Paylaş
Son olarak ABD Dışişleri Bakanı Pompeo, Vaşington’un İsrail’in Batı Şeria’da kurduğu yerleşim birimlerini artık uluslararası hukuka aykırı olarak görmediğini açıkladı. Her ne kadar Pompeo emsal teşkil etmeyeceğini söylese de, bu durum Vaşington’un, İsrail’in Batı Şeria’yı adım adım kolonileştirmesine yeşil ışık yaktığı anlamına geliyor.
Bundan da kötüsü Pompeo’nun açıkladığı yeni tutumla Vaşington, İsrail’in Batı Şeria’nın Yahudi yerleşim birimlerinin bulunduğu bölgelerini ilhakına da kapıyı açmış gibi görünüyor. Zaten Başbakan Netanyahu Nisan ayı başında yapılan Knesset seçimleri sırasında bu husustan (Batı Şeria’nın Yahudi yerleşimlerinin bulunduğu bölgeleri İsrail’e ilhak etmekten) söz etmiş, bu Başbakan Netanyahu’nun iki devletli çözümden daha da uzaklaştığını gözler önüne sermişti.
İsrail, Batı Şeria’da Yahudi yerleşim birimleri kurmaya ve Batı Şeria’yı kolonileştirmeye uzun bir süre önce başlamıştır. Bugün Batı Şeria’da 250’nın üzerinde Yahudi yerleşim birimi bulunmaktadır. Bu, Batı Şeria’nın %10-15 kadarının fiilen Yahudileştirildiği anlamına gelmekte; uluslararası hukuka, Birleşmiş Milletler kararlarına tamamen aykırı olarak kurulan bu yerleşim birimlerinde 700-750 bin kadar Yahudi yaşamaktadır.
Yahudi yerleşim birimlerinin önemli bir kısmı Doğu Kudüs ve çevresinde kurulmuştur. Bununla birlikte bugün bu yerleşim birimleri bütün Batı Şeria’ya yayılmış bir durumdadır. Doğu Kudüs ve çevresinde 350 bin, Batı Şeria’nın diğer bölgelerinde kurulan yerleşim birimlerinde ise 400 bin olmak üzere, Batı Şeria’da yaşayan Yahudi nüfusu böylece bugün 750 bini bulmuştur.
Geçen haftaya kadar uluslararası toplum İsrail’in Batı Şeria’yı kolonileştirmesini ve Batı Şeria’da kurduğu Yahudi yerleşim birimlerini uluslararası hukuka aykırı olarak niteleyerek, İsrail’i iki devletli çözümden uzaklaştıran bu uygulamalara karşı çıkmıştır. Geçen hafta Dışişleri Bakanı Pompeo’nun yaptığı açıklama ile Trump Yönetimi kendisini hem geçmişteki ABD politikalarından ve tutumundan hem de Avrupa’daki müttefiklerinden ayırmış olmaktadır.
Trump Yönetimi İsrail’in Batı Şeria’da yerleşim birimleri kurarak Batı Şeria’daki işgalini kalıcı hale getirme politikasına destek sağlayarak büyük bir hata içerisine düşmektedir. Bu her şeyden önce savaş ve şiddet yoluyla toprak kazancını desteklemek ve teşvik etmek anlamına gelmekte ve Vaşington uluslararası hukuka ve BM temel kurallarına ters düşmektedir. Trump Yönetiminin Filistin karşıtı Başbakan Netanyahu’ya destek veren politikaları ve kararları, diğer yandan, Filistin sorununun masa başında, barışçıl bir şekilde ve Oslo yol haritasına uygun olarak, iki devletli bir şekilde çözümünü de imkansız hale getirmektedir.
Oslo Anlaşmaları ve süreci Batı Şeria ve Gazze’de bir Filistin Devleti kurulması esasına oturmaktadır. Beklenti İsrail’in 1967 Savaşı öncesi sınırlarına çekilmesi, Batı Şeria ve Gazze’de bir Filistin Devleti’nin masa başında kurulması, bu devletin başkentinin ise Doğu Kudüs olmasıdır. Ancak bütün işaretler artık İsrail’in gerçek anlamda iki devletli bir çözümü istemediği, İsrail’de bazı grup ve kesimlerin “masa başında” bir barış yerine, Batı Şeria’da genişlemeyi ön plana çıkarttıkları yönündedir.
