Bilinçli farkındalık en az beslenme ve düzenli aktivite kadar mühim bir konu. Sağlığı koruyabilmek için de mükemmel bir iyi hayat yaklaşımı. Beyinsel beslenmenin de vazgeçilmezlerinden biri olan bu mühim kavram daha çok keyif, huzur, mutluluk ve sağlığa giden yolun önemli belirleyicilerinden de biri.
Kısacası farkındalık meselesi önemli mi önemli. Prof. Dr. Taner Damcı “BİR YOL VAR” kitabında bu konuyu detaylı olarak incelemiş. Kitabın bazı bölümlerini daha önce de size bu sayfada aktardım. Daha kolay bir yaklaşım için o kitaptan aldığım 8 özel tavsiyeyi yine size aktarmayı düşündüm. İşinize yarayacağından da eminim.
- Her şeyi yeni ve taze olarak görme ve algılamaya başlayın.
- Yargılamayın, tarafsız gözlem yeteneğinizi geliştirin.
- Olayları, insanları, onların düşünce ve duygularını olduğu gibi kabullenmeye bakın.
- Olduğunuz yerde daha uzun süre kalabilmeyi deneyin. Sürekli yer değiştirmekten vazgeçin.
- Daha alçakgönüllü, yumuşak tepkili ve dengeli biri olmayı hedefleyin.
- Kendinize güvenin. Olay ve gelişmeleri kendi perspektifinizden görme yeteneğinizi geliştirin.
İyi ki karaciğer var!
İşte tam da bu noktada “karaciğerimiz” devreye giriyor. Karaciğer mükemmel bir süzgeç. Harika bir “gümrük kontrol memuru”. Aman vermez bir “güvenlik görevlisi”. Sağlam bir karaciğer gıdaları “eleme ve arıtma” işini genelde aksatmadan yapıyor.
B12 neden nazlı bir vitamin?
Yiyecek içeceklerle alınan her “faydalı” bileşen maalesef bazen yeteri kadar emilemeyebiliyor. B12 vitamininin emiliminde bu sorunla çok sık karşılaşılıyor. Yapısındaki mineral (kobalt) nedeniyle B12’nin emilmeden evvel bir proteine bağlanması zorunlu. Ancak bir “protein” yapısı ile birleştikten sonra ince bağırsaklardan emilebilir hale geliyor.
Eğer midenizin ürettiği bu çok özel protein (intrinsic factor) yeterli değilse (midenizin bir parçası ameliyatla alınmış ise, mideniz atrofik gastrite yakalanmış ise, siz ilaçlarla midenizin yapısını bozduysanız) B12 emilimi aksamaya, B12 noksanlığı devreye girmeye başlıyor.
Kısacası sadece “Ne yedim?” veya “Ne kadar yedim?” sorularına yanıt aramayın, “Ne emdim?” sorusunun yanıtını da dikkate alın.
İYİ YAŞLANMA NASIL BAŞARILACAK
Yaşlanmayı yavaşlatmanın üç temel yolu var. Doğru ve dikkatli beslenmek. Düzenli fiziksel aktiviteler yapmak. Ruhsal beslenmenin de en az bedensel beslenme kadar mühim olduğunu unutmamak. “Peki, nasıl başarılacak bu zor görevler? Hangisine, ne zaman daha çok yoğunlaşılacak?” Kısacası “nasıl bir eylem planı hazırlanacak?” Bu soruların cevabı pek basit olmasa da size bir fikir verebilmek için basit, özet bir eylem planı hazırladım. Tabii ki bu planın da eksikleri var. Tabii ki bu planda da genetik mirasa, biyolojik potansiyele, yaşanılan çevrenin ve yaşamın koşullarına göre bazı değişiklikler yapılmalı.
Hayatımızın kalite ve süresini tek başına ne “beslenmemiz” (yiyip içtiklerimiz), ne de “yaptıklarımız” (fiziksel aktivitemiz) belirler. Bu ikili kadar mühim bir ayrıntı daha var: “Düşündüklerimiz!” Asıl karar vericiler bu üçlüden ibarettir. Peki bu üçlüden hangisi daha öncelikli ya da mühimdir? Bu sorunun yanıtını belirleyen farklı parametreler olsa da bana göre “YAŞ PARAMETRESİ” en kolay anlaşılanı, en akılda kalanıdır.
