Mitokondrilerimizin değerini biraz gecikerek de olsa nihayet anladık. Onların en etkili desteklerinin Glutation, COQ10 ve düzenli egzersiz yapmak olduğunun yine biraz gecikerek farkına vardık.
Bugün konumuz yine mitokondriler. Çünkü gençliğin de, enerjik bir ömrün de sırrı en çok onlarda saklı. Kısacası mitokondrilerimiz enerji üreten motorlarımız!
Yaşam enerjimizi yani gücümüzü onların ürettiği ATP’ler sayesinde oluştururuz. Kalbimiz içindeki kanı pompalarken, karaciğerimiz metabolik işlevlerini yaparken, akciğerlerimiz oksijen-karbondioksit değişimi sağlarken onların ürettiği enerjiyi kullanır. O enerji sayesinde yürür, düşünür, hatta rüya görürüz!
Ayrıca yakıt olarak kazandığımız gıdaların, özellikle şeker ve yağların yakıldığı hücresel organeller de yine onlardır. Bu sayede de “yağlanmaktan” kurtuluruz. Kısacası sağlam, güçlü ve bol mitokondriye sahip olmak, enerji ve form anlamına gelirken, sayıca az, hasta, yorgun ve yaşlı mitokondriler bitkinlik, halsizlik, yağlanıp kilo almak demek.
Netice şu: Mitokondrilerimizi korumamız, fonksiyonlarını bozacak şeylerden onları uzak tutmamız ve sayılarını olabildiğince artırmamız şart! İyi yaşlanmanın da, dinç, enerjik, formda kalmanın da yolu her şeyden önce mitokondrilerden geçiyor.
Peki, kimlerdir bu minik cihazların dostları ve düşmanları? O dost ve düşmanların listesini iki kutuda özetlemeye çalıştım.
MİTOKONDRİ ZEHİRLERİ NELER?
◊ Hareketsizlik
Spermlerdeki sorun sadece sayısal da değil, üretilen spermlerin yapısal sorunları da var ve bütün bunlar “görev hatası” ile neticeleniyor. Geçen hafta yayımlanan bir toplu değerlendirme raporu ile sperm sayısındaki azalmaya yeniden dikkat çekildi. Raporda “Spermlerimizin yarısı kayıp” denildi ve bu durumun eğer tedbir alınmazsa “insanlığın sonu” olabileceğine vurgu yapıldı.
Sperm sayısındaki bu düşmede stres-depresyon sarmalının, çevre kirliliğinin (toksik kimyasallar), alkol ve sigaranın, obezite salgınının ve tabii ki dizüstü bilgisayarların etkisi olduğu biliniyor. Özellikle dizüstü bilgisayarlar, yaydıkları “ısı” ile yumurtalıklarda sperm üretimini ciddi ölçüde baskılayabiliyor.
İyi yaşa, iyi yaşlan!
Sıdıka hanım, eşim Mihriban’ın annesi. Sıdıka annenin 91’inci yaş gününü Bodrum’da geçen hafta kutladık. Bakın o kutlamanın sonrasında ona neler anlattım...
“Yaşlılık, yaşadıklarımız ve yıpranmalarımızın toplamı. Bu kesin.
Kalitesini genetik mirastan çok yaşam tarzı seçimlerimiz belirliyor. Bu da kesin.
Şu bilgileri de unutmamalı: Yaşlılık bir küçülme ve azalma süreci. Ama yaşlılık asla ağrılara razı olma ve/veya bitkinliğe, halsizliğe, yorgunluğa, uykusuzluğa, bellek kaybına teslimiyet hali değil.
