Paylaş
Geçen hafta 20 Aralık günü İstanbul Kültür Üniversitesi Küresel Eğilimler Merkezi (GPOT) tarafından düzenlenen “Doğu Akdeniz’de Enerji, Güvenlik ve Uluslararası Hukuk” başlıklı toplantıda Türkiye açısından konunun çeşitli yanları masaya yatırılarak incelendi.
Toplantıda Dışişleri Bakanlığı’nda Yunanistan ve Kıbrıs ile ilişkilere de bakan Denizcilik, Havacılık, Hudut İşleri Genel Müdürü Çağatay Erciyes, Doğu Akdeniz’deki gelişmeler konusunda Türkiye’nin tutumu konusunda bilgi verdi. Büyükelçi Erciyes’in sunumu Türkiye’nin Doğu Akdeniz politikasının uluslararası hukuk çerçevesinde oluşturulduğunu bütün açıklığıyla gösterdi.
Toplantıya katılan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde eskiden Dışişleri Bakanlığı da yapmış olan Lefkoşa Milletvekili Özdil Nami’nin “Kıbrıs Sorunu” başlıklı sunumu, Kıbrıs Rum tarafının masada görüşmeler yoluyla çözüme niçin yanaşmadığının anlaşılması bakımından çok yararlı oldu. Kıbrıs Rum tarafının çözümden değil Ada’da kendi lehlerine geliştiğini düşündükleri statükodan yana tutumlarının Kıbrıs sorununun çözümünde en büyük engeli oluşturduğu, Türkiye’nin bu engeli nasıl aşması gerektiğini ortaya çıkartması gerekmektedir.
Toplantıda bulunan ve bir oturumun moderatörlüğünü yapan Dışişleri eski Bakanlarımızdan Murat Karayalçın’ın verdiği bazı bilgiler Kıbrıs sorununda bugün karşılaşılan çözümsüzlüğün Yunanistan ile Kıbrıs Rum tarafından kaynaklanan nedenlerinin anlaşılması konusuna ışık tuttu.
Toplantıya katılan ve oturumlarda konuşan hocalarımız Prof. Dr. Cüneyt Yüksel, Prof.Dr. Selami Kuran, Prof.Dr. Ceyhun Çiçekçi, Prof.Dr. Nurşin Ateşoğlu Güney, Doç.Dr. Zuhal Mert ve DEİK’ten Muhammed Ammash, Türkiye’nin bölge ülkeleriyle ilişkilerini, deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasındaki hukuki çerçeveyi ve Türkiye’nin Libya ile imzaladığı mutabakat muhtırasını daha iyi anlamamızı sağladılar. Konuşmacılar Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de karşılaştığı sorunların boyutlarını ortaya koydular.
Toplantı Prof. Dr. Mensur Akgün ve Prof. Dr. Cüneyt Yüksel’in konuşmalarıyla açıldı; toplantıdaki “Türkiye Ne Yapmalı?” oturumu emekli Büyükelçi Erdoğan İşcan tarafından yönetildi.
Denizlerden kaynaklanan sorunlar tabii ki Doğu Akdeniz’e özgün değildir. Güney Çin Denizi’nde Çin Halk Cumhuriyeti, Vietnam, Filipinler, Malezya ve Brunei hem bu denizdeki adacıklar (Spratly ve Paracel Adaları) üzerinde, hem de deniz sınırlarının tespiti konusunda, ABD’nin de karışmasıyla küresel boyutlar kazanan, ciddi bir anlaşmazlık içindedir.
Karadeniz de bile deniz yetki alanlarının çizilmesi konusunda önümüzdeki dönemlerde potansiyel çatışma alanları ortaya çıkmıştır. Her ne kadar Karadeniz deniz yetki alanları konusundaki sorunlar Türkiye’yi doğrudan ilgilendirmiyor ve Ukrayna ile Rusya ve Gürcistan arasında yaşanıyor ise de Karadeniz’in istikrarı konusu Türkiye’nin doğrudan ilgi alanı içindedir.