Gelin isterseniz önce şu özet eylem planına bir göz atıp detayları sonraya bırakalım. Buyurun…
İLK 20 YILDA NE YEDİĞİNİZ DAHA ÖNEMLİ
Yaşamın ilk 20 yılı daha çok “yapımla” yani “büyüme ve gelişme” ile ilgilidir. Büyürken en önemli ihtiyacımız ise “yapım süreçleri için” yeterli malzemenin teminidir. Bu dönemde de “yapılanlar”a yani fiziksel aktiviteye dikkat etmek, büyüme ve gelişmeyi fiziksel çabalarla yönlendirip desteklemek lazımdır ama “beslenme” kesinlikle daha önceliklidir. Bu dönemde “ruhsal örgütlenmenin” ve de “duygusal yapılanmanın” da ilk temelleri atılır. Bu nedenle ilk 20 yılda da “ruhsal gelişim”in ihmal edilmemesi gerekir.
İKİNCİ 20 YILDA BU DÖNEMDE DENGE LAZIM
Çörek otunda neler var?
Her çekirdek gibi çörek otu çekirdeklerinde de yeteri kadar vitamin ve mineral var. Bu minik siyah taneciklerde magnezyum, çinko, selenyum gibi nadir ama önemli mineralleri, B1, B2, B6 ve diğer vitaminleri ihtiva ediyor.
Ama çörek otunun sahip olduğu vitamin ve minerallerin diğer çekirdeklerden daha fazla olduğunu söylemek biraz zor. Bu lezzetli siyah taneciklerin esas gücü içindeki bileşiklerden özellikle de timokinonlardan geliyor.
Bunlar uçucu olmayan yağlar. Çok güçlü iltihap baskılayıcı etkilere sahipler. Zaten bu özellikleri nedeniyle de astım dahil alerjik hastalıklarda, sinüzit vb üst solunum yolu iltihaplarında çörek otundan yaygın olarak faydalanılıyor.
Bilindiği gibi çörek otu tanelerinin en yaygın kullanıldığı coğrafya bizim coğrafyamız. Yani Orta Asya, Anadolu ve Orta Doğu, Kafkas bölgeleri. Bu bölgelerde çörek otu ekmeklere, salatalara ve başka yiyeceklere eklendiği gibi soğuk sıkım yağından da istifade ediliyor. Ayrıca öğütülmüş, toz haline getirilmiş çörek otu bala, salatalara eklenerek de kullanılabiliyor.
Özeti şudur: Çörek otunu kapsül halinde yutmanın bir önemi yok. Doğru olanı, aktara gidip taze ve kaliteli çörek otu alıp tam ya da öğütülmüş halde kullanmak. Bir başka seçenek de güvenilir firmalar tarafından üretilmiş soğuk sıkım çörek otu yağlarından istifade etmek.
Tarım ilaçlarından en çok etkilenenler
Sebzeler
Kalp damar hastalıkları ülkemizin en önemli sağlık sorunlarından biri ve belki de en önemlisi. İstatistiklere bakılırsa bu hastalıklara yakalanma sıklığı söz konusu olduğunda rekor üstüne rekor tazeliyoruz.
Gençlerde ve kadınlarda kalp damar hastalıkları sıklığında ilk sıraları kolay kolay bırakmıyoruz.
Bunun pek çok nedeni var ama en önemlisinin “bilgisizlik ve ilgisizlik” olduğu kesin. Çoğu hastalık gibi bu hastalıkları önlemeyi de, yönetmeyi de bilmiyoruz.
Beslenmemiz kötü. Aktivitemiz yetersiz. Kilo en önemli problemimiz. Stres, depresyon önde gelen sorunlarımız. Sigara içme konusu ise çok ama çok önemli bir yanlışımız, ayıbımız.
Durum böyle olunca da genetik mirasımız ne kadar sağlam olursa olsun kalp damar hastalıklarına yakalanma olasılığı otomatikman artıyor. Bu nedenle de uzmanların “kalp sağlığı” konusunda söylediklerini dikkatle, hem de büyük bir dikkatle dinlememiz gerekiyor.
Geçen hafta işte bu uzmanlardan biri, ünlü bir kalp damar cerrahı hocamız televizyonda tavsiyelerde bulunuyordu.
Ne var ki hocanın anlattıklarını dinledikçe ruhum sıkılmaya, içim kararmaya, yüreğim bunalmaya, daha da kötüsü kafam karışmaya başladı.
Bellek=Veri tabanı değil!
