Tıbbi bir prensip olarak, her sağlık sorununun farklı bünyelerdeki yansımalarının değişik olduğunu kabul ederiz. Bu bilgi bize her hastanın yaşadığı sağlık sorunu ile ilişkili şikayetlerin ve ona uygulanacak teşhis veya tedavilerin farklı ve özel olması gerektiğini anlatır.
Özetle tecrübeli hekimler çok iyi bilirler ki “kişisel farklılıklar” dikkate alınmadan yapılan sağlık taramaları da, teşhis çabaları ve tedavi gayretleri de arzu edilen başarıyı sağlamaz, sağlayamaz.
Diğer taraftan hastalıkları değil, hastayı tedavi etmek de geleneksel ve vazgeçilmez bir tıp prensibidir. Ne yazık ki bu iki önemli nokta modern tıbbın son yıllarda sık tekrarladığı yanlışlar ve açmazlardır.
Modern tıp yeni yüzyılda korumaya değil, tedaviye odaklandı. Hastalıkları önlemek yerine, bekleyip siz hasta olunca teşhis ve tedavi etmeye ağırlık verdi.
Çünkü ekonomik kazanç oradaydı. Bir yanlış daha yapıp size değil, hastalığınıza odaklandı. Çünkü endüstriyel tıp “zaman paradır!” prensibini devreye soktu.
Bitmedi! Modern tıp mühim bir ayrıntıyı daha ısrarla ıskalıyor. O ayrıntı şu: Her insanın şifreleri farklıdır. Söz konusu ister sağlık, ister hastalık olsun kişiye odaklanıp ona özel çözümler üretmek “hastalığı değil, hastayı tedavi etmek” esastır.
Çözüm ise birleştirici yani “integratif tıp”ta, yani “beden ve ruhu” bir bütün gibi gören, “korumayı da en az tedavi kadar” önemseyen, “gelenekseli bilimsel ile birleştirebilen” yeni bir yaklaşımdadır.
Sağlıkta da yeni arayışlar var. “P4 medicine” de bunlardan biri.
Son on yılda şekillendi ve İngilizce dört sözcüğün baş harfleri öne çıkarılarak adlandırıldı: Tahmin edici/predictive, önleyici/preventive, kişiye özel hazırlanmış/personal, katılımcı/participate bir sağlık yaklaşımını özetliyor.
Açık, basit ve anlaşılır tanımı ile “kişiye özel hazırlanmış ve o kişinin katılımını da esas alan koruyucu ve önleyici bir sağlık programını modern ve geleneksel tıbbın yerleşik prensiplerini esas alarak uygulamak” şeklinde özetlenebilir.
Sistem genetik ve moleküler tıptaki gelişmelerden de faydalanarak hastalıkların ortaya çıkmasını veya çıktıktan sonra tedavi edilmelerini beklemektense daha baştan onları engelleyen, önleyen koruyucu çalışmalar yapmak hedefiyle hareket ediyor.
Eğer o hastalık önlenebilir değilse de bireyin genetik bilgilerini kullanarak uygulanacak tedaviyi kişiselleştiriyor.
Modelin temel prensiplerinden biri bireylerin de sürece mutlaka katılmaları, kendi sağlıklarını yönetebilmeleri ve bu işte başlıca rolü üstlenmeleri.
Tıbbın geleceğine kafa patlatan “medikal fütüristler” kafalarını “mitokondri sağlığı” konusuna takmış durumdalar. Haksız da sayılmazlar.
Araştırmalara bakılırsa, hücrelerin, dolayısıyla doku ve organların (yani bizlerin) sağlığı, önemli ölçüde bu küçük hücre içi yapıların sağlığı ile birebir ilişkili.
Bu minicik yapılar her hücrede var. Kimi hücre bir-iki, kimi hücre de daha fazla mitokondri içeriyor.
Bir hücre çalışmaya ne kadar çok zorlanır ve ne kadar çok “enerji üretme talimatı” ile karşı karşıya kalırsa mitokondriler o oranda güçlü oluyor.
Ayrıca hücreye gelen bu “enerji üret” komutları (yani egzersiz zorlamaları) hücrelerin yeni mitokondriler kazanmasını da sağlayabiliyor.
Diğer taraftan mitokondriler, hücrelerin sadece enerji üretim merkezleri de değiller.
Geçtiğimiz günlerde Mesude Erşan, Hürriyet’te güzel bir haber dosyası hazırlayıp “check-up’lar neden işe yaramıyor?” sorusuna yanıt aradı.
Habere konu olansa üzücü ama bildik bir olaydı: Her yıl düzenli check-up yaptıran orta yaşlı bir üst düzey yöneticisi, daha birkaç hafta önce yaptırdığı check-up’tan kısa bir süre sonra “ani kalp ölümü” ile hayata veda etmişti. Benzer örneklerle her yıl karşılaşıyor ve her defasında check-up taramalarının işe yarayıp yaramadıkları sorusuna yanıt arıyoruz.
Check-up’ların neden beklenen faydayı sağlamadığının bir değil, birçok yanıtı olabilir ama en önemli sorun yapılan işin check-up’tan çok make-up’a benzemesidir.
Biliyorsunuz make-up, “makyaj yapmak” veya “uydurmak, uyduruvermek, telafi etmek” anlamında kullanılıyor. Günümüzde yapılan check-up’lar da bence sağlık risklerini araştırmaktan çok sağlığa şöyle bir makyaj yapmaya benziyor.
Nedenini yazının devamını okuduğunuzda, anlatmak istediğim şeyi daha iyi anlayacağınızı düşünüyorum. Daha detaylı bilgi için de yarın yayınlanacak “P4 Medicine” isimli yazımı mutlaka okumalısınız.