O gücün gen çeşitliliği de muazzam. Bizden en az 150 kat fazla, yaklaşık 3.5 milyon civarında. Anlaşılan o ki bu müthiş gen havuzu sadece biyolojimize iyi gelmiyor. Bize akıl da veriyor. Sadece yeme-içme davranışlarımızı değil duygularımızı bile etkiliyor. Diyelim ki “içses”iniz size “öğle yemeğinde patates püreli bir et sipariş et, üstüne de 3-4 top çikolatalı dondurmayı midene indir” diyor. O mesajın kaynağının bağırsaklarınızdaki mikroplar olması mümkün. Kısacası o minik canlılar bizimle adeta sohbet ediyor. Üstelik bu sohbetlerin konusu yalnızca yeme-içme ile de sınırlı kalmıyor. Onlar gönderdikleri kimyasal sinyallerle düşüncelerimize, enerjimize, davranış biçimlerimize bile müdahale edebiliyor.
BİZ GEN FAKİRİ MİYİZ?
Tarih 26 Haziran 2000. Yer Washington, ABD. Büyük bir basın toplantısı. Kürsüde dönemin ABD başkanı Bill Clinton ve arka planda İngiltere başbakanı Tony Blair var. Heyecan dorukta. “Tüm insanlığı ilgilendiren” bir projenin başlangıç vuruşu birazdan yapılacak. Ve o ilk vuruş başkanın “tüm çağların en özel günü” cümlesiyle başlayacak. Sonrası mı? Kocaman bir hüsran. GENOM PROJESİ olarak bilinen o çalışma tamamlandığında hiç de beklenen sonucu vermiyor, adeta “dağ fare doğuruyor!” Çünkü çalışmanın sonunda gen sayımızın topu topu 30 bin kadar olduğu anlaşılıyor. Özetle bana göre biz “gen fakiri”yiz!
BAKIN O BAKTERİLER NELER YAPIYOR
- Bağırsaklardaki bağışıklık yapılanması ile işbirliğine girip BAĞIŞIKLIK gücümüzü etkiliyor.
- Besinlerdeki kanserojenleri parçalayarak ANTİ KANSER gücümüze katkı sağlıyor.
- Yiyecek-içeceklerdeki alerjen maddeleri temizleyip ANTİ ALERJİK destek sağlıyor.
- Bağırsak duvarındaki hücresel-yapısal bozulmaları engelleyip
Karpuz çorbası için
Cildinizi güneş ışınlarından korumanın yolu önce ona daha fazla likopen kazandırmaktan geçiyor. Likopen adeta bir zararlı ışın absorbanı yani emicisi. Güneşten gelen zararlı mor ötesi ışınları absorbe edip içine alarak cilde vereceği zararları minimuma indiriyor.
Biliyorum likopen denince aklınıza önce domates geliyor. Domates kadar olmasa da önemli miktarda likopen içeren bir başka yaz meyvesi daha var: Karpuz. Karpuza kırmızı rengini veren de zaten likopen.
Yaz aylarında meyve tercihlerinizi karpuzdan yana kullanmanız, hatta bu seçimi yaparken süreci karpuz çorbası ile desteklemenizi tavsiye ediyorum.
Nedeni şu: Karpuz çorbasını hazırlarken karpuzun beyaz kısmını bir kaşıkla iyice sıyırdığınızda beyaz kısımdaki sitrulin isimli maddeyi de likopenle birlikte kazanmış oluyorsunuz. Sitrulin damar genişleten, dolayısıyla cilt kan dolaşımını destekleyen bir bileşik.
Çözüm şu: Orta boy bir karpuz alıp dışını bir güzel yıkadıktan sonra buzdolabına yerleştirin. O karpuz iyice soğuyuncaya kadar bekleyin. Daha sonra tepesinden kesip içini bir güzel beyaz kısımlarıyla birlikte çorba şekline getirip keyifle için.
Not: Karpuzda bol miktarda früktoz olabileceği aklınızda olsun. Früktoz da bir şeker ve o da cilde zarar verebiliyor. Bu nedenle karpuz çorbası içerken de miktar konusuna dikkat etmek gerekiyor.
