Gerçi Cumhurbaşkanı daha önceki konuşmalarının pek çoğu gibi bu sonuncusunda da bazı konulara “Ne şiş yansın ne kebap” düşüncesiyle yaklaşmış. O kadar ki kendisinin geride kalan mart ayında verdiği “Yakında güzel şeyler olacak” mealindeki müjdesinin bugün ne halde olduğuna bile değinmekten kaçınmış. Onun yerine 14 sayfalık konuşmanın üçte birinden fazlasını “farklılıkların uyumu ve bundan doğan zenginlik” edebiyatına ayırmış.
Ama hakkını yemeyelim. Muhatabını belli etmese de yer yer bayağı açık mesajlar vermiş.
Örneğin Gül, demokrasiye içtenlikle bağlı bir devlet adamının ağzından çıkacak laflar söylemiş. Demokrasinin bir “açıklık, hesap sorulabilirlik, uzlaşı, katılım” rejimi olduğuna ilişkin doğru ve açık görüşler dile getirmiş. Özellikle “hukuk devleti” kavramıyla “demokrasi” arasındaki sıkı bağın önemini vurgulamış. Yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı kavramı üzerinde durmuş.
Bunlar “demokrasinin alfabesi” sayılması gereken kavramlar. O nedenle Cumhurbaşkanı’nın hâlâ bu kavramların önemini vurgulamak gereğini duyması, “demokratlığımızın” hangi noktada olduğunun da itirafı anlamına geliyor.
Ama açıkça belirtelim:
Demokrasi konusundaki sözlerin muhatabı kanımızca ne TBMM üyeleri ne de toplumun diğer kesimleridir. Bu sözler, örneğin:
“Hükümetlerin yönetim yetkisi sınırsız değildir. Hükümetler, hukukun üstünlüğüne bağlı olarak hareket ederler.”
“Türkiye’de bugün tartışılan sorunların büyük bir bölümü, demokrasinin yetersiz uygulanmasından kaynaklanmış sorunlardır.”
Görevi Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiserliğiymiş. Arkadaşımız Zeynel Lüle’nin dünkü Hürriyet’te yayımlanan haberine göre, verdiği
bir raporda “Türkiye’de azınlıklara karşı ayırımcılık yapılıyor” demiş. Keza “Ne mutlu Türk’üm diyene” sözünü de ayrımcı bulmuş.
Önce belirtelim... Her rapor gibi kuşkusuz Bay Hammarberg’in raporunda da bazı “doğru saptanmış gerçeklerin” bulunması tabiidir. Örneğin Türkiye’deki gayrimüslim (çoğunca da Rum ve Ermeni) azınlıklara ait taşınmaz malların bu azınlık vakıflarına veya gerçek sahiplerine iadesi konusundaki istekler bizce çok yerindedir. Bunları iade etme konusunda Türk devletinin ayak sürümesi, engel çıkarması ve hatta bir kısmının üstüne yatmaya kalkması ayıptır. Kendisine “hukuk devleti” niteliğini yakıştıran hiçbir devlet böyle bir “haksız mal iktisabını” hiçbir medeni ortamda savunamaz.
Bir örnek daha verelim:
Bay Hammarberg’in dediği gibi ilkokula başlayan her çocuğa her törende ve her fırsatta, “Türk’üm! Doğruyum! Çalışkanım!”la başlayan andı tekrar ettirmek bize de bugünün gerçekleri içinde gereksiz görünüyor. Oradaki “Türk’üm”ü birileri kendi kimlik bilincine ters buluyorsa ona da saygı göstermek lazım.
Ama “Ne mutlu Türküm diyene!” sözü Bay Hammarberg’e ve onun gibi itiraz edenlere neden batar, anlayamıyoruz. Öyle ya “Türk’üm” demekten mutluluk duymuyorsan demezsin. Kendini “ne” hissetmekten mutlu oluyorsan sen de onu söylersin, olur biter. Şunu da unutmaman gerekir:
Sen “Türk’üm” demedin diye “mutsuz” olacak kimse çıkmaz.
Ama sen o sözdeki “Türk” kavramının hiçbir “etnik” içerik taşımadığını göremiyorsan, o sözü hastalıklı bir beyin yapısıyla rahatsız edici bulursan çare o sözle kavga etmekte değil muhakeme ve değerlendirme sistemini tedavi ettirmektir.
Oysa normal seçim tarihi 22 Temmuz 2012’dir. Çünkü halihazır milletvekilleri 22 Temmuz 2007 günü, yani yukarıda sözünü ettiğimiz Anayasa değişikliği yapılmadan önce, 4 değil 5 sene için seçilmişlerdir.
