31 Temmuz 2010
BİLİRKİŞİNİN verdiği rapor nihai gerçeği ifade eder mi? Elbet etmez... Ama Zonguldak’ta 17 Mayıs 2010 Pazartesi öğle saatlerinde meydana gelen ve 30 madencimizin hayatına mal olan “grizu faciası” ile ilgili rapor, bir “kaza” değil, düpedüz bir “katliam” olduğu gerçeğini ortaya çıkardı. Hani Başbakan Erdoğan’ın, “Madenciliğin kaderinde ölüm olduğunu” söylediği kaza var ya, ondan söz ediyoruz.
Anımsamadınızsa Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer’in, (cesedine ulaştığımız) “İlk 19 madencimizin bedeninde herhangi bir yanık yoktu. Güzel öldüler. (...)” şeklindeki sözlerini unutmuş olamazsınız... İşte onunla ilgili rapordan söz ediyoruz.
Rapor aslında Dinçer’in “Orada (faciada) çok büyük ihtimalle ihmalden bahsetmemiz mümkün. Ama o idari mi, orada çalışan işçilerimizin ortaya çıkardığı ihmal mi, emin değiliz” (30 Mayıs 2010 gazeteler) şeklindeki değerlendirmesini doğruluyor. Çünkü ocaktaki metan gazı düzeyini izlemekle görevli kişi, “gaz oranının tehlikeli noktayı bulduğunu” görmüş ama aldırış etmeyip tuvalete gitmiş. Facia meydana geldikten sonra da “gaz izleme rapor defterine” sanki zamanında her şeyi yapmış gibi kayıt düşmüş.
Diğer görevli ise zaten yerinde yokmuş.
Bilirkişi raporu nedeniyle bu olaydan söz ediyoruz ama aslında konuştuğumuz o olay değil, Türkiye’nin başka ve büyük gerçeği...
Bizzat Çalışma Bakanı’nın, daha on gün evvel, “Hindistan ve Rusya’nın ardından ölümlü iş kazalarında dünya üçüncüsü olduğumuzu” söylediği bir ülkede yaşıyoruz. Nitekim Sayın Bakan ülkemizde “İş sağlığı ve güvenliğinin en önemli sorun olduğunu” ifade ediyordu.
Peki ne yaptınız bu “en önemli sorunu” çözmek için?
Hiçbir şey...
Sadece maden ocaklarındaki işçiler değil Başbakan Erdoğan’ın mantalitesine göre, “tersanelerdeki işçiler de kaderlerinde ölüm olduğunu bile bile” oralarda çalışıyorlar.
Tuzla Tersaneleri’nin adını “Tuzla Mezbahaları”na çevirmeye o yüzden az kaldı. Nitekim 27 Mayıs 2010 günü de Astaş Tersanesi’ndeki bozuk vincin görevini yapmaya zorlanan işçilerden Metin İnanır, 23’üncü yaşına giremeden, cinayet gibi bir kazanın kurbanı oldu. Onunla Tuzla Tersaneleri’nin Sabıka Sicili’ne 134’üncü kurbanın adı yazıldı.
Çözüm mü?
Bakanın o tarihteki beyanına göre kendisi ve arkadaşları “Doğrusu daha iyi bir kader için çaba sarf ediyorlar”mış (28 Mayıs 2010 Radikal).
Hacı adaylarının bir tünelde uğradığı panik sonucu 6 bin küsurunun ölümü üzerine demeç veren Mekke Valisi’nin (veya o konumdaki yetkilinin) olayı “Takdiri İlahi” diyerek açıklamasından ne farkı var bu bakışın?
Elbet “iş sağlığı ve güvenliği” önemli ama en az onun kadar önemli olan eksiğimiz başka:
Ülkemizde “yetki” verdiğimiz insanı “sorumlu” tutacağımız mekanizma yoktur. Olan da işlemez.
Bakın bakalım Zonguldak’taki grizu faciasından sorumlu tutulanlara verilecek ceza kamu vicdanını rahatlatacak mı?
