Paylaş
ABD’nin İran’da misilleme için seçtiği hedefler arasında kültürel yapıların da bulunduğunun anlaşılması, İran’dan gelen ABD’nin uluslararası hukuku ihlal etmekte olduğu iddialarını arttırıyor. Başkan Trump ise İran’ın zaten uluslararası hukuku ihlal eden bir ülke olduğunu ve Tahran’ın bu yönde şikayetler ileri sürme “hakkı” olmadığını belirtiyor.
Başkan Trump, sadece İran’ı tehdit etmekle kalmıyor; Irak’taki ABD üslerinin ve askeri varlığının çekilmesi konusunda ısrarlı olması halinde Bağdat’ın da “ağır bir fiyat” ödeyeceğini ifade ediyor. Trump Yönetimi’nin (ABD askerlerinin ülkeden çekilmesini Vaşington’dan resmen istemesi halinde) Bağdat’a karşı İran’a uygulananlara benzer yaygın ekonomik yaptırımlara hazırlandığı anlaşılıyor. Başkan Trump, Irak’taki Amerikan üsleri için harcanan büyük meblağların dahi Irak tarafından Vaşington’a ödenmesi gerektiğinden bahsediyor.
Bundan önceki yazımda Bağdat’taki ABD Büyükelçiliğine yapılan Haşdi Şabi saldırısının Vaşington’da algılanış biçiminin farklı olabileceğine değinmiştim. Diplomatik misyonlar önünde barışçı gösterilerin yapılması olağandır ve Dünya’da birçok örneği bulunmaktadır. Ancak bu gösterilerin “barışçı” olmaktan çıkması ve şiddette dönüşmesi uluslararası hukukun açık bir şekilde ihlali anlamına gelmektedir.
Diplomatik misyonlar ve diplomatlar bulundukları ülkelerin koruması altındadır ve bunlara yöneltilen her türlü şiddet olayı doğrudan görev gördükleri ülkelerin sorumluluğu altındadır. Bağdat’ta ABD Büyükelçiliği önünde şiddete dönüşen gösterilerin kaçınılmaz olarak Vaşington’da akıllara 1979 yılında Tahran ve 2012 yılında Bingazi’de ABD diplomatik misyonlarını içine alan olayları getirdiğini düşünmek gerekmektedir.
İran’da Şah rejiminin devrilmesi ve yerine Şii teokrasisinin kurulmasından sonra ABD-İran ilişkileri hızla bozulmaya başlamış, Humeyni rejimi tarafından desteklenen ve öğrenci oldukları ifade edilen bir grup genç Tahran’daki ABD Büyükelçiliğine zorla girerek, Büyükelçilikteki 52 Amerikan diplomatını rehin almışlar ve Tahran ABD Büyükelçiliği krizi 444 gün sürmüştür. Daha sonra da birçok film ve romana konu olan bu krizin gölgesinin aradan geçen 30 yıla rağmen ABD-İran ilişkileri üzerinden kalktığını söylemek mümkün değildir.
Başkan Trump’ın İran’da 52 hedef seçildiğini ifade etmesi ile ABD Büyükelçiliğinde rehine alınan 52 Amerikalı diplomat arasındaki ilişki açıktır. Bu durum bile Amerikan yönetimleri ve Amerikan halkının 1979 Tahran Büyükelçilik krizini “unutmadığını”, bu olayın Vaşington ile Tahran arasındaki ilişkileri “zehirlemeye” devam ettiğini göstermektedir.
Tahran’daki ABD Büyükelçiliğinin Humeyni tarafından desteklenen bir grupça ele geçirilmesi ve rehine alınan Amerikalı diplomatların “casuslukla” suçlanmaları, diplomatların gözleri kapanmış resimleri kısa sürede ABD içinde bir iç politika sorunu haline de gelmiştir. Özellikle ABD’nin düzenlediği “kurtarma operasyonunun” (Kartal Pençesi Operasyonu) başarısızlıkla sonuçlanması, İran ortalarında bir çöle mecburi iniş yapmak zorunda kalan 2 helikopterin zarar görmesi ve başarısız operasyon sırasında 8 Amerikalı askerin hayatını kaybetmesi Amerikan iç politikasını iyice karıştırmıştır.