Bunu baştan belirtelim de Hükümet adına önceki akşam açıklama yapan ve 28 Ağustos 2007 günü TBMM tarafından 11’inci Cumhurbaşkanı seçilen Abdullah Gül’ün görev süresinin 7 değil 5 sene olacağını ilan eden Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı Cemil Çiçek’in nerede yanlış yaptığını anlatma olanağını bulalım.
Biliyorsunuz bu konu daha önce de tartışıldı. Biz tanınmış Anayasa hukuku hocası Prof. Dr. Erdoğan Teziç’e o zaman da sorduk ve görüşünü bu sütunda aktardık.
Teziç’le dün de konuştuk. Çok açık olarak -özetle- şunları söyledi:
“Seçimle gelinen görevlerde o sırada uygulanan hükümler etkinliğini korur. Çünkü seçimle örneğin 7 yıllık bir süre için göreve gelen Cumhurbaşkanını yeni kurala tabi tutunca onu oraya getiren iradeyi yok saydığınız gibi sistemi de altı kaval üstü şeşhane dedikleri bir hale dönüştürürsünüz. Dahası, süre kısaltma yoluyla o kişiyi görevden azletmiş olursunuz. Bu yolun hukuka aykırılığı bilindiği için anımsanacaktır 7 yıllık bir dönem için seçilen bir önceki Fransız Cumhurbaşkanı Jacques Chirac henüz görevde iken, Cumhurbaşkanlığı görev süresi orada da 5 yıla indirildi. Ancak Chirac 7 yılını tamamladı. Şimdiki Cumhurbaşkanı Sarkozy ondan sonra ve 5 yıl için seçildi.”
Teziç aynı mantıkla, “Milletvekillerinin görev süresi de 22 Temmuz 2007 tarihli seçimle gelenler için 2012’ye kadardır” görüşünü savunuyor.
Elbet bu görüşün aksini savunanlar da var. Ama Teziç’in görüşü esas alınınca görülüyor ki Abdullah Gül’ün görev süresinin 28 Ağustos 2014’te bitmesi gerekiyor.
Peki o tarihten sonra yapılacak bir seçimde Abdullah Gül tekrar Cumhurbaşkanlığına aday olabilir mi?
Konu yeni değil. Geride kalan mayıs ayında, DTP’li 5 milletvekili yani Selahattin Demirtaş, Emine Ayna, Aysel Tuğluk, Fatma Kurtulan ve Sebahat Tuncel seçim öncesindeki konuşmalarında “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı” amaçlayan laflar ettikleri iddiasıyla yargı tarafından ifade vermeye davet edilince, bayağı bir kriz çıkmıştı. Çünkü bu milletvekilleri yargı huzuruna gitmeyi, “Biz hırsızlık suçlamasından daha kötü bir şey mi yaptık?” gerekçesiyle reddetmişlerdi.
Oysa Anayasa’nın 14’ncü maddesine atıfta bulunan 83’üncü madde gayet açık bir şekilde, “Seçimden önce veya sonra bir suç işlediği ileri sürülen bir milletvekili, Meclisin kararı olmadıkça tutulamaz, sorguya çekilemez, tutuklanamaz ve yargılanamaz” diyor ama, orada iki tür eylemi bu kuralın dışında tutuyor. O da şöyle ifade edilmiş:
“Ağır cezayı gerektiren suçüstü hali ve seçimden önce soruşturmasına başlanılmış olmak kaydıyla Anayasa’nın 14 üncü maddesindeki durumlar bu hükmün dışındadır.”
Anımsanacaktır, o tarihte mahkeme “ifade vermeye gelmezlerse polis zoruyla yargı huzuruna getirtiriz” anlamındaki yazıyı TBMM Başkanlığına gönderince iş inada binmişti. Daha doğrusu o zamanki TBMM Başkanı Köksal Toptan, 1 -veya 5- milletvekiline karşı polisin zor kullanmasının hiç de şık düşmeyeceğini bildiği için mahkemeye “Kendileri seyahatte olduğu için tebligat sekreterlerine iletilmiştir” gibisinden bir yazı gönderip krizi ertelemişti.
Şimdi işte o ertelenen davetin gereğini yapmaya geldi sıra.
Ama -nedense bu defa sadece Demirtaş ile Ayna’nın adı geçiyor-ufukta hâlâ bir çözüm yok.
Daha doğrusu olaya eğer “Yasa ne diyorsa elbet onun gereği yapılacak” diye bakarsanız yanıt kolay:
Mademki kanun adına zor kullanma yetkisi polise verilmiştir, o da gider ilgili milletvekilini evinden alıp mahkemeye götürür.