Yazının Devamını Oku 30 Temmuz 2010
DOĞRUSUNU bir önceki CHP lideri Deniz Baykal çok söyledi... Başbakan Erdoğan’ı, ikide bir “Türk’üyle, Kürt’üyle, Laz’ı, Çerkez’i, Abaza’sıyla bir hepimiz bir mozaiğin parçalarıyız” şeklindeki sözlerinin aslında “ulusal birliği perçinleştirici” değil, tam tersine “parçalayıcı” etkisi olduğunun farkına varması için çok uyardı. Ama bekleneceği gibi bu sözleri Başbakan Erdoğan hiç duymadı.
Böylece Türkiye’de, “Türk” diye bir üst kimlik olmadığını, bunun aynen ötekiler gibi sadece bir “etnik” kimlik sayılması gerektiğini savunan “Kürtçü”lerin söylemiyle Başbakan’ın söylemi örtüşüverdi.
Şimdi o bakışın sonuçlarını yaşıyoruz:
Son olarak Bursa’nın İnegöl’ünde ve Hatay’ın Dörtyol İlçesi’nde yaşanan “etnik” gerginliklerin ve yer yer çıkan şiddet olaylarının nedenlerini ararken, sadece o olayları ateşleyen “alacak-verecek” kavgasını yahut “minibüsçü itişmesini” görmek o nedenle aldatıcı olur.
Hele olayı İçişleri Bakanı Beşir Atalay gibi, “Referandumdan önce beklediğimiz türden bir olay” diye görmek, “Maç amigolarının tahrikiyle meydana gelmiş” gibi bir gerekçeye bağlamak, özellikle Bursa Valisi Şahabettin Harput gibi “Alkol alanlar yüzünden çıktı” demek, kanımızca karşı karşıya bulunduğumuz gerçeği -yahut ciddi tehlikeyi- göz ardı etmektir.
Tıpkı 15 Ağustos 1984’te PKK’nın Eruh ve Şemdinli’ye yaptığı baskınları, “Birkaç çapulcunun işi” diye niteleyen Başbakan Turgut Özal ile o dönemin İçişleri Bakanları Dr. Ali Tanrıyar ve Yıldırım Akbulut’un öngörüsüzlüklerinin ülkemize çok pahalıya patlaması gibi.
Türkiye’nin bir etnik çatışmanın arifesinde olduğunu gösteren birkaç olayı birlikte anımsayalım:
* Balıkesir’in Altınova Beldesi’nde 2 Ekim 2008 günü arabalarıyla Doğu kökenli M.A.’nın dükkânı önüne gelen 4 genç, yüksek sesle Estergon Kal’ası isimli türkü ile İstiklal Marşı çalmakta ısrar edince çıkan kavga, kısa bir süre sonra bir büyük arbedeye dönüştü. Kürt kökenli olanlarla olmayanların bu kavgası 2 kişinin ölmesine, 7 kişinin yaralanmasına yol açtı.
* Rize’de 17 Ağustos 2009 günü bakkaldan yapılan alışveriş sırasında Doğu kökenli işçiler ile mahalle sakinleri arasında çıkan tartışma kavgaya dönüştü. Yaklaşık 70 kişinin taş ve sopalarla birbirine girdiği kavgayı polis güçlükle ayırdı.
* Bu yılın 4 Mayıs günü Teğmen Ahmet Altunoğlu’nun cenazesini kaldıran Samsun’da, yaklaşık 30 kişilik bir grup genç, sahipleri Diyarbakırlı olan üç ayrı lokantaya saldırmaya kalkıştı. Neyse ki polis zamanında önlem alarak olayın büyümesini önledi.
Muş’un Bulanık İlçesi’ndeki olaylarla ilgili olarak Samsun’da görülen davanın çıkışında, kapatılan DTP’nin eski Genel Başkanı Ahmet Türk’e 12 Nisan 2010 günü yapılan yumruklu saldırı ile bundan 8 gün sonra Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’a Kayseri’de yumruk atılması, aynı gerginliğin yansımaları değil mi?
