Osman Müftüoğlu

Diyabet yolculuğunun dört aşaması var

4 Eylül 2017
Ailenizde Tip2 diyabete genetik eğilim varsa, yani anne, babanız ya da birinci dereceden akrabalarınız arasında orta yaş diyabetine yakalananların sayısı çoksa bu “gereken önlemleri almazsanız” sizin de aynı akıbetle karşılaşabileceğiniz anlamına geliyor.

Ama bu “akıbet” öyle “akşam sağlam yatıp sabah hasta olmak şeklinde” aniden ortaya çıkmıyor. Dört aşaması var. O aşamalar zaman içinde yavaş yavaş devreye giriyor. Aşamaların da her biri en az 3-5 yıl sürüyor. Ayrıca kötü gidiş aşamaların herhangi birinde durdurulabiliyor. Hatta tersine bile çevrilebiliyor. Gelelim detaylara…

O MERDİVENİN BASAMAKLARI

İnsülin fazlalığından Tip2 diyabete giden yolculuk dört basamaklı bir merdiven. Birinci basamakta insülin fazlalığı, ikincisinde insülin direnci var. Problemi bu aşamalardan birinde fark edip vaktinde çözmezseniz ardından üçüncü yani gizli diyabet, sonra da dördüncüsü yani şeker hastalığı aşamaları geliyor. Kısacası hiperinsülinemi ile başladığınız yolculuğu insülin direnci, gizli şeker ve sonra da şeker hastalığı ile tamamlıyorsunuz.

SÜRECİ DURDURMAK MÜMKÜN DEĞİL Mİ?

İyi haber şu: Bu aşamaların herhangi birinde süreci sizin kontrolünüz altına almanız mümkün. Hatta son aşamaya geldiğinizde yani şeker hastası olduğunuzda sürecin yeniden en başına insülin fazlalığı/hiperinsülinemi ve/veya insülin direnci dönemlerine dönmeniz hiç de zor değil. Kısacası “dedem ve babam diyabetli idi, kalpten öldüler, ben de bekliyordum, bende de çıktı!” demenin bir anlamı yok. Süreci erken tanımak ve doğru yönetmek işi daha en başında engellemek gerekiyor. Yönetilebilir, değiştirilebilir ve hatta tekrardan normale çevrilebilir bir süreç bu.

O AŞAMALARDA NELER OLUYOR?

İnsülin

Yazının Devamını Oku

7500 adıma itiraz var

28 Ağustos 2017
Başta Ertuğrul Özkök ve Ahmet Hakan, benim ‘günde 10 bin adım’ diretmeme birçok itiraz geliyor, adım adedi pazarlık konusu oluyor. Madem öyle, detaya girmek şart oldu. Evet, günde 10 bin adım mı, 7 bin 500 adım mı? Buyurun...

İlk itiraz Ahmet Hakan’dan geldi; “Hocam her gün 10 bin adımı tutturabilme çabası bende stres yapıyor, o stresin zararı 10 bin adımın faydasını götürmez mi?” sorusunu yöneltti.

Haklıydı. Azıcık da “bilgi eksikliği” durumu vardı. Eksikliğin suçlusu bendim. “Her gün 10 bin adım” diye ısrar ederken biraz daha detaya girmeliydim. Ardından Ertuğrul Özkök, “Osman Hoca şu 10 bin adımı 7500’e düşürsek ya da başka bir orta yol bulsak olmaz mı?” önerisi ile geldi. Bu durumda “Her gün 10000 adım mı, 7500 adım mı?” konusunu masaya yeniden yatırmamızda fayda var. Buyurun…

VARAN 1

NEDEN 5000 NEDEN 7500?

Yetişkin biri her gün en az 5000 adım atacak. Bu kesin!

Yoksa paslanıyoruz. Kaslarımız eriyor. Eklemlerimiz eski esnekliğini kaybediyor. Kemiklerimiz güçsüz düşüyor. Dahası var: Kalp damar sistemimiz gerekli jimnastiği yapamıyor. Beynimiz stresini boşaltıp düşünsel toksinlerden kurtulamıyor. Bağırsaklar bile durumdan şikâyetçi olup içindekini boşaltamama yani kabızlık sorunu yaşamaya başlıyor.

