Paylaş
Geçen Cumartesi (31 Ocak), jüriye katılan hanımfendinin ünlendirdiği deyimle, “fevkaledenin fevkinde” bir “tarz” vuku buluyor, Bu Tarz Benim’in Show TV’deki versiyonunda televizyon tarihimizde muhteşem bir gece daha belleklere kazınıyordu. TV8’dekilerin üzülmelerine pek gerek yok tabii ki, aşağı yukarı aynı reytingi aldılar, kızların sürekli birbirleriyle dalaştığı “orijinal” versiyondan pek de uzaklaşmadan. Ama Show’da işler bambaşkaydı, jüriye eklenen iki isim programı, deyim yerindeyse “uçurmuş” ve sonuna kadar da öylece havada asılı vaziyette kalabilmişti. Oldukça ilginç karakterlerden kurulu (varoluşu bir alâmetifarika olan İpekçi, Sertaç Ortaç’ın Türkçeyi sular seller gibi hızla öğrenen manken eşi ve bir de bir gazeteci) olan Show jürisine eklenen üyelerle (Bülent Hanım ve Kibariye) yeni bir seviyeye yükseliyor, daha önceki bir yazımda (Hürriyet Web, 2 Aralık 2014) “trans şov” olarak isimlendirmeye çalıştığım, “ne mutlu ki” (ya da, “ne yazık ki”) bizim şartlarımıza “uyarlanmış” bu melez formatın en kristalleşmiş hâlinde ekranda yeniden tarif buluyordu. Tarihî bir geceye şahit olduğumuzu farkında mıydık acaba? Belki de dünyaya yepyeni bir format ihraç etmek üzereydik. Şov, neredeyse tüm ruhen benzeri olduğu diğer şovların (sembolik manada sıralarsak, “Amerikan Güreşi”, bir tür moda ve estetik şovu ve ilaveten, Amerika’da yaygın olan bir dizi “freak-show”) birarada toplandığı, “orijinal” hâlini de aşan, trans üstü trans bir seviyeye yükselmişti!
Şimdi ekrana dönelim ve şovun zirve anına yeniden tanıklık edelim. Şovun sonuna doğru Kibariye, tabii ki sadece estetik konularında hüküm veren bir jüri üyesi olarak değil, aynı zamanda çok iyi bir şarkıcı, mahallemizin ablası, evimizin şarkıcısı ve kusursuz bir kulağa sahip eşsiz bir müzisyen olarak sahneye çıktı. Birazdan Kibariye’nin roman havası okuduğu ana tekrar döneceğim ama, önce bir parantez açalım, vaziyeti anlamak için küçük bir analiz yapalım. Öncelikle, durmak bilmez bir “geçişkenlik hâli” anlamında “trans-şov”nosyonunu kullandığımı söylemem lazım. Kibariye’nin, yukarda sadece bir kısmına işaret edebildiğim (siz de kolayca bir çok ek yapabilirsiniz) kendilik hâllerini örnek olsun diye sıraladım. Trans şovların izleyenleri ekrana kitlemesinin nedeni bu zaten, içinde yer alanları “çoğullaştırıyor”, binbir çehresi olan ekran ikonalarına dönüştürüyor. Kendinin ötesine geçebilen ya da aşan, bir anda başka kimliklere bürünebilen, hatta dönüştüğü ekran karakterini daha da çok benimseyebilen hâli trans şovların kahramanlarını sonunda kocaman bir “mıknatısa”, onlara bakanları ekrandan kopamaz hâle getiriyor. Örneğin, bu dili bilsin bilmesin, bu kültüre vakıf olsun olmasın, dünyanın neresinden gelirse gelsin, Bu Tarz Benim jürisinin o geceki üyelerini bir kez bakan bir izleyici (ecnebi, yerli fark etmez) en azından bir 5 dakika gözünü ekrandan alamaz, kitlenir kalır. Aslında, TV8 versiyonunda da pek fark yok jüri açısından, orada sadece sayı ve derinlik o kadar fazla değil. Örneğin, şovun ona taktığı ismiyle Nurella sahiden sadece ekranda görünen hanımefendi midir, yoksa reklamlardaki mi ya da daha önceden duyduğumuz bildiğimiz bir modacı/tasarımcı mı? Cevap: tabii ki hepsi ve de fazlası!
