Bilhassa kramp meselesinin giderek daha çok ön plana çıkan can sıkıcı bir sağlık problemi olduğunu görüyoruz. Bilelim ki ne kramp atakları (ağrılı kas kasılmaları) ne de nöropatik şikâyetler (el ve ayaklardaki yanma, uyuşma, karıncalanma benzeri sorunlar) durduk yerde ortaya çıkmıyor! Her ikisinin de özellikle kramp ataklarının mutlaka bize anlatmak istediği bir problem söz konusu. “Peki, nedir o problemler hocam?” diyorsanız buyurunuz.
VARAN 1
KRAMPLAR NE ANLATIR
Kas krampları her şeyden önce kaslarınızda bir sorun olduğunu anlatır. Bu sorun bazen sizin tembelliğinizden/hızlanmış kas kaybınızdan, bazen yaşam tarzı hatalarınızdan, bazen hastalıklarınızdan, bazen de kullandığınız ilaçlardan kaynaklanır. Örneğin, “şeker hastalığı, tiroid bezi ile ilgili problemleriniz, böbrek sorunlarınız” tekrarlayan kramp ataklarınızın arka planında yatan gizli nedenler olabilir. Bazı nörolojik hastalıkların örneğin “Parkinson, MS ve omurga zedelenmelerinin” de kramplara yol açabileceğini biliyoruz.
Diğer taraftan “tuz kaybı”na yol açan herhangi bir hastalık da (uzun süren ishaller, böbrek üstü bezi hastalıkları) kramp ataklarını tetikleyebiliyor. Bitmedi! Kandaki “mineral dengesi değişimleri” (potasyum, kalsiyum, magnezyum, sodyum dengesinde oluşan arızalar) sık görülen kramp nedenleri arasında yer alıyor.
Krampları tetikleyebilen “ilaçlar” da var. Mesela idrar söktürücüler, sinameki içeren laksatifler, bazı tansiyon ve kolesterol ilaçları, bronş genişleticiler de kramplara yol açabiliyor.
Ne var ki “YANLIŞ TEŞHİS” ve “YANLIŞ TEDAVİ” meselesi ise gündemdeki yerini hâlâ koruyor. Çoğu hastanın sorunlarına yanlış teşhisler konuyor ve pek çok hasta doğru teşhislere rağmen yanlış tedavilerin kurbanı olabiliyor. Muhakkak ki yaşamın her alanında, her meslekte -doğal olarak- yanlışlar mümkündür, yapılabilir. Ne var ki söz konusu sağlık olduğunda o yanlışlar ciddi sakatlıklarla, hatta yaşamın kaybıyla bile sonuçlanabilir. Sorun bu kadar büyümese bile yediklerinize, içtiklerinize, yaşam tarzı seçimlerinize yanlış teşhisler nedeniyle ciddi kısıtlamalar konulabileceği için keyfiniz, tadınız, tuzunuz kaçabilir. Yanlış teşhis ve tedaviler yüzünden ruhsal sorunlar yaşayan, uykusuz geceler geçiren, gereksiz streslere girip kalp çarpıntıları ile üzülen, hatta ekonomik kayıplara giren insanları siz de tanımış, görmüş olabilirsiniz. Kısacası “yanlış teşhis ve tedavi” modern tıbbın günümüzde de en önemli sorunlarından biridir. Peki, ne yapmalı?
ÖNEMLİ İKİNCİ FİKİR ALIN
Sağlık problemlerinize teşhis konmakta gecikildiğinde, tekrar tekrar yeni testler, analizler istenildiğinde, konulan teşhis doktorunuzun uzmanlık alanının dışında kaldığında, uygulanan tedavilere rağmen şikâyetleriniz, sorunlarınız devam ettiğinde, özellikle -acil durumlar dışında- size ameliyat olmanız gerektiği söylendiğinde, bir başka hekimden de yeni bir görüş almaktan, “İKİNCİ FİKİR” değerlendirmesine başvurmaktan çekinmeyin. Özellikle önemli ve büyük ameliyatlar söz konusu olduğunda, önemli ve yaşamınızı etkileyebilecek teşhisler konulduğunda mümkünse sorununuza farklı hekimlerin katıldığı ortak konsültasyonlarla -konsey kararlarıyla- çözüm arayın.