Eğer hedefinizde sadece “paslanmamak” değil de “yağlanmamak” da varsa adım sayınızı günde ortalama 7500’e çıkarmanız daha iyi sonuç veriyor. Bu rakamın altında kalınca besinlerle kazanılan kaloriler tamamen yakılamıyor. Yakılamayan kaloriler de yağ olarak depolanıyor. Neticede kilolar çoğalmaya, beden ve ruh ağırlaşmaya başlıyor.

VARAN 2

Yazının Devamını Oku

D vitamini üretmenin sırları

26 Ağustos 2017
Bu uzun ve güzel tatil boyunca “Nasıl güneşlenirsek daha çok D vitamini depolayabiliriz?” sorusunun yanıtlarını dünkü yazımızda açıklamaya çalıştık.

Bugün de “D vitamini mucizesi” ile ilgili diğer detayları yeniden hatırlatıyor, hepinize KEYİFLİ, HUZURLU, DİNLENCESİ VE EĞLENCESİ BOL BİR TATİL diliyoruz. VE KISA BİR NOT: Bayramda kısa bir tatil yapacağız. Affınıza sığınıyoruz. Bayram sonu görüşmek umuduyla...

 
VARAN 1: Global bir D vitamini fakirliği var
D vitamini eksikliği çok tartışılıp sık gündeme getirilen sağlık problemlerinden biri. Yalnızca bizde değil, hemen her ülkede ilk sırada yer alan, önemsenen bir konu. Amerika’dan Fransa’ya, Güney Afrika’dan Avustralya’ya pek çok ülkede özellikle kadın ve çocuklar bu sorunla baş başalar. Bir bakıma “GLOBAL” bir “D VİTAMİNİ EKSİKLİĞİ TEHDİDİ” var. Problemin bu kadar öne çıkmasının, bu denli sık konuşulmasının, sağlık uzmanlarınca sık gündeme getirilmesinin nedeniyse şu...

VARAN 2: Ona neden “mucize molekül” deniyor?  
D vitamini, bir vitaminden daha farklı işlevleri olan bir madde. Beyin sağlığından kalp sağlığına, diyabetten hipertansiyona, bağışıklık gücünden kemik-diş sağlamlığına kadar onlarca sağlık parametresi vücudumuzda yeterince D vitamini olmasına bağlı. Miktarı azalınca bir dizi sağlık tehdidi gündeme geliveriyor. Kemikler daha zayıf, dişler daha çürük, bellek, bağışıklık daha zayıf oluyor. Damarlar, eklemler daha hızlı eskiyor. Beden sinsi ve ilerleyici bir ÇÖKME SÜRECİ içine giriyor. Bu nedenle de D vitamini eksikliğine karşı hepimizin uyanık, dikkatli, bilinçli olması, ona sadece bir vitamin veya hormon, bir “iyi hayat ilacı” gibi bakması gerekiyor...

VARAN 3: Onu kış aylarında da kazanabiliriz  

Yazının Devamını Oku

D vitamini üretmenin sırları

25 Ağustos 2017
Yaz bitti bitiyor, güneş de gitti gidiyor. Ama şanslıyız, önümüzde upuzun bir tatil bizi bekliyor. Üstelik bu uzun tatil bize bolca güneşlenme fırsatı vaat ediyor. Bu 10-12 gün cildinizi güneşle buluşturmanız ve kış için yeteri kadar D vitamini depolamanız için mükemmel bir fırsat. Peki bu işin de bazı küçük detayları var mı? Tabii ki var. Gelin isterseniz bu uzun tatilden hemen önce D vitamini üretimini yönetmenin sırlarını yeniden bir hatırlayalım. Buyurun...