Trump Yönetiminin kendisinden önceki bütün ABD yönetimleri gibi İsrail’i masa başında, iki devletli bir çözüme teşvik etmek ve zorlamak yerine, İsrail’in genişlemeci politikalarına destek çıkması, İsrail’in Batı Şeria’yı ilhak etmek arzusunu kamçılaması bölge istikrarı için son derece talihsiz bir gelişmedir. Trump Yönetiminin Filistin kararlarına Avrupa’nın önde gelen ülkelerinin karşı çıkmaları ve reaksiyon göstermeleri, bu çerçevede, çok anlamlıdır.
İsrail’deki bazı çevrelerin Orta Doğu’nun, Arap Dünyasının içinde bulunduğu çok kötü şartların, kendi lehlerine olduğunu düşündükleri ve İsrail’in bu şartlardan “azami faydayı” elde etmek için harekete geçtiği, Trump Yönetimi’ni de peşinden sürüklediği açıktır. Orta Doğu’nun, Arap ve İslam Dünyasının içinde bulunduğu şartların İsrail lehinde olduğu ortadadır. İsrail’in bu durumdan masa başında elde edilebilecek, kalıcı ve adil bir barış yerine, Filistin topraklarının kalan kısımlarını da ilhak etme yönünde kullanmak üzere harekete geçmesi bölgenin istikrarı ve geleceği için olumlu bir tabloyu ortaya çıkartmamaktadır.
Filistin Sorunu çok uzun bir zamandan beri sürmektedir. 1947 yılında İngiltere’nin yeni kurulmuş olan Birleşmiş Milletlerden çıkarttığı Filistin Taksim Planı o zamanki Filistin Mandası topraklarının (aşağı yukarı) % 50 / 50 Araplar ve Yahudiler arasında paylaşılmasını öngörmüştür. Bundan sonra yaşanan 1948 ve 1967 savaşlarında İsrail topraklarını büyük ölçüde genişletmiş ve 1967 Savaşı sonrasına gelindiğinde Filistin’in % 78’i İsrail kontrolü altına girmiştir.
Eğer Oslo Süreci ve yol haritası tamamlanabilse ve masa başında bir Filistin Devleti kurulabilse bu Filistin Mandası topraklarının İsrail ve Filistinliler arasında % 78 / % 22 oranında bölünmesi anlamına gelecektir. Ortaya çıkan tablo İsrail’in artık bunu da kabul etmek istemediğini, Batı Şeria’nın önemli bir bölümünü de İsrail’e ilhak etmeyi amaçladığını göstermektedir. İsrail burada da durmamakta, Batı Şeria’nın Ürdün ile olan sınırındaki (Şeria Nehri Vadisindeki) kontrolünü devam ettirmeyi de istemekte; böylece gerçek anlamda bir Filistin Devletinin kurulmasını engellemektedir.
Oslo Anlaşmalarının imzasının üzerinden 26 sene geçmiştir. Bu dönem içinde İsrail’in toprak karşılığı barış ve iki devletli çözüm ilkelerinden adım adım uzaklaşması gerçekten çok dikkat çekicidir. Özellikle son dönemlerde (2000’li yıllarda) İsrail’in bütün dikkati Batı Şeria’da genişleme ve Batı Şeria ile Gazze’deki Filistin nüfusunun kontrolü üzerine toplanmıştır.
Oslo Anlaşmaları ile Ramallah’da oluşturulan ve kağıt üzerinde Batı Şeria’nın bir bölümünde kontrolü elinde bulunduran Filistin Geçici Yönetimi zaman içinde kasti olarak zayıflatılmış; Filistinlilerin “kontrolüne” bırakılan Batı Şeria toprakları 800 km uzunluğundaki Ayrım Duvarı ile bölünmüştür. Bugün Filistin “Geçici” Yönetiminin “kontrolüne bırakılan” Batı Şeria’daki topraklar bile duvarla bölünmüş, Filistin kontrolündeki bölgenin bütünlüğü tamamen bozulmuş ve (duvar vasıtasıyla) bu bölgelerde de İsrail kontrolü yine sağlanmış durumdadır.