Özellikle size kronik ve ilerleyici bir hastalık (Alzheimer hastalığı, Parkinson hastalığı, hipertansiyon, şeker hastalığı, romatizmal hastalıklar, kanserler) teşhisi konulduğunda ikinci bir fikrin daha da önemli olabileceğini lütfen unutmayın.
HATIRLATMA KIŞA HAZIR MISINIZ
Kışa hazırlanmak, özellikle bağışıklık sistemini kışa daha dirençli ve dayanıklı hale getirmek önemli ve mühim bir sağlık ayrıntısıdır. Zaten bu nedenle de çoğumuz kış kapıyı çalmadan önce aşılarımızı yaptırıyor (grip, zatürre), sağlığımızdaki sorunları gideriyor, bazı bedensel stoklarımızı gözden geçiriyoruz. Ama yine de aramızda bu işleri ihmal edenlerimiz var. İsterseniz gelin, soğuklar iyice bastırmadan, kış hastalıkları kapımıza dayanmadan önce özellikle bağışıklığımızı güçlendirmek için şu 3 önlemi alıp almadığımızı yeniden bir gözden geçirelim.
Fayda var çünkü geçtiğimiz yıllarda yüzlerce bilimsel çalışma ile de kanıtlandı ki uyku kalitesinin yükseltmenin en önemli belirleyicilerinden biri de uyuduğumuz ortamın/yatak odamızın ısısıdır. Ve zannedildiğinin aksine “ne sıcak bir oda, ne de sımsıcak bir yatak uykuya dost değildir”. Tersine “çok sıcak” yerine “olabildiğince soğuk” bir odada uykuya dalmak her zaman, her yaşta, herkes için daha derin ve kaliteli bir uykunun garantisi gibidir. Nedenine gelince...
İYİ BİLGİ
UYKU UZMANLARI DİYOR Kİ...
Uyku uzmanları, nörologlar, psikologlar, mesela bunların en popülerlerinden biri kabul edilen Uyku uzmanı Dr. Matthew Walker’a göre, uykuya ilişkin “ısıl süreçler” esas olarak vücudumuzun 3 kısmı tarafından gerçekleştiriliyor: Ellerimiz, ayaklarımız ve başımız... O 3 bölge atar-toplar damar kavşakları olarak bilinen ve cilt yüzeyinin hemen altından geçen damarsal organizasyonlar (anastomozlar) bakımından vücudumuzun en zengin yerleridir. “Tıpkı bir çamaşır teline çamaşırları asmak gibi” bu damarlar da dolaşım halindeki kanın ciltte daha geniş bir alana yayılmasını, dolayısıyla dış ortam ısısıyla daha iç içe ve yakın bir temas kurmasını sağlar. Bu nedenle yazının başlığını bile aslında “ellerim, ayaklarım ve başım serin, uykum her zamankinden çooook daha derin” şeklinde değiştirmek de mümkün.
İYİ BİLGİ 2
DR. WALKER’DAN YENİ TAVSİYELER
Diğer
Özellikle sırt, boyun ve başın arka bölgesine yerleşen ağrılardan yakınanların sayısında muazzam bir artış var. Bu ağrılar bazen enseden omuzlara sırta, bazen de başın tamamına yayılabiliyor. Canımızı sıkıp keyfimizi kaçırabiliyor. Ağrıların nedeni ise düşünülenin aksine romatizmal sorunlar falan değil. Suçlu yine bildik ve tanıdık biri: STRES!
ÖNEMLİ
STRES AĞRITIR
Konu sırt, baş, boyun hatta bel ağrıları olduğunda da maalesef o baş belası “STRES MESELESİ” özellikle yaşadığımız günlerde fazlaca sahnede. Zira ruhu gergin olan birinin o gerilimi otomatik olarak bedenine, öncelikle de boynuna, sırtına, beline aktarması beklenen bir sonuç. “Boynum/sırtım kazık gibi” diyenlerin, “Her gün sırtım ağrıyor” yakınmaları ile doktor doktor gezenlerin çoğunda asıl mesele yönetilemeyen gizli streslerdir. Bu “gerilime bağlı stres ağrılar”ının nedeni ise uzamış ve abartılmış streslere ilk reaksiyonu boyun ve sırt kaslarımızın vermesidir. Özellikle genç ve orta yaşlı kadınlarda stresle bağlantılı sırt ve bel ağrıları zannedildiğinden çok daha yaygın bir problemdir. Ama bu tür sorunların hemen her yaşta, herkeste, her zaman ortaya çıkabileceği de bilinmelidir.