VARAN 1: Güneş olmadan olmaz 
Yumurta, yağlı balıklar, hayvansal yağlar, sakatat grubu besinler D vitamininin en güçlü besinsel kaynakları ama bedenimizin D vitamini ihtiyacının sadece yüzde 10’unu bunlarla karşılayabiliyoruz. Geri kalan yüzde 90’ı için güneşe muhtacız. Güneşlenmek zorundayız. D vitaminiyle güçlendirilmiş bazı fonksiyonel ürünler, mesela sütler, meyve suları da faydalı olabiliyor ama prensip hiiiç değişmiyor: Güneş olmadan, güneşlenmeden, cildi güneşle buluşturmadan yeteri kadar D vitaminine sahip olmamız mümkün değil.
Güneşle buluşamıyorsak eğer yapacağımız en doğru şey, D vitamini desteklerinden (kapsüller, damlalar, ampuller) faydalanmak. Ancak şunu unutmamak lazım: En güvenlisi ve faydalısı D vitamini, deride güneşten gelen UVB sayesinde üretilen doğal D vitamini. Deride üretilen D vitamini suda çözülebildiğinden hücrelere kolayca girebiliyor. Bu nedenle de etkisi yağda çözünen yapay şekline oranla daha fazla oluyor. Ağız yoluyla kullandığınız D vitaminleri genelde “sülfatsız” olduklarından suda değil, yağda eriyor, etkileri de sınırlı kalıyor.

VARAN 2: Güneşle birebir buluşmak zorundayız 
Önemli bir ayrıntı da şu: Güneşin UVB ışınları sayesinde ciltte üretilen sülfatlı D vitamini sülfat bağından ayrıldığında bir enerji açığa çıkıyor. Sülfat bağı bir anlamda güneş enerjisini vücutta depolayan bir “güneş pili” işlevi de görüyor. Kanserden korunmada, bağışıklığı güçlendirmede, depresyonu engellemede, kalp-damar hastalıklarını önlemede işe yarayan da işte bu D vitamininin sülfat formu ve güneşlenerek doğal D vitamini elde edip depolamak bu nedenle çoook daha doğru.

VARAN 3: Anne sütündeki D vitamini de çok değerli 
Anne ve inek sütünde bulunan D vitamini de güneşlenerek cildimizde üretilen doğal D vitaminine benziyor. Yani onlar da sülfatlı. Anne sütü bu nedenle de çok değerli. İnek sütündeki D vitamini ise maalesef UHT uygulamasıyla tahrip oluyor. Yani UHT’li bir sütle alınan D vitamini muhtemelen sülfat fakiri! Özeti şu: Emzirmek, mümkün olduğunca uzun süreli emzirmek, bebekleri mamalar değil de anne sütüyle beslenmek çok ama çook mühim bir konu.

VARAN 4: Cam arkasında güneşlenmek yetmiyor 

Yazının Devamını Oku

Doktorlar her zaman doğruyu mu söyler?

24 Ağustos 2017
Doktora güven sonsuz ve sınırsızdır. Ne var ki bize ciddi bir sorumluluk da yükleyen bu güveni her zaman doğru yönettiğimizi söylememiz biraz zor!

Sağlık kültürümüzde “doktorlara güven” sonsuz ve sınırsızdır. Bu konuda söylenmiş önerme cümlelerimizden birinin “Hekimle hâkimin işine karışılmaz, söylediklerine de itiraz edilmez!” şeklinde olduğu düşünülürse doktorlara duyulan bu yerleşik güvenin ölçüsü daha iyi anlaşılır.
Ne var ki bize ciddi bir sorumluluk da yükleyen bu güveni her zaman doğru yönettiğimizi söylememiz biraz zor! Biz doktorlar da size zaman zaman yanlış veya eksik, hatta hatalı bazı tavsiyelerde bulunabiliyoruz.
Geçenlerde ilk kitabım “Yaşasın Hayat”ın 2003’teki ilk baskılarına baktığımda gördüğüm hatalar da bunun kanıtı. O kitaptaki bazı “hatalı önermeler”im şimdi canımı fena halde sıkıyor.
70’inci sayfasındaki “gıdaları besleyici özelliklerini koruyarak hazırlayın” bahsindeki “Balığı alüminyum folyoyo sararak pişirin!” veya “Süt, peynir, yoğurt gibi ürünlerin yağsız olanlarını alın” tavsiyeleri bunlardan sadece bazıları.
Ben bu gibi durumlarda “Mark Twain boşuna söylememiş!” diyorum. İsterseniz yazıyı bitirmeden önce o büyük ustanın çok eskilerde söylediği/yazdığı cümleleri mealen ve yeniden hatırlayalım:
“Doktorların tavsiyelerine uyarken dikkat edin, ben bu tavsiyeler nedeniyle hayata erken veda eden pek çok arkadaşımın cenazesine katıldım.”
Ve bir başkası daha: “Doktorların beslenme konusundaki önerilerinin geçerlilik süresi gıda paketlerinin üzerindeki son kullanma tarihinden de kısadır, dikkatli olun!”