Daha iki hafta önce, karşı karşıya bulunduğumuz tehlikeyi görüyormuş gibi yapan, muhalefet liderleriyle görüşen, ülkenin birliğini, bütünlüğünü korumak için bu tür diyaloğun önemini vurgulayan Başbakan Tayyip Erdoğan nerede?
O tehlike ortadan kalktı da bizim mi haberimiz yok?
Yazının Devamını Oku 29 Temmuz 2010
TAM bir hayal projesi olan Milli Görüş, nihayet kendi kendini dinamitleme noktasına geldi: Bildiğiniz gibi 11 Temmuz günü toplanan olağanüstü Saadet Partisi Kongresi’nde Genel Başkan Prof. Dr. Numan Kurtulmuş, yıllardır partili herkes gibi taşımaya mecbur olduğu “Milli Görüş” safsatasından kurtulmaya kalkınca kıyamet koptu. Kurtulmuş’un Necmettin Erbakan’ın Oğuzhan Asiltürk, Şevket Kazan, Temel Karamollaoğlu, Fehim Adak gibi 70’lik şakirdlerini (çıraklarını) Parti Genel İdare Kuruluna almayıp listeyi partinin genç isimlerinden oluşturması kavgayı açığa çıkardı.
Hele Erbakan’ın oğlu Fatih ile kızı Elif’in listeye alınmamış olması, “Erbakan hanedanının” hazmedemeyeceği kadar büyük bir suçtu.
Nitekim Fatih Erbakan, listeye alınmamış olmasını, siyasi yaşamın olağan tablolarından biri gibi algılamadığını/algılamadıklarını, Akşam gazetesine verdiği mülakatta şu sözlerle açıkladı:
“Bizim üzüldüğümüz, davamızın liderine, önde gelen isimlerine yapılan itaatsizlik. Erbakan Hoca’ya bir itaatsizlik yapıldıktan sonra Fatih Erbakan listeye alınsa ne olacak, alınmasa ne olacak? Beni listeye alsalar bile durmazdım. Böyle bir davanın çizgisinden çıkmış, lidere itaat etmeyen yönetimde benim olmam doğru olmazdı.”
Gördüğünüz gibi önemli olan “tartışmak”, karşı tarafı ikna etmek filan değil, Şeyhin dediğinden çıkmak veya çıkmamak...
Şeyhin “Milli Görüş” dediği şeyin tutarlılığı var mı yok mu, önemli değil... Uygulanabilirliği söz konusu mu o da sorun değil...
Numan Kurtulmuş bir bilim adamı kimliğiyle tartınca çok muhtemeldir ki bu “Milli Görüş”ün bir tarihte Erbakan tarafından kurulan “Pancar Motor” fabrikası gibi tam bir fiyasko ile sonuçlanacağını görmüş olmalı.
Hele Erbakan’ın başbakanlığı sırasında “500 bin tank yapacak fabrika temeli atması” gibi hayali projelerini de dikkate alınca, o uyduruk “Adil Düzen”i parti arşivlerine yerleştirme zamanının geldiğine hükmettiğini tahmin ediyoruz.
Ama kongredeki kavga patlak verince söylediğimiz gibi, Erbakan’la mücadele etmenin, başka metotlar gerektirdiğini biliyor olmalıydı. Örneğin Erbakan’ın demokratlığının “kendisine tam bir itaat” kaydıyla söz konusu olacağını hesap etmesi gerekirdi.
Kurtulmuş gerçi parti içindeki isyanı son derece olgun bir tavırla örneğin siyaset etiği ile bağdaşmayan beyanları görmezden gelerek karşıladı. Hatta Necmettin Erbakan’dan randevu alıp kendisini ziyaret etti. Muhtemelen Saadet Partisi’nin kendisini yeni koşullara uydurması gerektiğini söyledi. Böylece Saadet Partisi’ni birlik ve bütünlük içinde tutabileceğini umuyor olmalıydı. Ama Erbakan’ın egosunun her türlü mülahazanın önüne geçtiğini, bu deneyimle bir kere daha gördü.