Uzun süren işgal sırasında İranlıların Büyükelçilikte kağıt kıyma makinesinden geçirilen gizli evrakları onardıkları ve bu yazışmaları Amerikalı diplomatlara karşı casusluk suçlamasıyla yapılacak yargılama sürecinde kullanacakları yönündeki haberler Vaşington-Tahran ilişkilerini daha da germiştir.
Sonuçta Tahran Büyükelçilik krizi Cezayir’in araya girmesiyle 1981 yılı Ocak ayında çözülmüş, ABD’nin bazı şartları kabul etmesiyle İran 52 Amerikalı diplomatı serbest bırakmıştır. ABD’nin Cezayir Mutabakatıyla kabul ettiği hususlar arasında İran’a ait ABD’de bankalarda bulunan paranın bir bölümünün serbest bırakılması, hatta Vaşington’un İran “iç işlerine karışmama” taahhüdü de bulunmaktadır.
Tahran Büyükelçilik krizini tetikleyen olaylar arasında ABD’nin Tahran’dan kaçarak ilk önce Mısır’a sığınan İran Şahı Rıza Pehlevi’yi tedavi amacıyla ABD’ye kabul etme kararı da bulunmaktadır. ABD 2. Dünya Savaşı’nın bittiği yıllardan itibaren İran iç işlerine karışmaya başlamış, İran Şahı Pehlevi’nin Vaşington’la yakın ilişkileri de yine bu dönemlerde başlamıştır. ABD’nin, İngiltere ile birlikte, 1953 yılında milliyetçi politikalar uygulayan Başbakan Musaddık’ı deviren darbenin arkasında olduğu, o dönemden sonra Şah’ın giderek ABD’ye bağımlı hale geldiği bilinmektedir.
Tahran Büyükelçilik krizi sırasında ABD Başkanı Carter, İran’la diplomatik ilişkileri kesmiştir. Vaşington ile Tahran arasında, aradan geçen 30 kadar yıl sonra, bugün de diplomatik ilişki bulunmamakta, İran’da ABD menfaatleri İsviçre, ABD’de İran menfaatleri Pakistan Büyükelçilikleri tarafından temsil edilmektedir. ABD-İran ilişkilerinin 1980 yılından beri çok bozuk gitmesine rağmen, ABD ve İran politikalarının Trump Yönetimine kadar Afganistan ve Irak’ta zaman zaman örtüştüğünü de söylemek gerekmektedir.
Gerçekten de ABD, Afganistan’da Taliban ve Irak’ta Saddam Hüseyin rejimlerini ortadan kaldırarak Tahran’ı doğu ve batısındaki iki “düşmandan” kurtarmış, Irak’ta son dönemlere kadar Saddam Hüseyin ve Baas kalıntıları ile DEAŞ’a karşı mücadelede Vaşington ve Tahran adeta “işbirliği” içinde hareket ediyor görüntüsü bile vermişlerdir. Ancak DEAŞ’in büyük ölçüde yenilmesinden sonra ABD ile İran arasında Irak’taki rekabet birden açığa çıkmış ve “alevlenmiştir”.
Bunda Trump Yönetiminin İran karşıtı politikalarının rolü olduğu da izlenmektedir. Obama Yönetimi sırasında Vaşington Tahran’a karşı tutumunu oldukça yumuşatmış, ABD Dışişleri Bakanı Kerry İran Dışişleri Bakanı Zarif’le görüşmeye başlamış, hatta iki ülke liderleri (Obama ve Ruhani) arasında bir görüşmeden bile söz edilmeye başlanmıştır. Başkan Trump Obama Yönetimi sırasında imzalanan Nükleer Anlaşmaya baştan itibaren karşı çıkmış, Obama’yı İran’a karşı “zayıf” olmakla suçlamıştır.
