B12 vitamini eksikliği her yaşta ama en çok da çocukluk ve yaşlılıkta görülebilen bir sorun. Diğer taraftan bu vitaminin çok önemli görevleri var. Hücrelerin gelişip büyümeleri, çekirdeklerini olgunlaştırabilmeleri ve bölünüp çoğalabilmeleri için B12 “zorunlu” bir madde.
Bu bilhassa kemik iliğinin ürettiği hücreler, özellikle de kırmızı kan hücreleri için mühim bir konu.
Kırmızı kan hücreleri (eritrositler) yeteri kadar B12 bulamazlarsa bölünüp çoğalamıyor, neticede en önemli görevleri olan oksijen taşımayı beceremiyorlar.
B12 eksikliği sonucu gelişen bu tür kansızlıklar “büyük hücreli/makrositer anemi” olarak tanımlanıyor.
Kısacası doku ve organlara özellikle de beyne yeterince oksijen gidebilmesi için bedenimizin kâfi miktarda B12’ye sahip olması şart.
B12 vitamini sinir sisteminin görevlerini hakkıyla yerine getirebilmesi, özellikle “bilgi aktarımı” ve “bilgi taşıma” fonksiyonlarını muntazam yürütebilmesi için de mühim bir madde.
B12 eksik oldu mu “metilasyon süreçleri” dediğimiz süreçler aksamaya, sinir hücrelerinin dışını kaplayan kılıfların yapısı da bozulmaya başlıyor.
Her organ, doku ve hücre zamana direnemeyip yaşlanmadan nasibini alıyor. Bu, olması gereken ve beklenen bir şey... Çaresi de yok! Kemiklerimiz de her doku gibi yıpranıp yaşlanıyor. Kemiklerdeki yaşlanma süreci, ilk dönemde “osteopeni”, sonraki aşamada “osteoporoz” olarak tanımlanıyor.
“Osteopeni” sürecin “hafif” seyrettiği başlangıç aşamasına deniyor. Sürece bu aşamada müdahale edilmezse, koflaşma ağırlaşıyor ve devreye “osteoporoz” giriyor. Yaşlanan kemik en çok da “kalsiyum” içeriğini kaybediyor. Kalsiyum, kemiğin “esas” maddesi yani çimentosudur.
O azalınca geriye içi boşalıp koflaşmış, gücü zayıf, direnci azalmış, en ufak travmada, hatta bazen kendiliğinden kırılabilen “osteoporotik” bir kemik dokusu kalıyor. Kırılganlık artışı osteoporozun derecesiyle yani koflaşmanın ağırlığı ile ilgili bir durum.
ÖNLENEBİLİR Mİ?
Kısa ve net cevap şu: Ne yediğinize de, ne kadar yediğinize de dikkat edin, ikisi de önemli. Ama birinin, diğerinin önüne geçtiği özel bazı durumlar da var. Örneğin bazıları çok fazla yeseler bile kilo almıyor. Bazılarıysa kuş kadar yemelerine rağmen fil kadar olabiliyor. Diğer taraftan birine bir gram yağ aldırmayan bir gıda, diğerini şişiriyor. Ödeme, gaza boğuyor. Dahası balinalar kadar yağlandırabiliyor.
Peki, bu farkın nedeni ne? İlk fark tabiî ki genetik miras! Yani genetik kurgu ve de metabolik yapılanma. Yani “imalat şartnamelerimiz” ve “fabrika ayarlarımız”ın farklılığı. İşte bu nedenle kilo sorunu söz konusu olduğunda aklınıza sadece “ne kadar yediğiniz?” değil, “ne yediğiniz?” de gelsin.
Mühim bir mesele de şu: Günümüzün en önemli problemlerinden biri de porsiyonların büyümesi. Pek çok insan doymak bilmez bir iştahla homidi gırtlak yiyip içiyor. Büyük porsiyonlarla, gereğinden fazla kalorili gıda tüketme sorunu, en çok da dışarıda yenen öğünler ve açık büfelerde öne çıkıyor.
Ekmek içi dönerler, çizburger, hamburger, lahmacun, pide, pizza ve de üstüne mis gibi tatlılar derken dışarıda yenen yemekler bir kalori ziyafeti haline gelebiliyor.