Soğuk çayı deneyin
Kilo sorununa çözüm bulmaya çalışanların sık dile getirdikleri yakınmalardan biri, “tatlı krizleri”dir. Bu baş edilmesi zor krizlerin ateşini söndürense bazen çikolatadır, bazen bir kâse sütlaç. Bazen bir baklava dilimidir, bazen de koca bir salkım üzüm.
Peki neden olur bu krizler? O krizleri neler tetikler?
Tetikçi birden çoktur ama özet yanıt şudur:
Tetikçi kiminde kan şekerindeki düşmeler ve ona eşlik eden insülin zıplamaları, kiminde de şu veya bu nedenle oluşan iç sıkıntıları, pişmanlık ve kırgınlıkların eşlik ettiği duygu patlamalarıdır.
Bu patlamalara üzüntü veya kaygının, endişe veya korkunun, yani olumsuzluk uyarıları yüklü duygu durumu değişimlerinin eşlik etmesi de olağandır.
Peki ya çare? Çaresi var mıdır?
Çarenin öyle pek kolay olduğu -maalesef- söylenemez. İşe ciddi bir şeker detoksu ile başlamalı, birden çok cephede ciddi bir mücadeleye hazır olmalısınız. İşte o mücadelenin alt başlıkları...
Benim çevremde de pek çok insan sabahları yorgun uyanmaktan, güne halsiz, bitkin, keyifsiz, isteksiz ve neşesiz başlamaktan şikayetçi. Üstelik bunların önemli bir bölümü “yaşlı” filan da değil, genç veya orta yaşlı sağlıklı bilinen kişiler. Peki, yok mu bu işin bir çaresi? Var tabii ki! Var ama yine de ilk işiniz arka planda gözden kaçmış bir depresyon, gizli bir tiroit yetmezliği, sinsi bir hipoglisemi ya da uyku apnesi problemi filan var mı onu bir araştırın. Varsa da hemen tedavi olun. Genel önerilerim ise şunlar...
- Uyanınca yatakta uzun süre kalmayın, yatağı hemen terk edin.
- Güne mutlaka bir bardak ılık suyla başlayın. Bence suyunuzu geceden başucunuza yerleştirin ve yatağınızdan doğrulur doğrulmaz da keyifle için.
- Yataktan çıkar çıkmaz kısa süreli bir ısınma, gerinme, esneme egzersizi yapmayı deneyin.
- Hemen ardından da sabah duanıza geçin. Kendinize iyilik hali, mutluluk, keyif, huzur dileyin. İyi bir gün için bağışlanan –sağlık dahil- her şey için şükredin.
Süreç genelde “Ne yiyelim, içelim?” muhabbetiyle başlar, ardından kişisel sorular devreye girer. Geçen akşam da öyle oldu. Önce “Chia mı, keten tohumu mu?” gibi sorular konuşuldu. Sonra da geçen hafta beyin MR’ı yaptıran arkadaşımız inceleme sonrasında doktorların “beyninin küçüldüğünü” söylediklerini anlattı. Şaşırmış, üzülmüş, doktorlara “Neticede ne olur?” diye sorduğunda “Belleğiniz zayıflar” yanıtını almıştı. Sanırım daha iyi bir haber almak umuduyla bana şu soruyu yöneltti: “Osman hocam, yaşlandıkça beynimiz küçülür mü?” Bakın ona neler anlattım.
BEYİN DE KENDİNİ YENİLEYEBİLİYOR
30-40 yıl öncesine kadar beynimizin sadece çocukluk/gençlik döneminde yeni beyin hücresi üretebildiği, rakamın bir süre sonra sabitlenip yaşlılık virajına girdikten sonra da azalmaya başladığı kabul ediliyordu. Dolayısıyla da “öğrenme, düşünme ve hatırlama” kapasitemizin yaşlandıkça düşeceği ve bunun normal kabul edilmesi gerektiğinin altı çiziliyordu. Klasik görüş budur, aşağı yukarı da doğrudur. Ama yeni bazı bulgular bu görüşün en azından yüzde yüz geçerli olmadığını gösteriyor. Beyin de az ya da çok ama bir şekilde kendini yenileyebiliyor. Beynimiz yaşlılık döneminde bile az da olsa nöron üretebilme kapasitesinde. Bu onun da bir miktar plastiklik/plastiside yeteneği olduğunun işareti.
