Paylaş
Bu yaz özellikle dikkat çeken, tutarsa bir çok benzerini diğer anaakım kanallarda da göreceğimizi tahmin ettiğim tür, “sırlı-anlatılar” olarak tarif edilebilir. Yurtdışında ciddî miktarda seveni olan ve kısaca “mystery” denen bu türe şimdilik “sırlı-anlatılar” (“gizemli” de olabilir) diyebiliriz. Biraz da bilimkurguyla karışık olan bir versiyonunu “alacakaranlık kuşağı”ndan kolayca hatırlayacağınız bu türün çok daha iyi bildiğimiz akraba-türü polisiyeler ve o cenahtan iyi biliyoruz ki bizde pek çalışmıyor polisiyeler. Tabii ki, yıllarca süren bir Arka Sokaklar gerçeği var ama, o da olabilecek en az çetrefil hikayeler ve “mutlu sonlar” gibi hediyelerle yakalıyordu izleyicisini. Bu arada, STV’de gösterilen (Sırlar Dünyası gibi), hikayelerini menkıbelerden devşiren, din ve ahlak dersleriyle mücehhez, içinde “ak sakallı” dedelerin, fakir evlerinde birdenbire dolan tencereler gibi küçük “mucizelerin” olduğu dizileri de aynı kategoride düşünebiliriz. Yine de, özellikle yeni profilin de “beğenilerini” ve “tercihlerini” düşününce, karmaşık hikayeleri olan, ancak iyice odaklanarak olay örgüsünün takip edilebildiği, anlaşılması zor karakterleri olan dizilerin Türkiye ekranında çok da şansı olduğunu iddia edemeyiz.
Yine de, iki anaakım kanal bu türde bir deneme yapmaya karar vermişler belli ki. Biri “özgün” (Kanal D’deki Güneşin Kızları), diğeri “uyarlama” (Star’daki Tatlı Küçük Yalancılar) olan bu dizilerin akıbetini gerçekten merak ediyorum. Uyarlamasını bir kenara bırakıp, reytinglerde daha ümit veren “yerlisine” (Güneşin Kızları) daha yakından bakabiliriz bu minvalde. Yine Kanal D’de yayınlanan ve yine, bir yaz sezonunda başlayan, üstelik başrollerinden birini Emre Kınay’ın oynadığı Güneşi Beklerken ile isim benzerliği var Güneşin Kızları’nın. Ana hikayesindeki sırların kapsamı bağlamında ciddî farklılıklar gösterse de, hem genç karakterlerin, hem de büyüklerin paralel anlatısını öne çıkararak Güneşi Beklerken’in kullandığı formülden pek de uzaklaşmıyor. Ama bu sefer, Emre Kınay tarafından canlandırılan ve yaş olarak büyük olan erkek kahramanının etrafında şekillenmeye başlıyor hemen her şey. Sırlarla dolu ve oldukça tekinsiz biri olarak ekrana geliyor bu kahraman. Tam olarak anlamıyoruz ama, belli ki kolayca hiddetlenebilen, fiziksel şiddet uygulamaktan geri durmayan, geçmişinden pişmanlık duysa da tam olarak kurtulamayan, sürekli olarak kibar bir dille konuşmasına, yeni evlendiği karısı Güneş’e her daim mültefit olmasına rağmen, kendini kontrol edemeyen, patlamaya hazır bir yanardağ izlenimi veriyor Haluk.
Evlendiği kadın Güneş ise, dizinin en masum kahramanlarının başında geliyor. İzmir’de yıllardır tek başına üç kızıyla yaşayıp giden bir edebiyat öğretmeni. Sürekli olarak didişen 17 yaşında ikiz kızları ve onlardan iki yaş daha küçük bir diğer kızıyla birbirlerine sarılarak tutunan bu küçük ailenin düzeni, İstanbul’lu ve zengin bir işadamı olan Haluk’un ortaya çıkması ve Güneş’e âşık olmasıyla altüst olur. Romantik bir karaktere sahip olan, üstelik yıllardır yapayalnız yaşayan bu genç kadın Haluk’un ilgisi karşısında sessiz kalamayacak ve bir süre sonra Haluk’a âşık olacak, ikizlerden Nazlı’nın şiddetli muhalefetine rağmen İzmir’den apar topar İstanbul’a, Haluk’ların konağına taşınacaktır. Neredeyse kimsenin “normal” olarak nitelendirilemeyeceği, sırlarla dolu, tuhaf karakterlerle doludur Haluk’un yakın ailesi (oğlu, ablası, yeğeni, eski karısı) ve çevresi.