İran ABD iç politikasında 1979’lardan bu yana rol oynamaya devam etmektedir. Başkan Jimmy Carter’in 1980 yılında Başkanlık Seçimini kaybetmesinde Tahran Büyükelçilik krizini “iyi yönetememesinin” önemli bir rolü bulunduğuna hep işaret edilmiştir. Başkan Carter 1980 seçiminde Cumhuriyetçi Partiden rakibi Ronald Reagan’a karşı çok açık farkla seçimi kaybetmiş, Carter’in İran’daki rejime karşı “kararlı” davranamamasının Vietnam Savaşı’ndan sonra ABD’nin karşılaştığı en büyük “yenilgi” olduğuna inanılmıştır.
Carter’dan sonra Vaşington’da iktidara gelen Reagan’ın İran politikası da son derece ilginçtir. Vaşington’un Saddam Hüseyin Irak’ını İran’a saldırmaya kasti olarak teşvik ettiğine inananların sayısı oldukça çoktur. Her halükarda ABD 1980-1988 yılları arasında 8 yıl süren Irak-İran Savaşı sırasında iki tarafa da silah satmış, İran’a Kongre kararları çiğnenerek ABD kanunlarına aykırı olarak satılan silahlardan elde edilen paralar Orta Amerika’daki gizli CIA operasyonlarında kullanılmıştır. ABD’de daha sonra patlak veren İran-Kontra Skandalı Reagan’ın ülkede bıraktığı çok olumlu imaj ve mirası oldukça sarsmıştır.
ABD diplomasi tarihinde iç politikada çok fazla etki bırakan diğer bir Büyükelçilik baskını da Kaddafi’nin devrilmesi ve öldürülmesinden sonra Libya’da yaşanmıştır. 2012 yılında Bingazi’deki ABD diplomatik temsilciliği El Kaide bağlantılı olduğu sonradan ifade edilen bir kalabalık (Ansar El-Şaria adlı bir örgüt) tarafından basılmış, şiddete dönüşen terör saldırısı sırasında diplomatik temsilcilik ateşe verilmiş, çıkan yangında ABD Büyükelçisi ve bir Büyükelçilik çalışanı hayatını kaybetmiştir.
Saldırganlar daha sonra diplomatik temsilciliğin biraz uzağında CIA tarafından kullanılan bir binayı da basmışlar, bu olayda da 2 CIA çalışanı hayatını kaybetmiştir. Bingazi saldırılarında toplam 4 Amerikalının hayatını kaybetmesi ve saldırıların 11 Eylül günü gerçekleşmiş olması ABD’de büyük bir infial yaratmış, Dışişleri Bakanlığı’nda diplomatik güvenlikten sorumlu Bakan Yardımcısı görevinden ayrılmak zorunda kalmıştır.
Bingazi diplomatik temsilcilik baskını olayı 2016 Başkanlık seçim kampanyası sırasında Trump tarafından Demokrat Partili rakibi ve olay sırasında ABD Dışişleri Bakanı olan Hillary Clinton’a karşı çok geniş şekilde kullanılmıştır. Trump, Clinton’u Bingazi’de gerekli önleyici tedbirleri almamak ve saldırı sonrası pasif davranmakla suçlamış, bu olayla Clinton’un e-posta sunucusundaki elektronik mesajların silinmesi arasında bağ kurmuştur.
ABD’nin Tahran ve Bingazi diplomatik temsilciliklerinde meydana gelen bu geçmiş olayların Amerikan kamuoyu ve seçmenindeki hassasiyeti arttırdığına şüphe yoktur. Büyük ihtimalle Başkan Trump da Bağdat Büyükelçiliği saldırısına tepki göstermek yoluyla bu hassasiyeti kullanmak istemiştir. Başkan Trump’ın Kasım Süleymani’nin öldürülmesinden sonra sadece Amerikan bayrağını gösteren bir “tweet” atması bu durumu bütün açıklığıyla göstermektedir. Başkan Trump’ın 2020 Başkanlık seçiminde de İran’ı ve İran’la ilişkileri ön plana çıkartmak isteyebileceği akla gelmektedir.