Şimdi Numan Kurtulmuş’u göstermelik olarak Genel Başkanlık’ta bıraksalar bile etrafını tamamen Erbakan zihniyetindeki kişilerle doldurmayı amaçlayan yeni bir Olağanüstü Kongre toplanacak. Ama bu kongre Kurtulmuş’un mu yoksa Milli Görüş’ün mü sonunu getirecek birlikte göreceğiz.
Yazının Devamını Oku 28 Temmuz 2010
EN doğru sözü önceki gün, PKK tarafından alçakça -çünkü pusu kurarak can almak erkekçe değil alçakçadır- şehit edilen 4 polis memurunun Adana’daki dünkü cenaze töreninde, İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın “Amanoslar’ı temizleyin” talimatı üzerine CHP İl Yönetim Kurulu üyesi Abeydullah Kolcu söylemiş. Merak mı ettiniz? “Dağda mücadele eden komutanları içeri atıyorsunuz. Kim temizleyecek?” diye bağırmış.
En hazini, Sayın Bakan, yanındaki güvenlik güçleri yetkililerine bu talimatı verirken, Balyoz davasında hakkında yakalama emri bulunan 6’ncı Kolordu Komutanı Korgeneral Nejat Bek de törende hazır bulunuyormuş.
Gerçekten bir yandan terörle mücadele ediyorsunuz, öte yandan da kamu vicdanında yankı bulmayan, bir başka deyişle inandırıcılık derecesi çok düşük suçlamalarla, 28’i general ve amiral olmak üzere tam 102 komutan hakkında tutuklama kararı çıkarılmasının ardında duruyorsunuz.
Dünkü yandaş medyada çarşaf çarşaf şikâyetler vardı:
“Gelin sizi hapse tıkacağız” diye ellerine tebligat tutuşturulan komutanlardan 60 yahut 80 küsuru adına avukatları, yasal haklarını kullanmışlar. “Tutuklama kararı veren yargıçları” reddetmişler.
Sanki yasal hak kullanmak suçmuş gibi, “Öyleyse görüldükleri yerde gözaltına alınmalılar” diye feryat ediyorlardı.
Gözünüzü kin ve hırs bürüyünce herhalde böyle oluyor. Ortada insaf, iz’an, idrak, sağduyu filan kalmıyor. Nitekim bakıyoruz, en masum hak arayışlarını bile okuyucularına ve izleyicilerine “Şimdi de şunu kurtarmak için bu yola gittiler” türü başlıklarla sunuyorlar.
Bunlara anımsatalım:
Geceleri yastıklarına başlarını ölüm korkusu olmadan koyabilmelerini -kısaca huzurlarını- borçlu oldukları insanlara karşı güttükleri bu hınç ve intikam siyasetini başkaları hakkında pek gütmediler.
Örnek mi istiyorsunuz?
Geçen yıl aralık ayında, Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından “Terör örgütü PKK/Kongra-Gel’in propagandasını yapmakla” suçlandıkları için “Görüldükleri yerde yakalanmalarına” karar verilen Barış ve Demokrasi Partisi milletvekilleri hakkında bu kadar acımasız değillerdi.
Nitekim o kararda adı geçen Emine Ayna ve Selahattin Demirtaş’a yollarda karşılaştıkları hiçbir polis bugüne kadar, “Hadi savcılığa gidelim” demedi.
Aynı şekilde çağrılan Ahmet Türk ile Aysel Tuğluk da defalarca ifade verdiler. Kaçan maçan da olmadı.
Dönelim yine hükümetin asayişten sorumlu bakanına:
“Dağda mücadele edenleri içeri atıyorsunuz. Kim temizleyecek?” diyen CHP’linin sözlerine...