Önce seçim kampanyasından söz edelim. Çünkü kampanyanın bizi ilgilendiren bir boyutu var:
Geçen seçimde Türk kökenli seçmenlerin önemi büyüktü. Çünkü Gerhard Schröder liderliğindeki Sosyal Demokratlar rakip parti Hıristiyan Demokratlar lehine görünen kamuoyu yoklamalarını dengeleyebilmek için Türklerin oylarını almak istiyordu. Nitekim bu sayede arayı ciddi oranda kapattı ama seçimi kazanamadı.
Bu defa durum değişikti. Sosyal Demokratlar o kadar zayıflamıştı ki Merkel, Türk kökenli seçmenleri önemsemedi bile. Hatta onların gözünün içine baka baka “Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üye olmasına karşı çıkmaya devam edeceğini” söyledi. Formülü “Türkiye’nin imtiyazlı ortaklıkla yetinmesi gerektiği” şeklindeydi.
Şimdi, Hür Demokratlar’la kuracağı kabinede bu görüşünün değişeceğini beklemek için hiçbir sebep yok. O demektir ki önümüzdeki dört yıl boyunca Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyelik bağlamında Almanya’dan bir destek beklemesi abestir.
Gerçi Hür Demokratlar’ın -yeni kabinede Dışişleri Bakanı olması beklenen- Genel Başkanı Guido Westerwelle, seçimlerden önce Hürriyet’e, “Eski Latinler ‘Pakta sum Servanda’ derler. Yani, sözleşmelere sadık kalınmalı (...) Avrupa ile Türkiye arasında çok açık bir anlaşma var” demişti. Ama biz bu filmi daha önce gördük. Nitekim son seçimde yenik düşen Sosyal Demokrat Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeyer de Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyeliğinden yanaydı ama hükümete girip de resmi politikanın savunucusu olunca dilini yutmuştu.
Dahası, bu konu açılınca “Pakta sum servanda” sözünü Merkel de söylemişti.
Neyse ki Almanya’da -artık etkinlikleri azalmış olsa da- bazı tanınmış politikacılar hâlâ “Avrupa Birliği’ne üye tam olma Türkiye’nin hakkıdır” diyor. Nitekim iki hafta evvel Potsdam’da verilen bir resmi yemekte aynı masayı paylaşıp sohbet ettiğimiz - Helmut Kohl kabinesinin Dışişleri Bakanı- Hür Demokratlar’ın akil adamı Hans Dietrich Genscher bu konu açılınca çok açık bir şekilde:
“Yıllardır söylüyorum. Türkiye’ye imtiyazlı ortaklık önermek saçmadır. Çünkü Türkiye 1963 Ankara Anlaşması ile esasen “İmtiyazlı Ortak” statüsünü kazanmıştır. Şimdi Türkiye’nin tam üyeliğinden başka hiçbir seçenek yoktur”
Zaten gazetelerde ikide bir “seçimin 2010 yılı güz aylarında yapılacağına” ilişkin tahminler görünüyor. Bunların “kehanet” iddiası dışında başka bir dayanağı var mı bilemiyoruz. Biz şimdiki konjonktürün seçimleri öne almayı gerektirmeyeceğini düşünüyoruz çünkü bugünkü hükümetin seçimden önce budamayı aklına koyduğu kurum ve kişileri tasfiye programı için vakte ihtiyacı var. Kaldı ki tasfiye sonrasının da “konsolide” edilmesi gerekebilir.
Dahası... Ekonomik krizin yaraları sarılmamışken seçime gitmek ancak Devlet Bahçeli’ye özgü bir “basiret(!)”le mümkün olabilir.
Ne demek istediğimize ilişkin bilgiler 3 Kasım 2002 seçim sonuçlarında kayıtlıdır.
Demek ki bizim tahminimize göre seçime daha iki sene var. Biz değil de “öne alınacak” diyenler doğruyu söylüyorsa bir senelik bir vakitten söz edilebilir.
Zaten söylemek istediğimiz, bu iki (veya bir) yılın göz açıp kapayıncaya kadar geçeceğidir.
Bu konuda en önemli şey “parti içi demokrasi”dir ama ondan söz edecek değiliz. Çünkü Tayyip Erdoğan, Deniz Baykal ve Devlet Bahçeli gibi başkasına “demokrat” ama kendine gelince “otokrat” kişiler “lider” sıfatını taşıdıkları sürece hiçbirinin partisinde “parti içi demokrasi”den söz edilemez.
O nedenle Demokratik Sol Parti (DSP) Genel Başkanı Masum Türker’in dünkü basın toplantısında söylediği, “parti içi demokrasiyi kurmadan demokrasiye tam olarak sahip olamayacağımıza” ilişkin sözleri “doğru”dur ancak -DSP dışında- “geçerli” değildir.
Ama yine de seçim, kaçınılamayan bir gerçektir. ABD’de yaşayan ve Türkiye hakkındaki analizleriyle dikkati çeken Soner Çağaptay’ın deyimiyle “Türkiye Atatürk’e veda etmeden” yapılacaklar vardır.