40 yıla yaklaşan diplomasi mesleğindeki tecrübelerim sırasında Büyükelçiliklerdeki güvenlik sorununun giderek büyüdüğünü izledim. ABD’nin küresel bir güç olarak diplomatik misyonları uzun bir süreden beri terörist grupların tehdidi altında kalmıştır. 1983 yılında genç bir diplomat olarak Beyrut’ta görev gördüğüm bir dönemde Beyrut’taki ABD Büyükelçiliğine arabalı bomba ile saldırı gerçekleştirildiğini ve Büyükelçiliğin önemli bir bölümünün yıkıldığını gayet iyi hatırlıyorum. ABD’nin o zaman Suriye’deki Hafız Esat rejimini sorumlu tuttuğu bu saldırıda 17si Amerikalı olmak üzere 63 kişi hayatını kaybetmişti.
1970’lerden başlayarak Dünya’nın birçok yerinde çok sayıdaki ABD diplomatik misyonunun saldırıya uğradığı, bu saldırılarda 5 ABD Büyükelçisinin de hayatlarını kaybettikleri bilinmektedir. Bu saldırlar arasında 19 Ağustos 1974 tarihinde Kıbrıslı Rumların Lefkoşa’daki ABD Büyükelçiliği önünde yaptıkları gösteri sırasında bir EOKA mensubunun Büyükelçiliğe girerek ABD Büyükelçisi ve sekreterini öldürmesi olayı da bulunmaktadır. Ancak bu saldırı, Tahran ve Bingazi Büyükelçilik olaylarının aksine, ABD’de bir iç politika malzemesi haline getirilmemiş, Amerikan kamuoyunun Kıbrıs Rumları aleyhine kışkırtılması amacıyla kullanılmamıştır.
Kendi diplomatik misyonlarına yapılan onca saldırıya rağmen ABD, 70’li ve 80’li yıllarda Türkiye’ye Ermeni terörizmi konusunda gerekli desteği sağlamamıştır. Ermeni terör örgütleri, aralarında Viyana, Paris, Belgrad ve Vatikan Büyükelçilerimiz ile Los Angeles ve Sidney Başkonsoloslarımızın da bulunduğu, çok sayıda diplomatımızı ve aile fertlerini Avrupa ve ABD’de şehit ettiğinde, birçok diplomatik misyonumuza saldırılar düzenlendiğinde Türkiye Avrupalı müttefiklerinden de aradığı desteği bulamamış; tam tersine bu terör saldırıları ve Türk diplomatları ile vatandaşlarının Ermeni terör örgütleri tarafından şehit edilmesi Batı basını tarafından Ermeni soykırım iddialarının yayılması ve haklı kılınması için kullanılmıştır.
Bugün bile kendi diplomatik misyonlarına geçmişte yapılan saldırıları unutmayanlar ve intikam alma isteğini ortaya koyanlar, Ermenistan’ın Yerevan şehrindeki Yerablur askeri mezarlığında düzenlediği terör saldırılarında çoğu Türk diplomat 46 kişiyi öldürdüğü ve 299 kişiyi yaraladığı bilinen ASALA terör örgütü ve teröristleri için özel bir bölüm ayrıldığını ve bir de anıt dikildiğini görmezden gelmekte ve Parlamentolarından tarihi Ermeni soykırım iddialarını kabul eden kararlar geçirtmekte bir sakınca görmemektedir.
Konunun diğer ilginç ve ironik bir yanı da bugün bu ülkelerin Türkiye’den, Türk diplomatik misyonlarına saldıran ve Türk diplomatlarını şehit eden Ermeni terör örgütlerini başkentinde anıt ve büstlerle “şereflendiren”, Ermenistan’la ilişkilerini yakınlaştırmasını istemeleridir.
Paylaş