Eğer boynunuz, sırtınız ya da beliniz ağrıyorsa... Sık sık boynunuz tutuluyorsa... Bu ağrılara zaman zaman baş ağrıları da eşlik ediyorsa... Hele bir de ek olarak “yorgunluk, uykusuzluk, isteksizlik, huzursuzluk, mutsuzluk, umutsuzluk” gibi işaretler de varsa lütfen öncelikle hayatınızdaki stres faktörlerini dikkatle bir gözden geçirin. “HAYATIN YÜKÜ SİZİN SIRTINIZA DA BİNMİŞ” olabilir.
İYİ BİLGİ 1
Hayatın tadını, tuzunu kaçıran, ruh kadar bedeni de yoran, baş ağrıtan, uykusuz ve keyifsiz bırakan, can sıkıcı ve mühim bir sorun. En az depresyon kadar son zamanlarda sıklığı artan, gizli, sinsi ve yavaş gelişen belirtileriyle depresyonla da karıştırılan önemli bir diğer sağlık problemi ise “hipotiroidi”. Diğer taraftan sinsi/gizli hipotiroidisi olan bir hastada, depresyon sorunu daha sık ve kolay ortaya çıkabiliyor. Hatta bazen uzun süre hastalığın ilk işaretlerinden biri sadece depresyon bile olabiliyor. Bu nedenle depresyon benzeri şikâyeti olan herkesin özellikle “kabızlık, kilo alma, cilt kuruması, saç tırnak sorunları” gibi problemleri de mevcutsa tiroit bezinin normal çalışıp çalışmadığının da araştırılması gerekiyor. Kısacası “Depresyon mu, hipotiroidi mi?” sorusu, mühim bir sorudur.
BİR NOT KADIN VE YAŞLILARDA HİPOTİROİDİYE DİKKAT!
İstatiksel verilere bakılırsa erişkin nüfusun neredeyse yüzde 10’unda “gizli bir hipotiroidi problemi” var. Özellikle 60 yaşlar ve sonrasını yaşayan kadınlarda gizli hipotiroidi daha da yaygın. BU NEDENLE: Eğer depresyon benzeri şikâyetleriniz varsa, eğer doktorunuz size depresyon tanısı koymuşsa gizli bir hipotiroidi ihtimalini atlamamak için basit ve ucuz bir kan testi olan “hs-TSH testi”ni de yaptırmayı unutmayın. Zira bu basit ve ucuz test depresyon ve hipotiroidi ayrımını yapmak için yeterli oluyor. Uzun lafın kısası depresyonun akla geldiği her durumda gözden kaçmış gizli ve sinsi hipotiroidi ihtimali de mutlaka düşünülmeli ve kesinlikle ekarte edilmeli.
KÖTÜ HABER TİROİD TEMBELLİĞİ HIZLI YAŞLANDIRIYOR
Eğer tiroid beziniz yeteri kadar tiroid hormonu üretemiyorsa, basitçe “T4 ve T3” olarak tanımlanan tiroid hormonlarını bedeninize yeteri kadar pompalayamıyorsa ruhunuz da bedeniniz de kalbiniz, saçınız, cildiniz, belleğiniz de daha hızlı ve kötü yaşlanır. Özellikle 50’li yaşlar sonrasında kendinizi eskiye oranla daha dalgın, yorgun, unutkan, isteksiz, keyifsiz, uykulu, ağrılı ve mutsuz hissediyorsanız bu belirtilerin altında yatan gerçek nedenin gizli bir “sinsi hipotiroidi” olabileceğini lütfen hatırlayın. Ve hemen ertesi gün bir laboratuvara gidip bir “TSH testi” yaptırın. Eğer TSH değeriniz 3.5 ve üzerindeyse muhtemel bir tiroid tembelliğinin sizde de olabileceğini unutmayın. Özellikle laboratuvar raporunuzdaki rakam 4.5’ten büyükse bir iç hastalıkları veya endokrinoloji uzmanından yardım almaya bakın.