Yazının Devamını Oku

50 yaş sonrası

23 Ağustos 2017
50 yaş ve sonrası sadece sağlık sorunları; yorgunluklar, uykusuzluklar, yaşlılık çizgileri anlamına mı geliyor? Tabii ki değil! Nedenine gelince...

Cahit Sıtkı’nın “Otuz Beş Yaş Şiiri”ni yazdığı 1940’lı yıllarda (1946) gölge çizgisi, yani orta yaş virajına 35 civarında giriliyordu ve o dönemde daha 35’ine varmadan “gözler mor halkalarla çevrelenip saçlara aklar” düşebiliyordu. Durum zamanla değişti. Gölge çizgisi daha ileri yaşlara doğru kaydı.
Son yıllarda da 50’li, hatta 60’lı yaşlara kadar uzandı. Muhtemelen yeni bir 35 yaş şiiri yazılsa ilk cümlesi “yaş 50 yolun yarısı eder” olacaktır. Peki, ille de kötü bir şey mi şu orta yaş çizgisine girmek?
İlle de tatsız bir duygu mu o gölge çizgisine merhaba demek?
50 yaş ve sonrası sadece sağlık sorunları; yorgunluklar, uykusuzluklar, yaşlılık çizgileri anlamına mı geliyor? Tabii ki değil! Nedenine gelince...

50’den sonrası huzur çağıdır

Zannettiğinizin aksine gölge çizgisinden sonrası ille de eskisinden daha yorgun, mutsuz, keyifsiz, tatsız bir hayat yaşayacağınız anlamına gelmiyor. Bu dönemin de kendine has güzellikleri, hoşlukları var.
Her şeyden önce bu dönem “tecrübeli biri olmak, sevginin, hoşgörünün, umudun, huzurun ve daha pek çok şeyin ifade ettiği değerleri, derinliği daha iyi anlamak anlamına da geliyor. Hayatı daha bir iyi yorumlamak, daha bir sindire sindire, içine çeke çeke, hakkını vere vere ve daha bir özenerek yaşamak bu dönemde hem daha kolay, hem daha keyifli.

Yazının Devamını Oku

Glutatyon: Gerçek bir Sindirella öyküsü

22 Ağustos 2017
Glutatyon da nereden çıktı demeyin! O mühim, hem de çok mühim bir antioksidan. Yani güçlü, kuvvetli, etkili, mükemmel bir paslanma önleyici. Harika bir “serbest radikal” avcısı. Doğumdan-ölüme bizim “hastalık-sağlık” arasında gelgitler yapan bedenimizin hangi safta yer alacağının temel karar vericilerinden birisi. Peki, nedir yapısı? Ve nasıl başarıyor bu kadar mühim bir işi? Başka işlere de yarıyor mu? Buyurun...

VARAN 1

Kimdir o elektron hırsızları?
Serbest radikaller, “elektron açlığı” içinde kıvranan, hücrenin DNA’sından, içyapısından, zarından “elektron hırsızlığı” yapan, kötü, paslandıran, yaşlandıran, bozan moleküller. Her gün ve her an bedensel faaliyetlerimizin doğal “yan üretimi”, doğal “atık ürünü” olarak milyonlarcası üretiliyor. Bunlar dokundukları, yapıştıkları her yerin yapısını bozan, “is-pas” yapan, yaşlandıran, yıpratan, kronik hastalıklara zemin hazırlayıp yaşlılığın tadını tuzunu kaçıran son derece sinsi hırsızlar.

VARAN 2
Glutatyon ne yapıyor?
İşte glutatyon tam da bu noktada devreye giriyor. Bu hırsızlara “Elektrona mı ihtiyacın var kardeşim?” deyip “Gel bu işten vazgeç ben sana hazır kendi elektronumu vereyim” teklifini götürüyor. Yani bizi, hücrelerimizi, dolayısıyla doku, organ ve sistemlerimizi korumak için kendi elektronunu verip kendini feda ediyor. Ama bu arada o zararlı serbest radikalleri de bir bir avlıyor!