Şair Eşref’in Sultan Abdülhamit’e hitaben yazdığı bir dörtlük vardır, bilir misiniz? İsterseniz gerçeği orada arayalım:
“Padişahım, bir dirahta (ağaca) döndü kim guya vatan,
Daima bir baltadan bir şahıhâlî (kesilmedik dalı) kalmıyor:
Gam değil amma bu mülkün böyle elden gitmesi,
Gitgide zulmetmeğe elde ahali kalmıyor.”
Yazının Devamını Oku 27 Temmuz 2010
BUGÜN size Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu ve önümüzdeki dönemi kendi ifademizle değil, başkalarının yazdıklarıyla aktaracağız. O nedenle söze, olabildiğince az gireceğiz. İlki, Zaman Gazetesi’nde Ekrem Dumanlı tarafından yazılmış. Başlığı, “Gözyaşı Korkusu”. İkincisi Star’ın başyazısı, “Ulus- Devlet’i Lahey’de vurdular” başlıklı. Bir de sonuncusu var:
Akşam’da çıkmış. “Artık bu ordudan hiçbir şey beklemeyin” diyen Oray Eğin’in yazısı...
Önce Zaman’da Ekrem Dumanlı imzalı yazıdan alıntılar:
“Bizde ulusalcılık, ‘İsrail yapısı insansız hava araçlarına’ benziyor. İçinde mutantan (tantanalı O.E.) çok laf var da insan yok. İnsan olmayınca şefkat yok, merhamet yok, adalet yok, sevgi yok, saygı yok... (...) İçinde insan olmadıktan sonra ne vatanın kıymeti kalır ne vatanı ayakta tutan mukaddes değerlerin. Bunu anlayamadı ulusalcılar. (...)”
Kendi adımıza söyleyelim: Bu satırların yazarı -aynen Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tüm mensupları gibi- kendisini “ulusalcı” sayar. Hani şu haklarında tutuklama kararı verilen 102 Komutan var ya... Aynen onlar gibi.
Demek ki “yüreğinin sevgi, hoşgörü dolu olduğunu” mensup olduğu camianın iddiasından öğrendiğimiz Ekrem Dumanlı’ya göre benim de dahil olduğum camia için “ne vatanın kıymeti” varmış ne de “vatanı ayakta tutan mukaddes değer”lerin. (Bunların yanıtını yeri gelince ayrıca veririz.)
Gelelim ikinciye... La Haye’deki Adalet Divanı, “Kosova’nın Sırbistan’dan ayrılıp bağımsızlığını ilane etmesi uluslararası hukuka aykırı sayılmaz” anlamında bir tavsiye kararı aldı ya... Star başyazarı Mehmet Altan, onu yorumlarken bakın ne diyor:
“(Bu kararın) tarihsel bir anlamı var. Uluslararası Adalet Divanı’nın açıkladığı görüş ‘coğrafi bir bölünme’ konusunda aldığı ilk karar niteliğinde. (...) Ulus-devletin dokunulmazlığı bitiyor. ‘Bölünebilecekleri’ hukuksal bir kabul görüyor. (...) Tabii La Haye’den çıkan kararın boyutları, Balkanlar’ın sınırını çok aşıyor. İspanya’dan Gürcistan’a kadar ayrılıkçı güçlerle mücadele eden pek çok ülke(...)”
Göründüğü gibi yazıda söylenmeyen şey, “Sıra Türkiye’deki ulus-devletin de bölünmesine geldi”den ibaret. Zaten başlıktaki “Ulus-devlet’i vurdular” müjdesi de onu haber veriyor.
Eee... Önce Zaman Gazetesi’nde “Bu orduyu lağvedip yeni bir ordu kuralım” diyen (Ekrem Dumanlı’nın vatansever saydığı) yazarlar ortaya çıkar, sonra o ordunun 102 komutanı hakkında tutuklama kararı çıkartırsanız ne olacağını da Oray Eğin yazar. Nitekim şöyle demiş:
“(...) Anlaşılan ellerinde olsa neredeyse Türk ordusunu tamamen tasfiye edecekler. (...) 102 komutan hakkında verilen bu abartılı hapis kararı TSK’nın tasfiye süreci değil de nedir (...) Muhalefet kanallarının tamamen tıkandığı Türkiye’de, Türk ordusu, uluslararası (ulus-devleti ortadan kaldırmayı hedefleyen O.E.) bir ‘yeniden tasarım’ projesine tek başına karşı çıkıyor. (...) Zaten bu yüzden hedefte ve bu uluslararası projeyi tasarlayanların kuklaları tarafından yok edilmek için uğraşılıyor.