İsrail’in, Suriye, Irak ve Lübnan’daki çatışma ortamından, yayılan istikrarsızlık ve bölünmüşlükten memnun olduğuna şüphe bulunmamaktadır. Bazılarına göre bölgede İsrail ile İran arasında Suriye, Irak ve Lübnan’da silahlı bir çatışma zaten başlamıştır. İsrail Bölgesel İşbirliği Bakanı Tzachi Hanegbi’nin “ülkesinin iki yıldan bu yana bölgede İranlıları öldüren tek ülke” olduğuna işaret etmesi ve bununla öğünmesi herhalde dikkat çekici olmalıdır.
Her şeyden önce kendi halklarından “korkan” ve varlıklarını dış güçlerin desteğine “bağlayan” bölge Arap rejimlerinin ve yönetimlerinin İsrail’in gün ve gün sertleşen ve barışçı (iki devletli) çözümden uzaklaşan Filistin politikasıyla “fazla” ilgilenmedikleri de açıktır. Riyad ve Abu Dabi’deki yönetimler dikkatlerini artık İsrail’e değil Körfezin doğusuna İran’a çevirmiş gözükmektedir. Bu durumda ne İsrail ne de ABD’nin İsrail politikalarına verdikleri destek birçok Arap başkentindeki yönetimlerde tepki yaratmamaktadır.
Arap halkları için ise durumun daha farklı olduğuna ve Arap halklarının (kendilerinden kopuk yönetimlerine rağmen) Filistin sorununa ilgilerinin devam
ettiğine inanılmaktadır. Ancak Arap halklarının da Filistin sorununa desteğinin ne ölçüde devam ettiğini söylemek oldukça zor gözükmektedir. Arap Baharının başarısızlığıyla daha demokratik, daha çoğulcu, daha temsili yönetimlerce idare edilme şansını kaybetmiş gibi gözüken; içlerindeki etnik, din, mezhep, aşiret temelindeki bölünmeleri önleyemeyen Arap halklarının kendi çözülemeyen sorunlarıyla uğraşma ve boğuşma noktasına getirildiği izlenmektedir.
Trump Yönetimi iktidara geldiğinden bu yana Filistin sorunu konusunda Başbakan Netanyahu çizgisinde kararları arka arkaya uygulamaya geçirmiştir. ABD’nin Filistin Mültecilerine Yardım Ajansına yaptığı yıllık katkıyı kesmesi, Vaşington’daki FKÖ ofisinin kapatılması, ABD’nin Filistin yanlısı tutumunu gerekçe olarak göstererek (İsrail ile birlikte) UNESCO’dan ayrılması bu kararlar arasındadır.
Trump Yönetimi geçen yıl Filistinliler aleyhindeki tutumunu daha da sertleştirmiş, İsrail’in topraklarını genişletme politikasına destek vermeye başlamıştır. ABD ilk önce Tel Aviv’deki Büyükelçiliğini Kudüs’e taşımaya karar vermiş, Kudüs’ün İsrail’in başkenti olduğunu kabul ederek, işi Doğu Kudüs’ün İsrail tarafından ilhakını tanımaya kadar götürmüştür.
Başkan Trump daha sonra İsrail’in genişleme politikasını desteklemeyi sürdürmüş, ABD bu kez de İsrail’in Golan Tepelerini ilhakını tanımıştır. İsrail Golan’ı 1967 Savaşı sırasında Suriye’den ele geçirmiş, stratejik öneme ve su kaynaklarına sahip bu bölgeyi 1981 yılında ilhak etmiştir. ABD Dışişleri Bakanının son olarak Batı Şeria’daki Yahudi yerleşim birimlerinin uluslararası hukuka aykırı olmadığını açıklamasının da, Batı Şeria’nın bu bölgelerinin İsrail tarafından ilhakı halinde, Vaşington’un İsrail’in bu kararını tanımaya hazırlandığına işaret ettiği anlaşılmaktadır.