“Fazlası” nedir, tabii ki ekranda oluşan, içindeki kahramanlarla şekillenen bir “temaşa!” Roland Barthes, neredeyse bir 60 yıl önce, “Amerikan Güreşi”ni analiz ederken, normal bir spor olarak bildiğimiz güreş müsabakalarına benzer de görünse, aslında hiçbir alakâsı olmadığını, kimsenin kazanan ya da kaybedenle ilgilenmediğini, o ringi çevreleyen salonda yaşananların bir törene bakma, daha sonra bir parçası olma ve sonunda bir temaşa yaşama olduğununun altını çizer. Çünkü, iki “tuhaf” karakterin (onlar oraya lisanslı bir sporcudan çok bir “kahraman” ya da “anti-kahraman” olarak çıkarlar) güreşini tribünden izleyenler oynanan “oyunun” tabii ki farkındadır, kemiklerin kırılmadığını, kimsenin sakat kalmadığını, olayın tamamen kurmaca olduğunu bal gibi bilirler. Ama, buna rağmen, deliler gibi bir “kahramanı” destekleyebilir ya da doya doya küfredebilirler. Bu da yetmez, işin “trans” kısmı başlar, tribündekiler de dahil, herkes bir başka karaktere dönüşebilir. Hakemler dayak atabilir ya da yiyebilir, tribündekiler ringe dalabilir, “oyuna” duhul olabilir. Kezâ, güreşçilerin her türlü faulu yapması mübahtır, sıkça birbirlerini ringten dışarı fırlatılırlar, o esnada, dışarda oturanlara kızıp onlara vurabilir ya da dayağı ring dışında yiyebilirler. Ve neticede, hele bir de, “güreşçiler” yeterince çılgınsa, tribündekiler olaya “delice” katılmışsa o salonda müthiş bir temaşa yaşanır, herkes onun bir parçası hâline gelir. Trans şovların Amerikan Güreşi ve benzerlerinden farkı, ekran başındakilere evlerinde, sıcak yuvalarında, oturma odalarında daha güvenli, korunaklı bir başka ritüel yaşatması. Ne mutlu ki evdeyim, ne mutlu ki, bu temaşayı seyredebiliyorum ve yine, ne mutlu ki bu insanlar evime asla gelemiyor, orada, ekranda kitli kalabiliyor. Sadece ringte/stüdyoda “trans” olunmuyor ki, esas “eğlence” evlerde, en olmadık “küfürler” kanapelerde, koltuklarda, en “uçuk” yorumlar masa başında, çorbayı yudumlar, çayı içerken. Bir önceki yazımda da altını çizmiştim. Trans şovların, evlerde tuhaf bir haletiruhiyeyle izlenmesinin sırrı tam da bu. Ekrandakilerle bir türlü temas ediyorsunuz belki ama, onları evinizden içeri almıyor, ekranda kalmaya mahkûm ediyorsunuz. Hatta, ahlakçılık bile yapabilir, bir yandan onları izlemeye devam eder, onları tecessüsle seyreden eşinize, evladınıza, aman bunlara benzemeyin diye çıkışabilirsiniz! Ne gam, yeter ki temaşa devam etsin.
Gelelim şovun zirve noktasına. Şovun tüm kahramanlarının hiç de zorluk çekmeden 9/8 ritmle oynadığı o muhteşem temaşaya. Kibariye’nin şarkıya başlamasına takiben jürinin mümtaz üyelerinin katılımıyla gönenen, eski balerin sunucunun da işe el atmasıyla zenginleşen bu seremoniyi, jürinin “fevkaledenin fevkinde” üyesi oturduğu yerden izliyor, bir orkestra şefi edasıyla kafasını sallayarak yönetmekten de imtina etmiyordu. Tarzdı hakikaten çok tarz.
Paylaş