Karadeniz’deki sorun Kırım’ın Rusya tarafından ilhakı ve Abhazya’nın Gürcistan’dan kopmasıyla ilgilidir. Kırım’ı ilhak eden ve kendi toprağı sayan Rusya, Kırım Yarımadası nedeniyle şimdi Karadeniz’in kuzeyindeki bölgede çok büyük bir denizalanı üzerinde de hak iddiasında bulunmaktadır. Rusya’nın desteğiyle Gürcistan’dan koptuğunu açıklayan Abhazya’nın da ilerde Karadeniz’de deniz yetki alanı talebinde bulunacağını düşünmek mümkündür.
Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanlarının sınırlandırılması sorununun bölgede devam eden siyasi sorunlar sebebiyle daha da karmaşık hale geldiği açıktır. Bu sorunların başında elbette Kıbrıs konusu başta gelmektedir. Ancak Filistin Sorununun halledilememesi, Lübnan’la İsrail arasında savaş halinin devamı karadaki sorunların denizde devamı anlamına gelmektedir. Lübnan-İsrail sınırının çizimiyle ilgili sorun denizde devam etmekte, önemli bir deniz alanında Lübnan ve İsrail deniz yetki alanları iddiaları da üst üste oturmaktadır.
Kıbrıs sorununun uzun yıllardan bu yana süren müzakerelere rağmen çözülememesinin Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanlarının sınırlandırılması konusunu daha da karmaşık hale getirdiği muhakkaktır. Kıbrıs Rumları deniz yetki alanları konusunda da Kıbrıs Türk tarafını yok farz ederek kararlar alabileceklerini ve bu kararları uygulayabileceklerini düşünmekte ve bu şekilde hareket etmektedir. Bu Kıbrıs Rum Kesimi’nin Ada’nın yönetimini ve Ada’nın zenginliklerini Kıbrıs Türkleriyle paylaşmama kararlılığının şimdi denizlere yansımasıdır.
Kıbrıs Rum Kesimi 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Kıbrıs sorununun patlak vermesinden bu yana, Ada’da meydana gelen bütün değişikliklere rağmen, Kıbrıs Türk Toplumunun siyasi eşitliğini kabul etmemiş, 1960’da kurulan Kıbrıs Cumhuriyetinin çöküşü dahil, bütün meseleler Kıbrıs Rum Kesimi’nin bu tutumu
nedeniyle ortaya çıkmıştır. Bugün de Kıbrıs Rum Kesimi aynı tutumunu Ada çevresinde denizlerde yatan zenginlikler için devam ettirmekte; bir yandan Kıbrıs Türk Toplumunun kendisini yönetme ve Ada’nın siyasi geleceğinde eşit rol oynama hakkını kabul etmezken, diğer yandan Kıbrıs Türk toplumu Ada’da yokmuş gibi hareket edebileceğini zannetmektedir.
Bu durumda Türkiye’nin Kıbrıs Türk Toplumunun haklarını Kıbrıs Adasının etrafındaki denizlerde de koruması bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır. Kıbrıs Rum Kesimi’nin Kıbrıs Türklerinin yaptığı Ada etrafındaki denizlerdeki zenginliklerin kurulacak ortak bir komite ile yönetilmesi konusundaki teklifini kabul etmemesi, Kıbrıs sorununun çözümü yönünde kullanılabilecek bir konuyu, şimdi Ada’da bir kez daha çatışma tehlikesi yaratan bir sorun haline dönüştürmektedir.
Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de karşısına çıkan tek sorun Kıbrıs Rum Kesimi’nin Kıbrıs sorununun çözümünü engelleyen ve Kıbrıs Türklerinin Ada’daki haklarını hiçe sayan tutumu değildir. Yunanistan da Ege Denizi’ndeki maksimalist tutum ve isteklerini bu kez, Türkiye’ye sadece 2 km kadar uzaklıkta olan 12 km2 büyüklüğündeki ve üzerinde sadece (sağlanan destekle) 490 kadar nüfusun yaşadığı Meis Adasını da kullanarak, Doğu Akdeniz’e sirayet ettirmektedir.
