Fruktoz yükümüz arttı
Sorun fruktoz yani “meyve şekeri” ama asıl suçlu meyveler değil. Meyvelerden kokusunu, tadını, rengini çalıp boyalarla taklit ettiğimiz çakma meyve suları. “Meyve suyu” veya “soğuk çay” filan deyip güvenerek içtiğimiz fruktoz bombaları. Çünkü o fruktoz çakma bir fruktoz! Toksik bir “yapay” sanayi ürünü. O çakma fruktoz sadece meyve sularında, gazozlarda, kolalı içeceklerde, soğuk çaylarda yok, daha pek çok besin (!) fruktoz kaynıyor. Baklavalar, sütlaçlar, bisküvi ve gofretler, jel kıvamlı şekerlemelerin de çoğu yine o “çakma fruktoz” ile dolu. Toksik kilo hikâyesi toksik fruktoz ile sınırlı kalsa neyse. Devamı var...
Glüten çöplüğü olduk
Tıka basa glüten doluyuz. Glüten bizi boğuyor. Buna en çok da bağırsaklarımız, yani hazım cihazlarımız isyan ediyor. Glüten duyarlılığının geliştirdiği bağışıklık sapmasının neticeleri, iştah kontrol sistemimizi de metabolik ayarlarımızı da altüst ediyor.
Asit havuzuna düşmüş gibiyiz
O da ayrı bir tehdit. Hem de mühim bir tehdit. Nedeni mi? Yine aynı yanlış, yani beslenme hatalarımız. Sanki bir asit havuzunda yüzer gibiyiz. Üstelik bizi bundan koruyacak “korunaklar”dan yana da fakir bir noktadayız! Magnezyum, potasyum fakiri, sodyum, klor, sulfor zenginiyiz! Bu yeni yapılanma asidoz tehdidini daha da büyütüyor. Biz bitkisel besinlerden uzaklaşıp et-süt bağımlısı oldukça bu tehdit de artarak devam edecek.
Ağır metaller bizi zehirliyor
Mesela cıva! Mesela arsenik. Onlar değil mi enerji üretim merkezlerimizi, mitokondrilerimizi zehirleyip devre dışı bırakan? Mitokondrilerimizi adeta felç edip halsiz bırakan. Neticede enerji tüketimini sınırlayan, yağ depolanmasını hızlandıran...
Sadece doğayı kirletmekle kalsak neyse, içimizdeki doğal yaşama da gereken saygıyı göstermedik. “İçimizdeki doğa da neyin nesi hocam?” dediğinizi duyar gibiyim, açıklayayım: Sindirim sistemimizde, özellikle de bağırsaklarımızda yaşayan minik canlıların -yani mikropların- sayısal değerleri ağırlık olarak bir buçuk kilodan, tür olarak beş yüz çeşitten, rakamsal olarak da yüz trilyondan fazla. Tıpkı dışımızdaki doğada olduğu gibi içimizdeki doğada -ona kısaca “mikrobiyota” adı veriliyor- yaşayan bu minik canlıların da kendi aralarında müthiş bir organizasyonları var.
O DALI KESİYORUZ
Kimi terzi, kunduracı, bakkal, manav; kimi doktor, eczacı, diş hekimi, psikolog; kimi bankacılık, gazetecilik, kitapçılık, şoförlük yaparak hem kendi yaşamlarını sürdürüyor hem de bizim sağlığımıza hizmet ediyorlar. Kurdukları muazzam doğal denge ile bizi pek çok hastalıktan korumaları ise en önemli ayrıntı. O hastalıkların içinde kanserler, bağışıklık çökmeleri, otoimmun bozukluklar, alerjik problemler hatta Parkinson, depresyon, obezite gibi problemler var. Kısacası mikrobiyotamızı bozarak, bindiğimiz dalı kesiyoruz.
EKOLOJİMİZ BOZULDU
m Sindirim sistemimizdeki muazzam ekolojik yapılanma da son 50 yıla -tıpkı dünyamız gibi- hızlı değişim süreci ile girdi. Yeni hayatın getirdiği yanlışları (mesela yoğun antibiyotik kullanımı, gıdalardaki probiyotik gücün azalması, toksik içerikli gıdaların çoğalması) probiyotik güçte ciddi kayba yol açtı. Neticede global bir “probiyotik güç açlığı” başladı. Mevcut omega-3, D vitamini, B12 vitamini, kolajen, magnezyum, Q10 gibi mevcut global açlıklarımız yetmezmiş gibi devreye “probiyotik eksikliği sendromu” olarak tanımlayabileceğimiz yeni bir problem daha girdi. Bu son problem, sadece bağırsak içi biyolojik dengeyi bozmadı. Sağlığımızın da altını üstüne getirdi. Kısaca “disbiyozis” olarak tanımladığımız bu bozuşmanın sonuçları çok vahim.