BELLEK KAYBI KADER DEĞİLDİR
Tamam beynimizin de bir plastiside yeteneği var, o da yaşlansa bile az çok yeni beyin hücresi (nöron) üretme kapasitesine sahip ve bu iyi bir haber. Ne var ki yaşlandıkça ürettiğimizden çok daha fazla beyin hücresi kaybettiğimiz de kesin. Beynimizin yaşlandıkça bir miktar küçüldüğü de doğru. Ama yine de bilelim ki beyindeki hacimsel azalma, yani küçülme sadece beyin hücresi kaybından kaynaklanmıyor. Mevcut nöronlarda da yapısal değişiklikler meydana geliyor: Örneğin aralarındaki bağlantılar (sinapslar) azalıyor. Nöron dalları (dendrit) yavaş yavaş kayboluyor. Nöronlardan çıkan iletişim hatlarını (akson) saran miyelin kılıfları bozuluyor. Beyindeki küçülmede bunların da payı var. Bana sorarsanız bu bilgilerin hiçbiri bizi telaşlandırmasın. Bellek kaybı yaşlanmanın değiştirilemez, en azından hafifletilemez bir sonucudur diye düşündürmesin. Sağlıklı birinde yaşlılığa bağlı beyinsel küçülmenin boyutları son derece sınırlıdır. Ve beynimiz sadece Alzheimer hastalığı gibi ağır bellek bozan hastalıkların varlığında ciddi bir yıkım yaşar.
RAKAMLARLA HAYATIMIZ (*)
NEYE NE KADAR ZAMAN HARCIYORUZ?
“
Nedeni net ve açık: Mitokondrilerini ve probiyotiklerini kaybetti de ondan!
İsterseniz biraz daha açalım: Bedenlerimiz enerji üreten birer cihaz. Üstelik bu mükemmel cihaz işini (dolayısıyla yenileni, içileni yakma sürecini) hiç dinlenmeden, gece gündüz hiç ama hiç ara vermeden yapıyor. Bu kalori kaynağı besini yakıp enerji üretme işinin sırrı da MİTOKONDRİLERde yatıyor.
Peki, “kimdir, neyin nesidir, ne iş yapar bu mitokondriler?” Mitokondriler hücrelerimizin enerji üretim merkezleri. Alınan kalorilerin yakıldığı minik fırınlar. O fırınlar iyi çalışmazlarsa ya da o fırınların sayısı azalırsa alınan kaloriler yakılamıyor.
Yakılmayan kaloriler de yağ olarak iç organlar çevresinde, göbek bölgesi ve belde depolanıyor. İşte bu nedenle gelin beni dinleyin, yaşınız, cinsiniz, işiniz, gücünüz, kilonuz ne olursa olsun mitokondrilerinize gözünüzün için gibi bakın. Kilo almamak, daha yavaş yaşlanmak, bitkin, halsiz, güçsüz, takatsiz bir ihtiyar olmamak ve her daim formda ve zinde kalmak istiyorsanız abartmıyorum mitokondrilerinizle yatın, mitokondrilerinizle kalkın.
Ve şu o çok mühim cümleyi “ne kadar mitokondri o kadar sağlık” cümlesini sakın unutmayın. Bana göre hanımefendinin sorunu sadece mitokondri fakiri haline gelmek de değil. Meselenin bir de probiyotik kaybı yönü var ki o da tam bir felaket. Detaylar için buyurun...
MESELE ŞU