Almanya Başbakanı Angela Merkel’in kademeli olarak siyasete veda edeceğini açıklaması şüphesiz ülke sınırlarını aşan bir etkiye sahip olacak.
Önümüzdeki günlerde iki kritik gelişmeye daha tanık olacağız. 4-5 Kasım’dan itibaren İran’a yönelik ABD’nin yeni yaptırımları devreye girecek. 6 Kasım’da ise ABD’de Kongre ara seçimleri yapılacak.
ALMANYA KARIŞTI
ANGELA Merkel... Son 13 yıldır uluslararası siyasetin baş aktörlerinden biri oldu. Popülizmin yükselişe geçtiği bir dönemde Avrupa’da orta yolu arayan aklı selimin lideri olarak öne çıktı. 2015’te yüzbinlerce sığınmacıya sınırı açarak büyük bir insanlık örneği sergiledi ama, Almanya’da bir kesim bu hamleyi asla affetmedi.
Merkel’in 18 yıldır lideri olduğu Hıristiyan Demokrat Birlik Partisi (CDU) Bavyera ve Hessen eyaletlerinde iki hafta arayla yapılan yerel seçimlerde ciddi oy kaybına uğradı. Ve Merkel’den geçen pazartesi bir süredir beklenen o karar geldi. CDU başkanlığından ayrılacağını, ancak 2021 seçimlerine kadar başbakan olarak yola devam edeceğini açıkladı.
Bu karar CDU’yu büyük bir fırtınanın içine sürükledi. Aralık ayındaki kurultayda halefi kim olacak? Merkel’in mülteci politikasını yerden yere vuran 38 yaşındaki Sağlık Bakanı Jens Spahn mı? Merkel ile iktidar kavgası sonrasında siyasetten ayrılan 62 yaşındaki Friedrich Merz mi? ‘Merkel’in Prenses’i diye anılan Annegrette Kramp Karrenbauer mi? Yoksa liberal kanatta yer alan Kuzey Ren Vestfalya Eyalet Başbakanı Armin Laschet mi?
Her halükârda Avrupa’da milliyetçi liderlerin popüler olduğu bir dönemde AB’nin motor ülkesi Almanya’da ülkenin en güçlü partisinin başına kimin geçeceği uluslararası siyaset açısından kayda değer bir gelişme olacaktır.
İRAN YAPTIRIMLARI
ABD’nin devreye girmesi ve iddia edilen korkunç detaylarla birlikte Suudi Arabistan’ın rolü giderek sorgulanmaya başlarken benzer şekilde Trump yönetiminin olaya yaklaşımı da soru işaretlerine yol açıyor.
ÖNCE SERT ÇIKTI
Çok değil, daha iki hafta önce 3 Ekim’de ABD Başkanı Donald Trump, bir seçim mitinginde yaptığı konuşmada Suudi Kralı’nı uyarıyordu. “Biz olmasak orada iki hafta kalamazsın” diyordu. Bayram değil seyran değil, Trump niye müttefik bir ülkeyi uyarıyordu? Çünkü Suudi Arabistan’a petrol fiyatlarını düşürmek için baskı uygulama derdindeydi.
Birkaç gün sonra ise Kaşıkçı olayı uluslararası medyada giderek büyüdü, derken ABD Kongresi’nin baskıları arttı. Sonunda Trump devreye girmişti, en yüksek perdeden konuşuyordu. ‘Olayın arkasında onlar (Suudiler) olabilir? Evet. Sonuna kadar araştıracağız ve çok sert bir cezası olacak’ ifadesini kullanıyordu.
ABD BASINI SORUYOR
Suudi yönetimi ise Trump’ın restini gördü. Suudi Dışişleri Bakanlığı yaptığı açıklamada ‘dünya ekonomisinde küresel bir aktör’ olduğu, herhangi bir ‘cezalandırmaya’ sert yanıt vereceği uyarısında bulunuyordu. Gerilim tavan yapmıştı.
Pazartesi günü Suudi Kralı Selman bin Abdülaziz ve Trump’ın telefonda görüştüğü haberleri düştü ajanslara. Trump bu kez Kaşıkçı’nın ‘haydut katiller’ tarafından öldürülmüş olabileceğini söylüyordu. ‘Kral ve oğlunun bu olaydan haberi olmayabilir’ diye algılanabilecek bir ifadeydi bu. Trump’ın Riyad’a yönelik tonu biraz düşmüştü. ABD basını, ‘Trump yönetimi cinayeti örtbasa yardım mı ediyor’ diye soruyordu.
KRİTİK BİR DÖNEM
Kaşıkçı’nın akibetiyle ilgili birçok soru ve iddia gündeme gelirken yaşananlar bölgeyi yeni bir krizle karşı karşıya bıraktı.