Esasen Trump Yönetiminin bir süreden beri hazırladığı “asrın çözümü” adı da verilen Filistin sorununu bitirmeyi “amaçlayan” planın, Doğu Kudüs ve Batı Şeria’daki Yahudi yerleşim birimlerinin bulunduğu toprakları İsrail’e bıraktığı, konuyla ilgili dış basında çıkan haberlerden, ortaya çıkmaktadır. Trump Yönetiminin Filistin “Barış” Planı henüz açıklanmamıştır.
Planla ilgili eldeki bilgiler şimdilik basına sızdırılanlarla sınırlıdır. Plana mali “destek” bulmak için Bahreyn’de yapılan mali katkı konferansı başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Planın açıklanması sürekli olarak ertelenmekte, İsrail seçimlerinin sonuçsuz kalması da buna “gerekçe” olarak gösterilmektedir. Bununla birlikte Filistinliler şimdiden bu planı kabul etmeyeceklerini, Trump
yönetimi altındaki ABD’nin İsrail ile Filistinliler arasında “dürüst arabulucu” olma niteliğini zaten kaybettiğini birçok kez açıklamışlardır.
Başkan Trump’ın İsrail Başbakanı Netanyahu ile kurduğu yakın ilişkinin kaçınılmaz olarak ABD iç politikasını ilgilendiren bir yanı vardır. Başkan Trump 2016 seçim kampanyası sırasından bu yana ABD Yahudi lobisi ile yakın ilişkiler içine girmiş bulunmaktadır. ABD Temsilciler Meclisi’nde devam eden azil süreci ve 2020 Kasım ayında yapılacak Başkanlık seçimi Başkan Trump’ın Yahudi lobisinin desteğine ihtiyacını arttırmaktadır.
Yahudi lobisinin ABD Kongresi’nde son derece güçlü olduğu; çok sayıdaki Kongre üyesinin bu lobi ile yakın ilişkiler içinde bulunduğu bilinmektedir. Başkan Trump’ın azil sürecini durdurmak için Kongre’nin Senato kanadına ihtiyacı bulunmakta; Trump Yönetimi büyük ihtimalle bu çerçevede Yahudi lobisinin desteğini gerekli ve zamanlı olarak değerlendirilmektedir.
Konunun bir de İsrail iç politikasını ilgilendiren bir yanı bulunmaktadır. İsrail’de kısa sürede 2 kez yapılan erken parlamento seçimlerine rağmen yeni bir hükümet kurulamamıştır. İsrail’in önümüzdeki haftalarda 3. bir seçime gitmesi ihtimali artmaktadır. İsrail tarihinde benzeri görülmemiş bu siyasi zorluğa bir de İsrail Başsavcısının Başbakan Netanyahu hakkında dava açılması kararı eklenmiştir.
Netanyahu 2009 yılından bu yana kesintisiz olarak Başbakanlık görevini sürdürmekte olup; 1996-99 yılları arasında da 3 yıla yakın bu makamda bulunmuştur. İsrail tarihinde en uzun Başbakanlık görevinde bulunan kişi sıfatını kazanan Netanyahu rüşvet, görevi kötüye kullanma ve sahtekarlık suçlamalarıyla karşı karşıya bulunmaktadır.
İsrail kanunlarına göre hakkında dava açılması Başbakan Netanyahu’nun görevi bırakmasını zorunlu kılmamaktadır. Buna rağmen mahkeme sürecinin başlamasının gerek seçimlerde, gerek Likud Partisi içinde Netanyahu’nun durumunu zayıflatacağına işaret edilmektedir. Trump Yönetiminin Batı Şeria ile ilgili son kararının bu çerçevede Başbakan Netanyahu’nun durumunu güçlendirmeye yönelik bir adım olarak da görülmesi kaçınılmaz olmaktadır.
Paylaş