(...) Bu işin sonu nereye varır bilmiyorum (...) Ama (...) bu şebekenin operasyonları bir gün gelecek ve geri tepecek. (...) O gün ne zaman gelecek bilmiyorum ama o günün geleceğini biliyorum.”
Yazının Devamını Oku 25 Temmuz 2010
BAKALIM siyasi iktidar, dünkü gazetelerde bildirildiği gibi “28’i general, 102 komutanı tutuklamakla” kalacak mı, yoksa -yandaş medya mensubu- bir tarih müptedisinin (acemisinin) geçen gün dediği noktaya varacak mı? Dün 87’nci yıldönümünü kutladığımız Lozan meğer, “Sevr’in hafifletilmişi” imiş. Demek ki sırada Lozan var.
Aslında bunu yazanın önemi yok. Çünkü kendisi de bilir ciddiye alınacak bir tarafı olmadığını. Ama ona söyletirler. İsterler ki biri ondan alıntı yapsın.
(Bu defa o işi biz üstleniyoruz çünkü o tür tertipleri açığa çıkarmanın başka çaresi yoktur.)
Ve ardından salvo ateş başlar... Hani Anayasa değişikliği paketini Meclis’e getirmeden önce bir-iki ay süreyle Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ile Anayasa Mahkemesi üyelerine dönük bir şiddetli linç kampanyası başlatmışlardı ya... Aynen onun gibi.
Onu da resmî adımlar izler.
Halen bir kısım Komutanlara dönük gelişmeler öyle olmadı mı?
Bekleyin. Şimdi Lozan’a övgü düzen resmi ağızlar “Lozan, Sevr’in devamıdır” dediği zaman anlayınız ki, sıra Lozan’ı mahkûm etmeye gelmiştir.
Zaten yukarıda atıfta bulunduğumuz müptedinin amacı belli ki o! Nitekim “Misak-ı Milli hedeflerine tam olarak varılamadan Lozan’da masaya oturuldu” diyor. Yani, gücünün son zerresini Büyük Zafer’i kazanmak için harcayan -artık yürümeye takati kalmamış olan- ordumuzun neden gidip de Suriye’de cephe açmadığını, neden İngilizleri orada yenip Misak-ı Milli sınırlarına fiilen ulaşmadığımızı sorguluyor.
Meğer Lozan’a bütün bunları yaptıktan sonra gitmemiz gerekirmiş!
Ne kadar talihsiz milletiz ki bu “cevher”ler orada dururken kaderimizi, cephede Mustafa Kemal gibi bir çaylağa, diplomasi masasında da İsmet Paşa gibi bir -o demiyor ama- Damat Ferit müsveddesine (taslağına) teslim etmişiz.
O yüzden “Yüzyıllar boyu yönettiğimiz toprakları bir çırpıda bırakmışız” ama neyse ki “Hesaplaşma kaçınılmaz görünüyor”muş.
Bu atıfta bulunduğumuz kişi bir Türk... Bir de yabancıya bakalım. Bu muhteremin beğenmediği o dönem Türkiye’si için ne diyor?