İşte bu nedenle ilk dikkat edeceğiniz şey “ne kadar yediğimiz?” olsun. Hemen sonra da “neleri yiyip içtiğiniz” konusunda da dikkatli olun. Özellikle pankreası fazlaca insülin pompalayanların şeker, un, nişasta yüklü yiyeceklerden, özellikle sıvı şekerlerden (meşrubatlar) uzak durmaları gerekiyor. Bu gibi bir sorunu olanların yüksek kalorili her türlü yiyecekten, en çok da “tatlı+un+yağ” evliliğinin ürünü olan besinlerden (baklava, kadayıf, kurabiye, bisküviler, gofretler) uzak durmaları lazım.
Tatlının yer almadığı, yerine tuzun ön plana çıktığı “un+yağ” evlilikleri de en az bunlar kadar tehlikeli. Mesela cipsler, tuzlu, unlu pastane fırın ürünü kuru pastalar.
İyi çalışıyor mu? Yeterince hızlı ve güçlü mü? Bu soruların yanıtları zannettiğinizden de önemli. Nedeni şu…
Daha hızlı metabolizma sadece daha kolay kilo kontrolü değil, daha çok enerji, daha fazla güç, kuvvet, daha kolay konsantrasyon, kısacası daha başarılı ve keyifli bir hayat anlamına da geliyor. Metabolizmanızın yavaş olduğunu düşünüyorsanız şu beş öneriyi bir kenara not edin…
İŞTE O BEŞ ÖNERİ
◊ Hep aynı antioksidanla olmaz, olsa da bu taktik yeteri kadar işe yaramaz. Antioksidanlar farklı kaynaklardan alınmalı. Zira her antioksidanın bulunduğu meyve sebzeler farklı.
Aynı sebze ve meyvede bile renk farkı antioksidanın tipini değiştirebiliyor. Örneğin, biberin hep yeşili değil, sarısı, kırmızısına da fırsat tanıyın. Likopeni ille domatesten değil, kan portakalından, pembe greyfurttan da kazanın. Antosiyanin deyince aklınıza yalnız üzüm değil, kiraz, vişne de gelsin.
◊ Sebze ve meyvelerin ne kadar tazeyseler o kadar yoğun antioksidan içerdiklerini unutmayın. Tezgahta beklemiş, miadı dolmuş, sanki “ben gidiyorum” diyen buruşmuş, çürümüş meyve ve sebzeleri değil, taze olanları satın alın.
◊ Farklı antioksidanları aynı anda kazanmaya çalışın. Bu nedenle nar, vişne, yaban mersini, portakal, mandalina, elma, armut, pancar, mor lahana ile çeşitlilik yaratın.
◊ Antioksidan meyve ve sebzeleri mümkün olduğu ölçüde çiğ yiyin. Hatta bıçakla ince ince kıyıp ezmeyin. Özellikle de (domatesteki likopen hariç) ısıl işlemlerden uzak tutun. Kızartılan, közlenen sebzelerdeki antioksidanlar harap oluyor. İstisna domatesteki likopendir. Domates ezilip hırpalandıkça ve ısıl işlemlere maruz kaldıkça daha çok likopen serbest bırakıyor, dolayısıyla fayda da artıyor. Ayrıca sebze ve meyveleri ağızda uzun uzun çiğneyip mide/bağırsaklardan daha çok emilmelerine yardımcı olun.
◊ Organik meyve ve sebzelere yönelmeli, bulunamıyorsa –ya da ekonomik değilse- olabildiği kadar kimyasallarla kirlenmemiş olanları tercih edilmeli.
◊ “Bedenime antioksidan kazandıracağım” düşüncesiyle meyvelere aşırı doz da yüklemeyin. Zira meyveler sadece faydalı antioksidanlarla dolu değil, aynı zamanda sağlığa zararlı olabilen fruktozu da içeriyor.
Böyle soru da olur mu hocam demeyin, soruyu başlığa özellikle yerleştirdim. Nedeni şu: Her toplumda olduğu gibi bizde de “beslenme-sağlık” ilişkisine yönelik müthiş bir ilgi var. Hemen herkes bu iki konuda bilgilenip o bilgileri kendi yaşamına uygulamak ve sosyal ortamlarda eşi dostuyla paylaşmak arzusunda. Böyle olduğu için de sağlık ve beslenme ile ilgili güncel bilgiler televizyon programlarının önceliğini aldı, gazetelerin baş sayfa konukları oldu. Bu bazı sorunları da doğurdu.