BİR SORU
Check-up’lar neden başarısız
“Beslenme-genetik ilişkisi” mühim bir konu. Genetik yapı besinleri, besinler de genetiği etkileyebiliyor.
Bu ilişki nedeniyle yeni bir bilim dalı da oluştu: “Nutrigenetik” adı veriliyor bu yeni alana.
Eğer bazı genleriniz yetersiz ya da tersine gereğinden fazla aktifse yiyip içtikleriniz sizde beklenenden daha az fayda veya daha çok zarar oluşturabiliyor.
Diğer taraftan gıdaların genlerimizle oynayabileceklerini gösteren önemli bazı bulgulara da ulaşıldı.
Gıda maddelerinin içindeki bitkilere ait “mikro RNA”ların bağırsaklardan emilerek kan dolaşımına geçtiği, dokulara ulaşıp hücrelerdeki genlere müdahale ettiği net ve açık olarak gösterildi.
Örneğin pirinç yiyen insanların pirinçten aldıkları “MIR 168A” adlı “mikro RNA”nın genetik yapıya müdahale ederek LDL (kötü) kolesterol seviyesini yükseltebildiği, neticede de kalp damar hastalıklarına yakalanma riskini artırabildiği gösterildi (Pirinç, belki de bu nedenle bazıları için ciddi bir aterojenik yani damar sertliği yapıcı olabiliyor).
Bu çalışma 2011’de önemli bir bilimsel dergide yayınlandı.
İyi ama hayat boyu normalden çok daha fazla stres altında kalıp 90’larını görenler ne olacak? Fark nereden veya nelerden kaynaklanıyor? Yanıtı bu yazıda...
sİzİn de “Stres ömür törpüsüdür, ömrü kısaltır” diyeceğinizden eminim. Haklısınız da, çünkü sizi doğrulayan birçok bilimsel kanıt var.
Biri şu: Ömür süresini belirleyen unsurlardan biri de DNA’nın “telomer” bölgesinin uzunluğu. Araştırmalara bakılırsa “telomeriniz ne kadar uzunsa” o kadar çok yaşıyorsunuz. Stresin telomerleri kısalttığı yani gerçek bir ömür törpüsü olabildiği ise yıllar önce gösterildi. Bu iki bilgi sizi doğrulamaya yeter.
Peki tam tersi de doğru olabilir mi? En azından “bazıları” için? Bana göre olabilir. Mesela mı? Buyurun…
Ömrü mutluluğun değil de mutsuzluğun uzatabileceğine ilişkin ilk haber İngiltere’den geldi. Bir milyonun üzerinde kadın 10 yıl süre ile takip edildi.
Sonuçlara göre yaygın kanaatin aksine mutsuzluk ömrü kısaltıp ölüm riskini artırmıyor. Araştırmanın detayları ünlü tıp dergisi Lancet’te yayınlandı.
Araştırmacılardan Dr. Bette Liu’nun söyledikleri de çok ilginç. “Hastalıklar bizi mutsuz ediyor ama mutsuzluk hasta etmiyor!”
Peki, sadece bu araştırmaya bakarak mutluluktan vazgeçip mutsuz mu olalım? Zaten yeterince kararmış enselerimizi daha da mı karartalım?
Tabii ki mutsuz olmayalım ve tabii ki enseleri çok da karartmayalım ama yine de konuyu yeni araştırmalarla incelemeye devam edelim.
Peki, bu “yerleşik” bilgiler ne kadar doğru? Bana sorarsanız tıpkı yumurta ve tereyağında olduğu gibi burada da her an yeni gelişmeler olabilir. Yakında biri çıkıp da size “mutsuzluk ve stres ömrü uzatıyor” derse şaşırmayın, mutsuzluk ve stres de yumurta ve tereyağı gibi aklanabilir.
OKUR SORUSU
Mideye kelepçe çare mi?
Yaşlılığın her organı etkilediğini daha önce de yazdım ve “bazıları az, bazıları çok, her doku ve organ yaşlanmadan nasibini mutlaka alır” cümlesini sık sık tekrarladım.
Yaşlanma etkilerinin ilk görüldüğü organlardan biri de gözlerdir. Bende de öyle oldu. Ben de bir yıldır okuma gözlüğü kullanmak zorunda kalıyorum, zira göz lenslerimde yaşlanmaya bağlı kırma kusuru (presbiyopi) var.
Yaşlanan gözlerin karşılaştığı tek problem kırma kusuru değil. Örneğin “katarakt” yani göz merceğinin “flu” hale gelip opaklaşması, dolayısıyla görme yeteneğini olumsuz yönde etkilemesi de yaygın bir yaşlılık problemi.
Problem, belli bir noktaya ulaştığında tek çare ameliyatla yıpranmış lensin çıkarılıp yerine yenisinin konması oluyor.
Göz tansiyonu yükselmesi de yaşlılarda sık görülen bir başka göz sorunu. “Glokoma” olarak adlandırılan bu sorunda göz içi sıvılarının dolaşımı bozulup gözün iç basıncı artıyor.
Neticede, görme alanı daralıp görmeyi sağlayan göz bölümü ve göz siniri tahrip oluyor. Bu sorun da ya göz damlalarıyla ya da ameliyatlarla başarılı bir şekilde halledilebilen bir problem.
Yaş biraz daha ilerleyip seksenleri geçtiğinde ise devreye “sarı nokta” hastalığı yani “makula dejenerasyonu” giriyor. Burada biraz problem var. Bu sorunun tedavisinde maalesef yeteri kadar güçlü çözümler hâlâ üretilemedi.