Sırlar asla tam anlamıyla ortaya çıkmasa da, üç tür karşıtlık hâli sürekli olarak izleyici için görünür kılınır. Bunlardan ilki, izleyicinin pek sevdiği, çok iyi bildiği, zengin-fakir karşıtlığı etrafında kurulur. Haluk’un debdebeli hayatı ve ailesiyle karşılaştırınca fakir oldukları aşikâr olan Güneş ve kızları, boğaz manzaralı zengin köşküne gururlarından başka bir şeyleri olmadan gelirler. Üstelik, toplumsal cinsiyetleri de dezavantajlıdır. Hepsi kadındır, anne hariç, çocuklar reşit bile değildir! İkinci karşıtlık, “sırlar” ile “şeffaflık” arasında yarışmaya başlar. Güneş ve kızlarının konuşamadıları hiç bir sır yoktur; düşünceleri ile davranışları uyumlu, hayata ve olaylara bakışları naif, varoluşları tamamıyla şeffaftır. Hâlbuki, Haluk ve etrafındakilerin düşünce ve davranışlarını tam olarak anlamanın imkânı yoktur, en azından izleyiciler için. Üçüncü karşıtlık alanı ise bizzat “sevgi” sözcüğünün tarifine, işlevine dairdir. Güneş ve kızları için sevgi, içlerinde olumlu hisler uyandıran, onları dünyaya daha sıkı bağlayan, pozitif bir güçken; karşısındakiler için bir travmalar silsilesi, bir türlü kopamadıkları geçmişlerini hatırlatan negatif bir histen öte değildir. İyilik ile kötülük, “sevmeye çalışmak” ile “eza çektirmek” karşı karşıya konumlandırılmıştır. Ve “kötülük”, olgunlaşmakta olan zehirli bir meyve gibi, her an ortaya çıkabilecek, galebe gelebilecek bir raddedir. Üstelik, sadece bunlar değil, anlatının tam merkezinde, aile hayatının tam ortasında yavaşça belirmekte olan bir diğer tematik vurgu, “aileiçi şiddet” bir çok ipucuyla çoktan kendini hissettirmektedir. Nasıl mı? Sinirlenince kemerini çıkaran bir baba, sırtı yara izleriyle dolu bir oğul, suratı darbe izleriyle örselenmiş bir eski eş gibi. Buna ilaveten, şiddetin bir başka tezahürü olarak ortadan kaybolmak zorunda kalan bir genç kız, onu öldürdüğünü düşünen bir genç ve neyin nasıl olduğunu bilen ama anlatmayan aile büyükleri dizinin sırlarını iyice koyulaşır.
Sırların eşliğinde bir melodrama doğru evrilen bu dizinin en büyük handikapı şüphesiz yeni izleyici profili, yeni örneklem. Aslında, çok zor, anlaşılması imkânsız bir anlatısı yok Güneşin Kızları’nın, sırlarını yavaş bir gelişim çizgisinde tek tek anlatarak ilerliyor. Esas sorun anlatının vurgusunda, yani “aileiçi şiddet” sorunsalında. Ne yazık ki, asla azalmayan, genellikle üstü kapatılan, görmezden gelinen sorunlarının başında geliyor bu şiddet türü. Hemen her ailede (okullarda da tam anlamıyla kalktığını da iddia etmek çok zor) hafif ya da ağır bir tecrübeyle yaşanan, maruz kalanlar için bir “travma” olmasına rağmen “normal” gibi algılanan, ciddî bir sosyopati, toplumsal bir sapkınlık hâli, berbat bir başbelası.
Bu dizini esas handikapı, eğer neticede hikayesini “aileiçi” bir şiddet sarmalına bağlayacaksa, bu tür şiddetin bizatihî kendisi olacaktır. Belki de niyet çok iyidir, bu soruna, bu kanayan yaraya, bir toplumsal sorumluluk projesi gibi dikkat çekilmesi istenmektedir. Buna tabii ki saygı duyarım ama bir de bir başka acı hakikat var. Yasalar değişse de neticeleri asla hasıl olmayan, şehir ortamında, apartmanlarda, hatta sokak ortasında bile sık sık gözlenebilen, aileiçi şiddeti bir “mahremiyet” meselesi gibi görmeye meyyal bir toplumdan söz ediyoruz. Üstelik, izleyici profilimiz sosyolojik ortalamadan hiç de farklı değil. Bu insanların, içlerindeki şiddet eğilimini, birbirlerine çektirdikleri eziyetleri, yaralarını, travmalarını görmekten hoşlanacaklarını mı sanıyorsunuz? Zaplar, akıllarınca görmemeye ya da unutmaya çalışırlar, olur biter. Bu konuda yanılmayı çok isterim!
Paylaş