Sorunların en başında “yanlış bilgilenme” problemi var. Tıpkı “siyaset” ve “spor” alanlarında olduğu gibi “sağlık” alanında da (3S SENDROMU!) herkes aklına geleni yazıp söylüyor. Bilgiler yeterince araştırılmadan anında toplumla paylaşılıyor. Kısacası “basit ve güvenilir bilgi”ye ulaşmak bir hayli zor.
Konunun suistimale en açık alanlarının başındaysa “bitkilerle tedavi” var. Şifanın çoğu zaman doğada gizli olduğuna ben de inanırım. İnanırım ama her sağlık sorununun bitkilerle çözülebileceği düşüncesine asla katılmaz, dikkat edilmediğinde bitkilerin şifa yerine bela da getirebileceğini iyi bilirim.
Bu nedenle her alanda olduğu gibi size doğal ürünler, özellikle de bitkilerle sağlık sorunlarınızı önleme veya tedavi etme söz konusu olduğunda dikkatli olmanızı tavsiye ederim.
Aktar dükkanlarının şifa aranan veya hastalık tedavi edilen değil, sağlıklı doğal ürünler satılan yerler olduğunu düşünür, kaliteli bitki özleri, baharatlar almak için ziyaret eder, sağlığımla ilgili ürünleri alırken de eczaneleri tercih ederim. Özetle “aktar eczacılardan da, aktar doktorlardan” da uzak dururum.
NETİCE ŞU...
Bana sorarsanız siz de böyle yapın. Böyle yapın zira ortalık bitkisel ürün pazarlayan sahte sağlıkçılar ve diplomalı şarlatanlarla dolu. Bunların çoğu bırakın doktor olmayı, sağlıkla ilgili herhangi bir alanda en ufak bir eğitimleri dahi olmayan sıradan kişiler. Aman dikkat! Aktarlar da eczaneler de bizim için. Aktarlara doğal ürünler satın almak için gitmeli, sağlık sorunlarının çözümünü ise doktorlar ve eczacılarda aramalısınız...
Zindelik çok popüler, pek moda, çok da “in” bir sözcük. Özellikle “kardiyovasküler” yani “kalp damar zindeliği” hepimizin son derece önem verdiği bir konu.
Ama en az onun kadar mühim bir zindelik kavramı daha var: Beyin zindeliği. Eğer zinde bir beyniniz varsa belleğiniz her yaş için garanti altında demektir. Zinde bir bellek daha kolay kaydeder ve daha kolay hatırlar ve siz 100 yaşında bile olsanız ciddi bir bellek sorunu yaşamazsınız.
İyi bir haber de şudur: Kardiyovasküler zindelik için gerekli olan hemen her şey beyin zindeliği söz konusu olduğunda da işe yarıyor. Mesela mı?
◊ İyi bir uyku.
◊ Akılcı bir stres yönetimi.
◊ Depresyondan uzak bir ruhsal örgütlenme.
◊ Alkolden uzak bir yaşam.
Bana göre yalnızlık, yaşadığımız günlerin en mühim sağlık tehditlerinden biri. Hepimizin bu konuda uyanık olması gerekiyor.
Çözüm ise sağlam ve güçlü dostluklar kurmaktan geçiyor. Eğer güvenilir dostlarınız varsa ve onlarla kurduğunuz ilişkiler samimi ve sağlamsa korkmayın, siz kolay kolay yalnızlaşma tuzağına düşmezsiniz. Ve bu sizi sadece depresyondan değil, daha pek çok sorundan uzak tutar.
Not defterimin “dostluk” bölümüne yazdığım bazı cümleler var ve ben onları sık sık okurum. İsterseniz siz de bir kenara not edin: “Dostluk alternatif psikolojik yuvamızdır. Yaygın inanışın tersine dostların ilişkilerini sürdürebilmeleri için düzenli olarak görüşmeleri, birbirlerine sık sık telefon etmeleri ya da uzun mektuplar, e-postalar yazmaları gerekmez.
İki gerçek dost hiç görüşmedikleri aylar, hatta yıllar sonrasında (bile), ilişkilerine kaldıkları yerden devam edebilirler. Sanki hiç ayrılmamışçasına
kucaklaşabilirler.
* Dr. Toksöz Karasu/Huzurlu Yaşama Sanatı
OKUR SORUSU