DİSBİYOZİSİN 10 İŞARETİ
- Probiyotik bakteriler bağırsaklardaki “faydalı mikroplar”. Bunlar kötü mikroplarla ciddi bir savaş içindeler. Sayılarının artması lehimize, azalması ise aleyhimize bir gelişme. Probiyotik gücün azalması ile bağlantılı sorunların ilk 10’unda şunlar var:
TEST 1
Denge testi
Bu test, denge kabiliyetinizi esas alarak biyolojik yaşınızı tahmin etmeye çalışır. Sağ ayağınızı 45 derece eğik tutarak, sol ayağınızın üzerinde durun, ellerinizi kalçalarınızın üzerine koyup gözlerinizi kapatın. Uygulamada dengenizi kaybedip sağ ayağınızı yere koymadan ayakta ne kadar kalabileceğinizi ölçmeniz yeterli. Eğer;
70 saniyeden fazla tutabiliyorsanız 20’li yaşlarda,
60-69 saniyelerdeyseniz 30’lu,
50- 59 saniyelerdeyseniz 40’lı,
40- 49 saniye aralığındaysanız 50’li,
30-39 saniye aralığındaysanız 60’lı,
Eğer bedeninizdeki toksik yük seviyesini merak ediyorsanız, size basit ve ucuz bir laboratuvar testi önereceğim.
Kısa adı GGT, açık yazılımı Gamma Glutamil Transferaz olan bu test, aslında çok sık başvurulan ve her yerde yapılabilen bir karaciğer enzim tayini.
Ne var ki bu ucuz ve basit test zannedilenin aksine sıradan bir karaciğer fonksiyon testi değil. Kanda GGT düzeylerinin artması karaciğerde giderek artan bir mitokondri bozuşmasının da işareti.
Nedeni şu:
GGT, “glutatyon” üretimi için hammadde sağlayıcısı. Glutatyonun temel hammaddesi sisteinin üretim aşamalarında kullanılması için GGT şart!
Eğer kan analizlerinde GGT seviyesi yüksekse bu bilgi aynı zamanda karaciğerin glutatyon rezervlerinin azaldığının, bu rezervleri artırmak için de zavallı organın çaresizlik içinde kaldığının işaretidir.
Özellikle alkol kullanan birinde GGT artışı karaciğerde “acil durumun ilanı” gibidir.
Glutatyon, bedenin kendi doğal antioksidanı... Antioksidan orkestrasının patronu veya ustası. Glutatyon takviyesinin cildin kalitesini de desteklediği, yaşlılığa bağlı cilt sorunlarını hafiflettiği biliniyor. Bu nedenle glutatyonlu kremler, damar ya da kas içine uygulanan glutatyon takviyeleri özellikle Uzak Doğu’da kadınların ilk tercih ettikleri anti-aging ürünler arasında yer alıyor.
Yeni çalışmalarda, düzenli kullanılan glutatyon takviyesinin cildi koyulaştıran melanin pigmentinin yapısını daha açık renge dönüştürdüğünü, bu pigmentin üretimini sağlayan tirozinaz enzimini bloke ederek cilt lekelerini hafiflettiğini gösteriyor.
Kısacası, glutatyon tedavisi geleceğin cilt yıldızlarından biri olacak gibi görünüyor.
DiYABETi ÖNLEMENiN iKi TEMEL ANAHTARI
Birincisi olabildiğince çok hareket etmek ve yürümek şart. Yani vücudu enerji harcayan bir makine olarak kullanmaya her yaş ve koşulda devam etmek gerekiyor. Böylece vücuda şeker ve yağ biriktirme fırsatı vermemiş oluyoruz.
İkincisi ise beslenmeye dikkat etmek... Kilo almamak, şekerden, undan, nişastadan uzak durmak, saf ve rafine karbonhidratlardan zengin besinlere veda etmek önemli.
KIRMIZI PANCARA YER AÇIN
Anlaşılan o ki kırmızı kök pancar da “süper besin”lerden biri olmaya aday... Sadece lezzeti değil, sağlığı destekleyen antioksidan gücü nedeniyle de önemli bir şifa kaynağı.
VARAN 1
Güneş ve sigara: Dikkatsiz güneşlenmek, güneşlenmeyi abartmak, cildi güneşle kontrolsüz buluşturmak cildinize yapabileceğiniz en büyük fenalıktır. Güneşin de azı karar çoğu zarardır. Sigaraya gelince: Sözü uzatmaya gerek yok. Sigara cildin en büyük düşmanıdır.