GÖNÜLLÜ SÜRGÜN
CEMAL Kaşıkçı kimdir? Uluslararası medyada anlatılanlara göre, ABD’de eğitim görmüş Suudi bir gazeteci. Başta Suudi Kraliyet ailesine yakın bir isim olan, bazı hanedan mensuplarına danışmanlık yapan Kaşıkçı, giderek yönetimle ters düşmeye başlamasının ardından 2017’de ABD’de gönüllü sürgüne gitti. ABD, Londra, İstanbul arasında yaşayan Kaşıkçı, Suudi yönetimini de eleştirmeyi sürdürdü.
Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın işadamlarını yolsuzluk gerekçesiyle bir otelde toplayıp onları ancak milyonlarca dolar para cezası karşısında serbest bırakmasını eleştirmişti. Bir diğer eleştirisi aktivistlerin, gazetecilerin tutuklanmasıyla ilgiliydi. AFP ajansına göre Al Jazeera kanalında 23 Mart’ta katıldığı programda Prens’i “Ben onu hâlâ reformcu olarak görüyorum, ama o bütün yetkileri elinde topluyor” diyerek eleştirmişti.
Kaşıkçı’nın tepki gösterdiği konulardan biri de Suudi Arabistan ile Katar arasındaki krizdi. S. Arabistan; BAE, Mısır ve Bahreyn ile birlikte rakibi İran ile yakınlaştığı, Müslüman Kardeşler’e sahip çıktığı gerekçesiyle Katar’ı ablukaya almıştı. Suudi Arabistan’ın Katar ile barışmasının şartlarından biri de Türkiye’nin Katar’daki askerinin geri çekilmesiydi. Katar krizi, Türkiye ile Suudi Arabistan’ın arasındaki ipleri de germişti.
ABD baskıyı arttırıyor
OBAMA yönetimi sırasında S.Arabistan ve İsrail, Ortadoğu’da ABD’nin gözünden düşen ülkeler arasında yer almıştı. Obama yönetiminin 2015 yılında İran ile yaptığı nükleer anlaşma bu iki ülkenin de hoşuna gitmemişti.Trump’ın iktidara gelmesiyle dengeler Riyad lehine gelişmiş, bir süre sonra Tahran’a yeni yaptırımların devreye girmesiyle de Suudi Arabistan daha güçlü bir konuma gelmişti.
New York Times gazetesine göre
‘Türkiye ile Almanya son yıllarda yaşanan krizlere rağmen ilişkilerin nispeten istikrarlı olduğu eski günlerine geri dönebilir mi?’
İki taraftan da gelen mesajlarda temkinli iyimserlik dikkat çekse de gidişatı daha çok bundan sonra atılacak adımlar ve tercih edilecek tonun belirleyeceği anlaşılıyor.
Her şeyden önce tarihi yol arkadaşlığının yanı sıra Almanya’da yaşayan 3.5 milyon Türkiye kökenli nedeniyle iki ülke arasında kendine has bir bağın olduğunu hatırlamada fayda var. İkinci Dünya Savaşı sonrasında iş gücü açığını kapatmak için Almanya’ya giden, ekonomik kalkınmada ciddi rol oynayan Türkler, yaşadıkları birçok soruna rağmen bugün de ülkenin önemli birer parçası.
İdlib mutabakatı, 10 Ekim itibariyle tüm tank, çoklu roketatar sistemleri, havan ve topların 15 Ekim itibariyle de tüm radikal terörist grupların bölgeden çekilmesini öngörüyor. Mutabakatın garantörü Türkiye ve Rusya. Dolayısıyla iki ülkenin mutabakatın uygulanması için bu bölgede koordineli devriye görevi yapması bekleniyor.
Her şeyden önce İdlib mutabakatı hem Esad rejimi, İran, Hizbullah gibi sorunun tarafları hem de BM, AB gibi uluslararası yapılardan olumlu tepki aldı. Ancak en çok merak edilen konu bu mutabakatın sahada uygulanıp uygulanamayacağı. Çünkü Türkiye’ye komşu olan İdlib vilayeti büyük ölçüde geçtiğimiz haftalarda Ankara’nın da terörist ilan ettiği El Kaide’nin uzantısı olarak nitelenen Heyet Tahrir el Şam’ın (HTŞ) kontrolü altında.
RADİKALLERİN DURUMU
Merkezi Londra’da bulunan Suriye İnsan Hakları Gözlemevi önceki gün bölgeyle ilgili haberinde Esad rejiminin saldırıları nedeniyle kaçan İdliblilerin dönmeye başladığını bildiriyordu. Aynı haberde bazı cihatçı grupların mutabakatı ve tampon bölgeden çekilmeyi reddettikleri iddiası da yer alıyordu. Yine bazı internet sitelerinde İdlib’in yüzde 60 ile 70’ini kontrol ettiği söylenen HTŞ’nin de uzlaşmayı reddettiği yönünde haberler çıktı.