Amerikan Enterprise Institute öğretim üyelerinden Michael Rubin, “Commentary Magazine”in Temmuz/Ağustos 2010 sayısında yazdı:
“Ortadoğu’da, Birinci Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğrayan Osmanlı İmparatorluğu küllerinden yapılmış bir sürü devlet oluştu. Çoğu başarısızdı. Sadece biri serpildi:
1923’te Mustafa Kemal, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu. Hemen ardından Halifeliği lağvetti. Sonraki yıllarda ülkesini Batılı yapmayı amaçlayan reformlar gerçekleştirdi. Cami ile devleti birbirinden ayırması ve ‘rejimi (demokrasiyi) yıkmak için dîni kullanmak isteyenlere karşı orduyu görevlendirmesi’ ülkesinin büyük atılımlar yapmasını sağladı. Oysa öteki Ortadoğu devletleri, o sırada kendi ülkesini savaşlara sokan, halkını Batı’ya düşman eden demagogların elindeydi.”
Yazının Devamını Oku 24 Temmuz 2010
FİYAKA böyle bozulur... Sen misin dün davacı olmadığın 12 Eylül’den bugün “en büyük mağdur” rolü oynayarak şikâyet eden? Sen misin elini sıkmayacak kadar nefret ettiğin insanların acısını 30 sene sonra istismar edip göz yaşı döken? Kılıçdaroğlu o balonu fena patlattı.
Şimdi de 35’inci madde ile gündemde...
Sözünü ettiğimiz, herkesçe malum “Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Yasası’nın 35’inci maddesi.”
Mehmet Ali Şahin’in, “Silahlı Kuvvetler’in vazifesi Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumaktır” diyen 35’inci maddenin yasamızdan çıkartılmasını -veya daha doğru ifadeyle değiştirilmesini- istemesinin dumanı üstündeyken CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu devreye girdi ve “Getirin öneriyi hemen destekleyelim” dedi.
Hoş CHP Genel Başkan Yardımcısı Hakkı Suha Okay’ın söylediği gibi bu konuda CHP tarafından daha önce TBMM Başkanlığı’na verilmiş yasa önerisi aslında Mehmet Ali Şahin’in çekmecelerinde duruyor olmalı.
Onu -olmaz ya- kaybettiler diyelim, Barış ve Demokrasi Partisi milletvekili Hasip Kaplan, kendilerinin verdiği aynı konuyla ilgili öneriyi anımsatarak Mehmet Ali Şahin’i, “uyanmaya” davet etti.
Görüldüğü gibi ortada ciddi bir siyasi irade yok. Onun yerine özellikle TBMM Başkanlığı’nda yoğunlaşan bir savrukluk yahut da “kamuoyundan prim toplama” çabası var.
Zaten Şahin, 8 askerimizin PKK tarafından Hakkâri’de şehit edilmesi üzerine 19 Haziran günü:
“Vermiş olduğumuz 8 şehit haberiyle ilgili Genelkurmay Başkanı’nın kamuoyunu tatmin edecek bir açıklama yapmasını bekliyorum” derken de belli ki bir sonuç almaktan çok, tribünlere oynuyordu.
Şahin’in özellikle 35’inci madde ile ilgili sözlerinin “samimi bir demokrasi inancı” yerine ucuz bir “siyasi fırsatçılık” koktuğu özellikle Kılıçdaroğlu’nun yanıtıyla su yüzüne çıktı.
Şimdi bu koroya Cumhurbaşkanı Gül’ün de katıldığı ve “Madem herkes istiyor, değiştiriversinler canım” mealinde bir görüş açıkladığı bildiriliyor.
Hoş, TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu’nun dediği gibi maddenin bugünkü halinde bile aslında bir sıkıntı yok. Nitekim Kuzu:
“Buradaki sorun şu; (birileri) bu maddeyi yorumlayarak zaman zaman TSK’nın darbe yapma hakkı olduğunu söylüyor. Tabii böyle söylemiyor ama netice olarak oraya geliyor. ‘Türk Silahlı Kuvvetleri yönetime el koymuştur’ derken bu maddeye dayanarak kendilerini meşru olarak göstermeye çalışıyorlar” diyor.
Gerçi madde değiştirilse ve “Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak” görevi onun üstünden alınsa, ne değişir?
Önemli olan ülkeyi demokratik rejimin, hukuk devletinin kuralları içinde yönetmek değil midir?