VARAN 3  

Yazının Devamını Oku

Müftüoğlu Ahmet Hakan'a sağlık karnesi yazdı: HUZUR NOKSANLIĞI SENDROMU

21 Ağustos 2017
Erken teşhis önemli.

Tamam ama sağlığımıza biraz daha fazla odaklanabilirsek hastalıkları bırakın erken dönemde teşhis edebilmeyi, onları daha tasarım aşamasındayken bile yakalamamız mümkün olabiliyor. Bunun için yapmamız gereken de son derece basit bir girişim ve değişim: Düzenli sağlık taramalarından geçmemiz, bu taramaları “sıradan çekap”ların üzerine çıkarıp “kişiye özel sağlık riski analizleri” haline getirebilmemiz lazım. Genetik mirasımız, biyolojik yapılanmamız, ruhsal organizasyonumuz ve geçmiş sağlık hikâyemizi dikkate alan sağlık taramaları ve bu taramalardan sonra oluşturulacak detaylı bir “sağlık karnesi” hepimiz için çok ama çok önemli. “Peki, güvenilir bir sağlık karnesi için sadece kan analizleri yaptırmak, radyolojik incelemelerden geçmek ve o incelemelerden elde edilen neticelerle yetinmek doğru mu?” Tabii ki değil! Nedenini merak ediyorsanız buyurun…

SAĞLIK KARNEMİZDE NELER OLMALI?

Karnemizde sadece kan şekerimizin, kolesterol ve trigliseridimizin, böbrek, karaciğer fonksiyonlarımızın, kalp, akciğer işlevlerimizin ne durumda olduğunu gösteren rakam ve yorumların bulunması yetmiyor. Sağlık karnesi dediğiniz de diğer karneler gibi tam ve eksiksiz olmalı. Sadece bedeniniz değil, ruh sağlığınızı, beden-ruh ilişkilerinizi de değerlendirmeye almalı. Yediğiniz, içtiğiniz, yaptığınız, düşündüğünüz, yaşadıklarınız, ruhsal örgütlenmeniz, sosyal ilişkileriniz ve daha pek çok şey de o karnede yorumlanmalı. Ancak böyle detaylı bir karne size sağlığınızı daha iyi yönetme fırsatı verebilir. “İYİ HAYAT” ancak böyle bir eksiksiz karne sayesinde kurgulanıp yönetilebilir. Bir sağlık karnesinin bildik rakamlar ve yorumlar dışında kalan, çoğu zaman da ihmal edilen diğer detaylarını gösteren örnek bir değerlendirmeyi sayfamızda bulacaksınız.

AHMET HAKAN’IN SAĞLIK KARNESİ

Geçtiğimiz hafta, köşesinde “Osman Müftüoğlu’nun sağlık tavsiyeleri ve benim durumum”da yazdıklarına bakılırsa anlaşılan o ki kimse bugüne kadar Ahmet Hakan’a ciddi bir sağlık karnesi vermemiş. Oysa elli yaş virajına giren ve gölge çizgisini geçen biri için bu büyük bir eksiklik. Onun izni, hoşgörüsü, sizin de sabrınıza sığınarak bugün o karneyi açıklamaya karar verdim. İşte Ahmet Hakan’ın “rakamların dışında kalan” sağlık karnesi.

BESLENMESİ KÖTÜ

Vahim değilse de bile kesinlikle sorunlu. Kahvaltıya şeker ve palmiye yağı kaynayan fındık ezmesi ile başlamak ise tam bir şanssızlık. Affedilmez bir hata. Ellisinden sonra ilk iş şekeri ve kötü yağları kısıtlamak olmalı. Tavsiyem “geleneksel” ve son derece sağlıklı “TÜRK KAHVALTISI”na geri dönmesi; “haşlanmış yumurtayı, menemeni, peyniri, zeytini, domatesi, biberi” tercih etmesi. Bu durumda öğlen ve akşam yemeklerini tartışmaya bile gerek yok, notu en fazla “ON üzerinden BEŞ”!

UYKUSU KALİTESİZ

Yazının Devamını Oku