Yunanistan’ın adaları kullanarak Doğu Akdeniz’de büyük yetki alanlarına sahip çıkma ve kendi deniz yetki alanı ile Kıbrıs Rum Kesimi deniz yetki alanını komşu haline getirmek suretiyle Türkiye’yi, bu kez de Doğu Akdeniz’de (hemen hemen) kendi karasularına sıkıştırmak isteği maksimalist bir yaklaşımdır. Türkiye’nin Ege Denizi’nde olduğu gibi Doğu Akdeniz’de de Yunanistan’ın maksimalist egemenlik ve deniz yetki alanları isteklerini kabul etmesi imkanı bulunmamaktadır.
Yunanistan’ın Dünya’ya lanse etmeye çalıştığı gibi Atina’nın bu maksimalist tutumları uluslararası hukuka da uygun değildir. Yunanistan her şeyden önce uluslararası hukukun temeli olan hakların adil bir şekilde kullanılması kuralını ihlal etmektedir. Yunanistan’ın küçücük bir adayı kullanmaya çalışarak Akdeniz’e 1792 km uzunluğunda kıyısı olan Türkiye’yi kendi karasuları içine hapsetmek isteğinin hiçbir adil yanı olmadığı çok açıktır.
Sorunun temelinde Yunanistan’ın Ege Denizi gibi Akdeniz’in de “yarı kapalı bir deniz” olduğunu ve buralarda haklarını ancak Türkiye’nin haklarını dikkate alarak kullanabileceğini ve denizlerden doğan hakların kıta ülkeleri arasında paylaşılması gerektiğini görmemesi yatmaktadır. Türkiye’nin Ege ve Akdeniz’deki haklarından vazgeçmeyeceğini göstermesi ve bu konudaki kararlılığı Atina’da
hırçınlık ve kızgınlık yaratmakta, Yunanistan bu konuda Türkiye ile iyi niyetli görüşmeler yapmak yerine Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği gibi uluslararası kuruluşların kapısını çalmaktadır.
Ege Denizi’nde olduğu gibi Akdeniz’de de Birleşmiş Milletlerin Yunanistan’ın Ege ve Akdeniz’deki aşırı, maksimalist tutum ve isteklerine arka çıkması mümkün değildir. Yunanistan 1975 yılında Ege Denizi’nde sorunlar yaşandığı bir dönemde sorunu BM Güvenlik Konseyi’ne götürme girişiminin nasıl sonuçlandığını herhalde hatırlamaktadır. Ama Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi’nin bu kez sorunu Avrupa Birliğine taşıma girişimlerinde bulundukları ve Brüksel’den de bu konuda “yüz buldukları” izlenmektedir.
Halbuki Doğu Akdeniz’deki yetki alanlarının sınırlandırılması konusunda AB’nin taraf tutması ve bir uluslararası mahkeme gibi davranmaya kalkması son derece yanlış bir tutumdur. AB, bölünmüş ve iç sorunlarını halletmemiş olduğu halde, Kıbrıs Rum Kesimini mükâfatlandırır bir şekilde, kendi kurallarını bile çiğneyerek, üyeliğe kabul ederek Kıbrıs’ta sorununun çözümsüzlüğünü destekleme durumuna düşmüştür. Şimdi de Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi’nin Doğu Akdeniz’deki aşırı taleplerini destekleyen tutumlara girmekle bu sorunların görüşmeler yoluyla çözümlenmesini engelleme durumuna düşmekte, kendisini ilerde bütün denizlerden kaynaklanan sorunlar konusunda maksimalist pozisyonları da desteklemek durumuyla karşı karşıya bırakmaktadır.