Çözümü maddeden önce orada aramak gerekmez mi?
Yazının Devamını Oku 23 Temmuz 2010
KEMAL Türkler’in ölümünün üzerinden tam 30 sene geçmiş olmasına rağmen, cinayetle ilgili adalet gerçekleşmedi. Çünkü kızı Nilgün Soydan’ın “Gözlerimle gördüm” dediği cinayet sanığı “davanın zamanaşımına uğradığı” gerekçesiyle mahkûmiyet almadan kurtuldu. Ve adalet sistemimizin asıl “reform” bekleyen hastalığı tekrar ortaya çıktı.
Tamam, “zamanaşımı” hukuk sisteminin kabul ettiği bir kavram ve bir kurumdur. Ama zamanaşımı eğer “yetkililere atfedilecek bir kusur olmadan” gerçekleşmişse kamu vicdanına ters düşmez. İnsanlar “Ortada bir haksızlık var” demek gereğini duymaz.
Peki ya Kemal Türkler’i öldüren canilerden birinin -en azından gözümle gördüm diyen kızının iddiasına göre- belli olduğu bir ortamda adalet 30 sene boyunca tecelli etmiyorsa, bunun bir (veya birden çok) kusurlusu yahut sorumlusu olmak gerekmez mi?
Sadece bu soru bile bize, Prof. Dr. Mehmet Haberal’ın, “kendisiyle ilgili tutuklama kararını ‘gerekçe’ göstermeden reddeden 9 yargıcı kendisine tazminat ödemelerine” mahkûm ettirmekle, hukuk sistemimizde ne önemli bir çığır açtığını göstermeye yeter.
Söze devam etmeden, bu tür yargı haksızlıklarına uğrayanların Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurmayı ihmal etmemelerini anımsatalım. Çünkü haklılıklarını orada ispat edince Türkiye devletini kendilerine tazminat ödemeye mahkûm ettirebilirler. Devlet sonra onu, sorumlu kişiden geri alır mı, o ayrı konudur.
Gerçekten Türkiye’de kuşaklar boyu zihinlere yerleşmiş bir yargı vardı. Eğer hakkınızı aradığınız mahkeme aslında tam tersini yapar da hakkınızı yerse, onu sineye çekmeye mecbur olduğunuzu düşünürdünüz.
Hoş kâğıt üzerinde bazı adresler vardır. Örneğin Adalet Bakanlığı’na veya Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na başvurarak -şansınız varsa- şikâyetinizden bazen sonuç aldığınız da olurdu.
Ama Ergenekon davasında bazı savcıların yetkilerini kötüye kullanmaları nedeniyle haklarında dava açılması gibi hususlar ne gündeme gelir ne de bir yaptırıma yol açardı.
Neticede “hukuka” bağlı olması gereken adalet dağıtma işi, hukukun göz göre göre çiğnenmesi için kullanılırdı.
Zamanaşımı bunlardan biri, belki de en yaygınıdır.
Nitekim Türkiye’de “zamanaşımı” yoluyla adalet önünün bir yılda kaç kere tıkandığına ilişkin Ankara Ticaret Odası’nın 2004 yılında yayınladığı rakamlar var. Buna göre her yıl ortalama 400 bin dava dosyası aynen Kemal Türkler cinayetindeki gibi zamanaşımı nedeniyle işlemden kaldırılmaktadır.
Yeri gelmişken anımsatalım:
Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in, Adalet Bakanlığı sırasında başlattığı bir çalışma vardı. “Dosyaları kasten sümen altında tutarak yargıya göndermeyenler veya geç gönderenler hakkında soruşturma açılacak”tı. Çiçek “Özellikle banka hortumlama davalarında bu yöntem kullanılmış görünüyor” diyordu. (26 Ağustos 2004 Milliyet)
“Yargıda reform” yaptığını sanan şimdiki Adalet Bakanı acaba “adaletin” asıl mağdur olduğu bu konuya ne zaman el atacak?
Yazının Devamını Oku