VARAN 2
Şeker: Şekerin cilde yaptıklarına bakarsanız, onu “düşman” değil “cani” olarak nitelemeniz bile mümkün! Ne kadar çok şeker yerseniz cildinizi o kadar hızlı yaşlandırırsınız. Hele bir de çok fazla tüketirseniz cildinizi çöplüğe çevirirsiniz.
Hızla ve bol miktarda şeker tükettiğinizde yükselen kan şekeriniz cildinizin adeta “reçel” kıvamına gelmesine neden olur. Ayrıca cildin ana destek yapısını oluşturan proteinlerin şekerlenmesine tıbbi deyimle glikasyonuna neden olup kolajen ve elastenin yapışkan ve karamelize bir maddeye dönüşmesine yol açar.
VARAN 3
Un ve nişasta: Ekmeğin ve diğer fırın ürünlerinin, evde yaptığınız her türlü un içerikli atıştırmalıklar, açma, poğaça ve böreklerin, kurabiye, pasta ve keklerin, yemeklerinize eklediğiniz mısır nişastası ve benzeri kabartma ürünlerinin, mısır, mısır gevreği, hamur tatlıları ve benzeri ürünlerin, patates, puding, cips, bisküvi, grissini, kraker ve benzerlerinin cildinizi yaşlandıran, en zararlı besinler olduğunu aklınızdan asla çıkarmayın.
Sodyum potasyum oranına dikkat
Köylerde yaşamını doğa ile savaşarak zorunlu bir hareketlilik içinde sürdüren yaşlılarda Alzheimer’a daha az rastlanması ise bunun en basit kanıtlarından biri. Bilim insanları bu bilgiyi araştırmalarla da kanıtladılar. Egzersizin marifeti ‘irisin’de gizli. Egzersiz esnasında kaslarda üretilip bedene pompalanan irisin isimli bir protein başlangıç vuruşunu yapan molekül gibi görünüyor. İrisin yeni keşfedilmiş bir madde de değil. Varlığı ve faydaları uzun süredir zaten biliniyor. Mesela beyaz yağ dokusu hücrelerini kahverengi yağ dokusu hücrelerine çevirerek zayıflamamıza yardımcı olabiliyor. Özeti şu: Eğer düzenli egzersizle bedeninizdeki irisin miktarını artırabilirseniz, Alzheimer’a yol açan beta amiloid plaklarını üreten genlerin aktivitesini baskılayabilirsiniz. Ayrıca irisin sayesinde nöronlardaki (beyin hücreleri) dendrit (hücrelerin haberleşme uçları) kaybını azaltmak da mümkün. Netice şu: Bizim “Ayakta kal hayatta kal” mottosu belleği de koruyor.
BU 4 TEST ÇOK ÖNEMLİ
BİZ doktorlar tarafından bile öyle çok sık kullanılmayan ama yaşam süre ve kalitesini etkileyebilen sorunlar hakkında aydınlatabilen bazı testler var. Neler mi? İşte ilk 4 örnek...
1) HOMOSİSTEİN: Metilasyon süreçlerinin iyi işlemediğinin işareti olan bu maddenin kan analizinde 10’dan yüksek olması bellek ve kalp için risktir.
2) İNSÜLİN: Açlık insülinin 5’den, hele hele 8’den fazla olması tehlikelidir. İnsülini 5’den az olanların uzun yaşam şansı daha yüksektir.
3) HEMOGLOBİN A1-C: Geçmiş 3 aylık kan şekeri artmalarını gösteren bu testin 5.5’den az olması ideal 6’dan fazla olması riskli, tehlikelidir.
4) Hs-CRP:
Zihnimizden geçme anında bile bizi dinlendiriyor. Ruha dinginlik, tavrımıza neşe, keyif ekliyor.
Batılı uzmanların üzerinde önemle durdukları “mindfullness” şifresi de bence “huzur”da gizli.
Ne var ki her güzel şey gibi onu elde etmek, yaşamak, hissedip keyfini çıkarmak da emek ve sabır istiyor.
Dr. Toksöz Karasu Hoca da benimle aynı fikirde. O da huzuru iyi hayatın vazgeçilmezi olarak görüyor ve bakın “Huzurlu Yaşama Sanatı” kitabında bize ne tavsiye ediyor:
Huzurun kolay ve kestirme bir yolu yoktur, yalnızca ona doğru giden yavaş ve çetin bir yol vardır. Bu yolun bir sonu ve varış çizgisi de yoktur, yalnızca başlama noktası vardır.
Keyifli huzuru ararken başlayabileceğiniz tek bir nokta yoktur. Şu anda bulunduğunuz nokta, başlamak için en ideal yerdir.