Dikkat edilmeyen bir husus Yunanistan’ın, sadece Türkiye’ye değil, Libya ve deniz yetki alanı sınırı paylaştığı iddiasında bulunduğu Mısır’a karşı izlediği maksimalist tutumdur. Yunanistan Girit Adasını ve güneyindeki küçük adaları kullanarak Libya’nın deniz yetki alanlarını da almak istemiştir. Libya’daki Ulusal Mutabakat Hükümeti Türkiye’nin tutumunu kabul ederek ve Türkiye ile deniz yetki alanları sınırlaması yapan Mutabakat Muhtırasını imzalayarak Libya’ya (Yunanistan tarafından el konulmaya çalışılan) çok geniş bir (Girit Adasının güneyinde) deniz yetki alanı kazandırmıştır.
Yunanistan’ın esasında Mısır ile deniz yetki alanı sınırı bulunmamaktadır. Türkiye’nin Libya ile imzaladığı Mutabakat Zaptıyla ilan ettiği haritada bu durumu çok açık olarak göstermektedir. Ancak, Yunanistan kendi aşırı isteklerini ve Türkiye’yi Doğu Akdeniz’de karasularına sıkıştırma planını devreye sokabilmek için Mısır’ı da kullanmaya ve Mısır ile bir deniz yetki alanları anlaşması imzalamaya çalışmaktadır.
Mısır 2000’li yılların başında başlayan bu Atina oyununa şimdiye kadar düşmemiş ve Yunanistan ile bir anlaşma imzalamamıştır. Mısır Yunanistan’la bir Anlaşma imzalarsa, bu Anlaşma kendi haklarını dikkate almadığı için Türkiye tarafından tanınmayacağı gibi, Mısır’a da (Yunanistan lehine) çok büyük bir deniz yetki alanı kaybettirecektir. Bu durumun Mısır kuruluşları tarafından da görüldüğü Mısır basınına da yansıyan bazı yazışmalardan ortaya çıkmaktadır. Maksimalist Yunanistan tutumu karşısında Libya gibi Türkiye’yi desteklemek ve Türkiye ile anlaşmak Mısır’ın da lehine olacaktır.
Türkiye, Doğu Akdeniz’deki (deniz tabanındaki yetki alanını gösteren) kıta sahanlığı alanını ilan etmiş ve Libya ile bu konuda anlaşmıştır. Türkiye’nin ilerde ilan edebileceği (denizin üst kısmında sularda bulunan haklarını kapsayan) münhasır ekonomik bölgesinin sınırlarının da bu haritayı esas alacağını düşünmek mümkündür. Türkiye’nin ilan ettiği bu sınırlar içinde deniz tabanında petrol ve doğal gaz aramak artık tamamen Türkiye’nin egemen hakları içindedir. Türkiye bu haklarını gerekirse askeri tedbirlerle de koruyacağını zaten ilan etmiş bulunmaktadır.
Türkiye’nin ilan ettiği deniz yetki alanları sınırları içinde deniz tabanında boru hattı çalışmaları yapmak da artık tamamen Türkiye’nin iznine bağlıdır. Bu çerçevede çok yakın bir ihtimal olarak gözükmese de, İsrail ve Mısır doğal gazının boru hattı ile (Kıbrıs ve) Yunanistan üzerinden Avrupa’ya taşınması Türkiye’nin işbirliğine bağlı olacaktır. Doğu Akdeniz’de Türkiye’yi dışında bırakacak işbirliği modellerinin işlemeyeceği Ankara tarafından çok uzun bir zamandan beri zaten vurgulanmaktadır.
Doğu Akdeniz’deki denizden kaynaklanan sorunların çözümünün barışçı yollarla ve görüşmelerle olması Türkiye’nin isteğidir. Bu nedenle Türkiye konuyu (muhatabı Kıbrıs Türkleri olan) Kıbrıs Rum Yönetimi dışında tüm taraflarla görüşmeye ve masaya oturmaya hazır olduğunu ilan etmektedir. Ancak, Doğu Akdeniz’deki durum (Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetiminin tutumu) Türkiye’nin her türlü olasılığa hazır olmasını gerektirmekte, Türk Savunma Sanayinin gelişmesi (Türk yapımı İHA’ların başarısı ve Anadolu yarı uçak gemisinin 2020’de hizmete girecek olması) bu yönde Türkiye’nin elini güçlendirmektedir.
Paylaş