, özellikle de kulak burun boğaz uzmanları bizi aşırı buzlu su tüketmenin “boğazda şişme, ağrı ve benzeri sorunlara yol açabileceği” konusunda uyarmaya devam ediyor. Ayrıca temiz su ile hazırlanmamış buz parçacıklarının mikrop taşıma ve yaz ishallerine yol açma tehlikesinin olduğu da biliniyor.
YAZ YANLIŞI 3 SICAK SAATLERDE SPOR YAPMAK
Özetle Dr. F. X. Mayr, sağlıklı beslenmede temel meselenin “sağlıklı sindirim” olduğunu ve bunu bozan, tekrarlanan yanlışların sağlığımızı bozduğunu söylemişti. Dr. Mayr’a göre, “5 TEMEL BESLENME YANLIŞI”mız vardı ve o yanlışların çoğu “ÇOK”lardan kaynaklanıyordu. Peki, neydi o “çok”lar? Neydi ısrarla tekrarladığımız o çok mühim yanlışlar...
UZMAN GÖRÜŞÜ
DR. HASAN İNSEL NE DİYOR
Dr. Hasan İnsel, ülkemizde konu “sağlıklı yaşam” olduğunda ilk akla gelen hekimlerden biri, benim de sık sık sık sohbet edip fikirlerinden yararlandığım kıymetli bir meslektaşım. Dr. İnsel, tam da mesleki yaşamını rölantiye almaya karar verdiği bir dönemde, ona yaptığım bir tavsiyeyi beni de şaşırtarak hızla değerlendirdi, Avusturya ve Almanya’da yaklaşık 2.5 yılı bulan önemli bazı eğitimlerden geçerek ülkemizin ilk ve öncü diplomalı “Mayr Prevent Doktoru” unvanını aldı. Geçtiğimiz günlerde sevgili Hasan’la Bodrum’da “MAYR TIBBI” üzerine önemli bir sohbet gerçekleştirme fırsatı buldum. O sohbette tuttuğum notların önemli bir bölümünü “çoklar kümesi” oluşturuyor. Ve bakın Dr. Hasan İnsel ne diyor...
ÖNEMLİ
DR. F. X. MAYR’A GÖRE