KESİP SAKLAYIN SİNSİ HİPOTİROİDİNİN 10 İŞARETİ
Oysa yaşlılık getirebileceği muhtemel sağlık sorunları, bedensel ve ruhsal kayıplar ve kısıtlamalar nedeniyle üzerinde ısrarla durulması, düşünülmesi ve dikkatle planlanması gereken önemli mi önemli bir zaman dilimi. Unutmayalım! Yaşlılığımız ve nasıl yaşlanacağımız ile ilgili kararları bir anlamda biz veriyor; olumlu ya da olumsuz yaşam tarzı uygulamaları, doğru ya da yanlış, sağlıklı ya da sağlıksız hayat tarzı seçimlerimiz ile onun ne zaman ve hangi koşullarda kolumuza gireceğine biz karar veriyoruz. O kararlardan biri belki de 50-60’lı yaşlardan sonra en önemlisi “etkili ve kalıcı, keyifli ve faydalı bir egzersiz alışkanlığı edinmek” oluyor. Bilimsel araştırmalar ve sonuçları da bu bilgiyi net ve açık olarak doğruluyor. Özellikle bir egzersiz seçimi olarak yürümek, eğer doğru ve etkili bir alışkanlık şeklinde hayatımıza eklenebilirse “MÜKEMMEL YAŞLANMANIN” ve “İYİ YAŞAMANIN” temel belirleyicilerinden biri olarak görünüyor. Kısacası “sağlıklı ve mükemmel yaşlanma uzmanları”nın hepsi -ve tabii ki ben de- “Yürümeden olmaz!” diyor. Şu ayrıntı da çok önemli: Yürümek doğal, sıradan, kolay, ucuz, bildik bir aktivite gibi görünse de mesele MÜKEMMEL YAŞLANMA olduğunda çok önemli bir ayrıntı daha var: Daha çok sağlık faydası için TEMPOLU YÜRÜMEYİ seçmemiz lazım. Peki, nasıl?
YÜRÜMEK VAR YÜRÜMEK VAR
TEMPOLU YÜRÜMEK NE DEMEK
Genetik miras yaşam kalitemizi ve ortalama yaşam süremizi belirleyen önemli bir faktör ama ailemizin binlerce yıldır taşıyıp bize ulaştırdığı genlerimizin bu rolünü fazlaca abartanlar da var. Onlar bizi genlerin yönettiğini, beden ve ruhumuzun genlere hizmetle görevlendirildiğini ileri sürüyorlar. Onlara göre “mal sahibi (!)” biz değil, genlerimiz. Biz olsa olsa “kiracı” veya “devre mülkçü” (!) olabiliriz. Bu yaklaşım bir ölçüde doğru da olsa aslında fazlaca abartılıdır. Doğrudur zira az da olsa biz genlerimizin talimatlarına göre yer, içer, dolaşır, gezeriz! Ama bilelim ki genetik mirasımızın sağlığımız ve hayat süremize etkisi aslında yüzde 30’ları geçmez. Diğer taraftan yeni bilimsel çalışmalar/”EPİGENETİK YAKLAŞIMLAR” genetik mirasın değiştirilebileceğini de gösteriyor. Yani iyi ve güzel yaşar, beden ve ruhumuzu iyi besler, kendimize iyi bakarsak, modern bilimin bize sunduğu avantajlardan istifade etmeyi başarabilirsek kötü bir genetik miras bile adeta siner, susar, depresyona girer(!), hatta değişebilir. İyi bir bilimsel değerlendirmeyle doğru belirlenen bazı genetik kusurların kötü etkileri, hayat tarzında yapılacak değişikliklerle azaltılabilir. Mesela kalp hastalıklarına eğilimli bir genetik yapınız varsa sigara içmemek, düzenli egzersiz yapmak, bol bol balık yemek, uykudan taviz vermemek, stres yükünü hafifletmek bu kötü mirasın olası zararlarını hafifletir. Ek olarak kan şekerinizi, kolesterol seviyelerinizi, tansiyonunuzu iyi izler, sorunları tıbbi tedbirlerle kontrol edebilirseniz oluşabilecek sorunları ya hiç yaşamaz ya da hafifletir, daha ileri yaşlara ertelersiniz. Son yıllarda giderek daha çok gündeme gelen “EPİGENETİK” yaklaşımların hızla popülerleşmesinin nedeni de zaten budur. Bilelim ki ailemizden bize kalan genetik miras da ekonomik mirastan farklı değildir. İyi ve doğru kullanıldığında bize hizmet ederken kötü ve yanlış kullanıldığında bir sağlık törpüsüne dönüşebilir.