Böyle düşünmemize arkadaşımız Oya Armutçu’nun verdiği bir haberdeki yeni örnek sebep oldu:
Biliyorsunuz Ergenekon Savcıları usul hukukuna aykırı işlemleriyle yargı tarihimizde özel bir yeri hak ettiler. Hatta o yüzden son Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nda ciddi bir kriz çıktı. Neticede, kendilerine tanınan yetkileri yasalara uygun şekilde kullanmalarını sağlamak için bir iç denetim mekanizmasının kurulmasına ihtiyaç duyuldu.
İşte bu tür yasadışı uygulamalara, örneğin masum insanların kişilik haklarının ihlaline meydan vermemek için “şüpheli olmayanların isimlerinin, dinleme kayıtlarından ve CD’lerden çıkarılması gerektiği” başta avukat Turgut Kazan olmak üzere birçok hukukçu tarafından savunulmaktaydı.
Hatta bu yüzden CHP Meclis Grup Başkan Vekili Kemal Kılıçdaroğlu’nun, tanınmış gazeteci Uğur Dündar’ın, Cumhuriyet Gazetesi imtiyaz sahibi gazeteci İlhan Selçuk’un, YARSAV Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu’nun Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na şikayette bulundukları biliniyor.
İşin ilginç yanı Adalet Bakanlığı’nın “bireylerin” yerine “savcıların” savunuculuğuna soyunması... Nitekim Bakanlığın Ceza İşleri Genel Müdürlüğü verdiği yanıtta, suçla ilgisi olmayan isimlerin iddianame aracılığıyla cümle âleme teşhir edilmesinin “yetkiyi kötüye kullanma” anlamına gelmeyeceğini söylemiş. Bunun savcıların “delil toplama, değerlendirme ve suçu vasıflandırma yetkisi kapsamında kaldığını” savunmuş.
Turgut Kazan’ın buna tepki göstererek “Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 170. maddesinde bir iddianamenin nasıl yazılacağı açıktır. Savcı, kişinin o suçu işlediğini gösteren delilleri iddianameye koymakla yükümlüdür. (...)
İddianame savcının hatıra defteri değildir. Davanın sanığı, şüphelisi olmayan kişilerin özel hayatı, hatıra defteri iddianameye giriyor. Bu görevi kötüye kullanmaktır. Bir hukuk devletinde hesabı sorulmalıdır” dediği bildiriliyor.
Gerçekten burada
Önceki günkü Akşam gazetesinde çıktı. Prof. Dr. Ergun Özbudun ile Prof. Dr. William Hale ortaklaşa bir kitap yazmışlar. O vesileyle kendisiyle konuşan gazeteciye Prof. Özbudun, Türkiye’deki “laiklik” anlayışını “militan ve dayatmacı” bulduğunu söylemiş. Bu anlayış yüzünden Türkiye’de din “sadece vicdanlara ve özel alana hapsediliyor” diye yakınmış.
Prof. Özbudun’a göre “dinin kamusal görünürlüğü” de olmalıymış. “Militan laiklik” artık Fransa’da bile terk edilmekte imiş. Örneğin Fransa’daki “kilise okullarında” dini simge sayılabilen kıyafet serbest imiş. Sonuç olarak “Kamu düzenini bozmadıkça, bir dinin kamudaki görünürlüğünü yasaklamak doğru bir şey değil” demiş. Neyse ki bir istisna yapmış. “Devlet otoritesini kullananlar örneğin bir hâkim türban takmamalıdır” demiş.
Bu görüşlerin sahibi Özbudun, çok değil, iki yıl önce, esas itibariyle kendi kaleminden çıkan ve Türkiye’de büyük tartışmalara yol açan Anayasa Taslağı’nı savunurken, “Bu taslak 1982 Anayasası’yla kıyaslanırsa, laikliği daha da güçlendirici hükümler içerdiği görülür” demekteydi.
Demek ki şimdi “militan” ve “dayatmacı” gördüğü anlayışın hukuki temelini kendisi de yeterince güçlü bulmamış olmalıydı ki “güçlendirme” gereğini duymuştu. Buna ilişkin gösterdiği tek örnek, “din dersinin okullarda zorunlu olmasına son veren” hükümdü.
Oysa o -dostumuz- Ergun Özbudun o sözlerinde samimi değildi. Çünkü getirdiği taslak 1982 Anayasası’nın konuyla ilgili temel maddelerini tam aksi yönde değiştirmeyi öngörüyordu. (Merak eden o taslağın Başlangıç metnini, “Din ve inanç hürriyeti” ile ilgili 24’üncü maddesini ve alternatiflerini yürürlükteki 1982 Anayasası’nın ilgili hükümleriyle kıyaslayabilir.)