Beynimizi bilgisayar, belleğimizi de veri tabanı zannetmek yaygın yanlışlardan biri. Oysa belleğimiz çok farklı, karmaşık ve mükemmel bir sistem. Çok da hassas bir yapı. O bugüne kadar öğrendiklerimizi, bugüne kadar başımızdan geçenleri depolayıp saklayan ve biz istediğimizde de “şak!” diye önümüze koyan bir veri tabanından çok daha ötesi. Üstelik ciddi ölçüde de duygusal. Aman dikkat!
Her anı eşit değil!
Her anıyı eşit zannetmemiz de bir başka mühim yanlışımız. Bütün anılarımız, yani belleğimize yüklediğimiz her kayıt aynı kıymette, aynı ton ve renkte değil. Bazıları anında unutulurken bazıları unutulmayacak kadar derinlere kazınıyor.
Unutmak kötü bir şey mi?
En mühim bellek yanılgılarımızdan biri de bu. Unutmak da bellemek ve unutmamak kadar mühim bir iş. Hatta bazı anılar söz konusu olduğunda “unutmak” iyi bir şey bile olabiliyor.
Dahası bir nimet, bir marifet haline bile geliyor. Kötü anılar mesela! Acılar! Büyük ve derin acıların kayıtlı olduğu tatsız anılar. 20-30 yıl hiç azalmadan aynı yoğunlukta, aynı tazelikte anımsanmaya devam etselerdi halimiz nice olurdu?
Yaşayabilmek için enerjiye ihtiyacımız var. Bedenimiz de zaten kendi enerjisini kendisi üretebilen mükemmel bir sistem. Bu sistemin ana unsurları ise mitokondriler.
Enerji üretim merkezlerimiz olan bu minik cihazlar, hücrelerimize konuşlanmış küçük fırıncıklar. Onlara enerji üretim fabrikaları da diyebiliriz.
Özellikle çok çalışan organ ve dokularımız, mesela kalbimiz, beynimiz ve iskelet kaslarımızda bol miktarda mitokondri var. Eğer yeteri kadar mitokondrimiz var ve onlar işlerini adam gibi yapabiliyorlarsa enerji üretiminde pek bir sorun çıkmıyor. Kalbimizin, beynimizin, böbreğimizin, ciğerimizin ya da iskelet kası sistemimizin ihtiyaç duyduğu enerji rahatça ve tıkır tıkır üretilebiliyor. Yeter ki biz kâfi miktarda doğru besin alabilelim ve bedenimize kâfi miktarda oksijeni kazandırabilelim. Ama bu işin de küçük bazı istisnaları var ve maalesef bu istisnalar giderek büyüyen bir problem olma yolunda.
Sorunumuz şu: Çoğumuz farkında olmadan mitokondrilerimizi zehirliyoruz. Daha da önemlisi onlara adeta işkence ediyoruz. Nedenine gelince, buyurun...
Mitokondri zararlıları hangileri
Kullandığımız ilaçların çoğu birer mitokondri zararlısı. Mesela kolesterol düşüren statinler, mikrop öldüren kinolonlar, ağrı kesen parasetamoller...
Ağır metallerin de tamamı birer mitokondri zehri. Cıva, arsenik, kurşun mitokondrilerin amansız düşmanları. İçtiğiniz ve soluduğunuz sigara dumanındaki toksinler, keyif almak için yudumladığınız alkoller, kirli şehir havasıyla ciğerlerinize dolan çevresel toksik kimyasallar da birer mitokondri zararlısı.
Eskisinden daha çok işlenmiş karbonhidrat (yani şeker ve un) ile trans yağ yüklü besin, daha fazla protein tüketiyoruz. Sağlıklı sebzeler, meyveleri ve bakliyatı ise pas geçiyoruz.
Kısacası yeni hayatın beslenme planında daha fazla asit yükü var. Bu öncelikle daha az potasyum, kalsiyum, magnezyum, daha fazla fosfor, kükürt kazanmamızla bağlantılı.
Ayrıca biz proteinli besinlere (ete, süte) yüklendikçe bu yük daha da ağırlaşıp yönetilemez noktalara varıyor.
Neticede de “gizli” ya da “subklinik asidoza” bağlı sorunlar başlıyor.
Böbrek taşlarıyla insülin direnci, metabolik sendrom ve şeker hastalığıyla kemik erimesi, hipertansiyon ya da kanserlerle daha sık karşılaşmamızın bir nedeni de bu gizli asit yükümüz olmalı.
Ama bu yükü “alkali diyetler” gibi popüler söylemlerle sulandırmak veya İngiliz tuzu gibi dandik çözümlerle çözmeye kalkışmak çok yanlış.
Sorunu doğru ve doğal beslenme prensiplerine yeniden geri dönerek çözmemiz lazım.