ÖNEMLİ PROBİYOTİK TAKVİYE HERKESE LAZIM MI
Takviye kullanımında biraz abartılı davrandığımız, ölçüyü kaçırdığımız kesindir. Probiyotik takviyelerde de böyle bir abartılmış gelişme var. Çoğumuz probiyotik takviyeleri ya gereksiz ya da bilinçsiz kullanıyoruz. Herkese her probiyotiğin yaramayacağını, farklı probiyotiklerin farklı alanlarda işlev gördüğünü, işin içine doz ve süre faktörlerinin de girdiğini bilmiyoruz.
Birkaç gün veya haftalık probiyotik takviyesinin yeterli olacağını sanıp onları yangını söndüren “itfaiye erleri” zannediyoruz.
Oysa takviye olarak kullandığınız probiyotik bakterilerin bağırsaklarınızdaki ömrü en fazla 2-3 hafta kadar. Etkili bir probiyotik güç kazanabilmek için de onları en az 2-3 ay süre ile kullanmanız lazım.
Zira bağırsaklarda bozulan dengeyi iyileştirebilmeleri, yerleştikleri yeni ekosistem ve çevrede üreyip çoğalabilmeleri, yeni bir güç ve biyolojik denge oluşturabilmeleri, kısacası mikrobiyotayı dengeleyip ona yön verebilmeleri zamanla hallolabilecek bir süreçtir. Eğer herhangi bir probiyotik desteğe ihtiyacınız olduğunu düşünüyor ya da probiyotik gücünüzü arttırmaya kararlıysanız lütfen bu işi de hekimlere ya da eczacılara bırakın. En azından konu hakkında daha çok bilgi edinmeye çalışın.
Bunlar gıda paketlerinin üzerine “şeker” yazmak yerine “maltoz, dekstroz, fruktoz, sakkaroz...” gibi sözcükler koyarak o şeker yüklü paketlenmiş sağlıksızlık bombalarını bedenimize sokmaya çalışıyorlar. Ve üzülerek belirteyim ki onlar daha çok para kazandıkça biz daha çok sağlık kaybediyoruz. Net ve açık olarak başlıktaki cümleyi bir kez daha tekrarlayalım: SAĞLIKLI ŞEKER YOKTUR!
Unutmayalım ki sağlıklı oldukları için güvenle yiyip içtiğimiz pek çok değerli gıda, içlerine eklenen gereksiz ve aşırı şeker yükü nedeniyle sağlığımızı bozabiliyor. Örnek mi? Meyveli yoğurtlar... İçine meyve suyu tadı ve kokusunu taklit eden kimyasallar eklenmiş, bir de üstüne bolca şeker yüklenmiş gazlı maden suları, şeker deposu kahvaltılık gevrekler... Bu örnekleri daha da çoğaltıp canınızı daha da sıkmak istemem. Ama bilelim ki özellikle paketlenmiş gıdaları satın alırken içinde aşırı şeker yükü bulunup bulunmadığını mutlaka kontrol etmek zorundayız.
BİR TEHDİT
İLGİSİZ DOKTOR BİLGİSİZ HASTA
Özellikle kronik hastalıkların tedavi sürecinde (şeker hastalığı, hipertansiyon, kalp damar hastalığı...) ciddi bir doktor-hasta işbirliğine ihtiyacımız var. Zira çok meşgul/ilgisiz bir doktorla, bilgisiz bir hasta bir araya geldiğinde hiç de hoş olmayan hatta bazen tehlikeli neticeleri olabilen durumlar ortaya çıkıyor. Kanaatime göre, özellikle “BİLGİLİ HASTA”, kronik hastalıklarla mücadelede çok ama çok önemli bir ayrıntı. Örneğin her bir şeker hastasını, hastalığı hakkında bilgilendirip eğitmezseniz, ilaçları dışında yapması ya da yapmaması gerekenleri onunla siz veya ekibinizdeki diğer sağlık elemanlarınız -mesela beslenme uzmanınız ya da egzersiz danışmanınız- yeterince paylaşmaz ve o hastayı sürecin bir çözüm ortağı yapmazsanız başarı şansınız giderek azalacaktır. Netice şudur: Araştırmalarla da kanıtlandı ki özellikle kronik hastalıklarda “sağlık okuryazarı, bilinçli ve bilgili bir hasta ile beraber çözüm üretmek” en az reçetenizdeki ilaçlar kadar önemli bir faktördür.
HANGİSİ ÖNEMLİ