Soçi’de imzalanan mutabakat İdlib’e olası bir harekâta karşı Türkiye ve muhaliflere zaman kazandırmışa benziyor. Ancak bölgenin ağır silahlardan ve radikal gruplardan arındırılması gibi ciddi bir taahhüt söz konusu. Esad rejimi ile muhalifler arasında 15-20 km’lik bir tampon bölge oluşturulması gerekiyor. Böylece muhaliflerin Esad bölgesindeki Rus üslerine olası saldırılarının engellenmesi, rejimin de İdlib’e yönelik saldırılarının önüne geçilmesi hedefleniyor.
Şam rejiminden yapılan açıklamalardan Soçi uzlaşmasına olur verdikleri anlaşılıyor. Rejim yanlısı El Vatan isimli Suriye gazetesinde ise Rus diplomatlar kaynak gösterilerek başka iddialar gündeme getirildi. Kasım itibariyle İdlib’teki tüm muhalefetin ağır silahlarını teslim edeceği ve yıl sonu itibariyle rejimin İdlib’de otorite sağlayacağı öne sürüldü. Uzlaşmanın açıklanan 10 maddelik bölümünde söz konusu iddialar yer almıyor.
MUHALİFLERİN SON KALESİ
İdlib, Suriye’de muhaliflerin elindeki son vilayet. HTŞ’nin yanı sıra bölgede ÖSO’nun yerine kurulan Milli Ordu’ya bağlı birçok alt grup ve başka gruplar da söz konusu. Bir yandan Suriye için siyasi bir çözüm aranırken muhaliflerin masada ellerinin güçlü olabilmesi için İdlib’i kontrol etmeye devam etmeleri önemli.
Esad rejiminin yeni hedef olarak gösterdiği, Ankara’nın ise Rusya ve İran ile müzakerelerle bertaraf etmeye çalıştığı olası bir İdlib harekâtının hem Türkiye’yi hem de Avrupa’yı etkileme potansiyeli bulunuyor.
İdlib, Suriye’nin kuzeybatısında, Türkiye’nin Hatay ilinin güneydoğusunda yer alıyor. Kuzeyinde ise yine TSK destekli muhaliflerin kontrolü sağladığı Afrin bulunuyor. Vilayetin güneyi Esad rejiminin kontrolünde. Şam yönetimi liman kenti Lazkiye’yi Halep, Rakka ve Deyrizor’a bağlayan M4 ile Şam’ı Halep’e bağlayan M5 otoyolunu kontrol altına almak istiyor. İdlib’ten geçen bu iki yol da ticaret için önemli.
İdlib için muhaliflerin kontrolündeki son vilayet deniyor. Oysa Suriye’nin kuzeydoğusu ve Rakka’ya doğru sarkan bölüm dahil ABD’nin desteklediği terör örgütü PKK’nın uzantısı YPG’nin ana unsur olduğu SDG’nin kontrolünde. Bu topraklar neredeyse Suriye’nin dörtte biri gibi. Esad rejimi bir yandan Suriyeli Kürt temsilcilerle sözkonusu bölgelerin statüsüyle ilgili müzakere yürütürken İdlib’i zaferi önünde son engel olarak görüyor.
SON ÇATIŞMASIZLIK BÖLGESİ
Söz konusu vilayet 2015 yılının başından bu yana Esad muhaliflerinin kontrolünde. 2015 Eylül ayında Rusya’nın savaşa dahil olması ve İran’ın desteğiyle birlikte Esad rejimi güç toplarken Türkiye, Rusya ve İran, Astana süreci çerçevesinde gerilimi azaltmak üzere dört çatışmasızlık bölgesi ilan etti. İdlib hali hazırda çatışmasızlık bölgesi ilan edilen ve rejimin kontrolüne geçmeyen son bölge.
Esad ve destekçileri diğer üç gerilimi azaltma bölgesi olan Humus, Doğu Guta, Deraa ve Kuneytra’yı kontrol altına alırken burada yaşayan binlerce sivil ve silahlı muhalif tahliye anlaşmalarıyla İdlib’e taşındı. Tahliyelerle İdlib’te nüfus neredeyse iki misli artıp 3 milyonu aşarken 1 milyonunun çocuk olduğu tahmin ediliyor. TSK’nın da İdlib’te 12 gözlem noktası bulunuyor.
Terör örgütü El Kaide’nin uzantısı olan Nusra’dan türeyen Heyet Tahrir el Şam (HTŞ- Şam’ı Özgürleştirme Heyeti), İdlib’in yüzde 60’ını kontrol ediyor. İdlib kent merkezi ve kuzey sınırı HTŞ’nin denetimi altında. İdlib’te HTŞ’nin yanı sıra ÖSO grupları ve diğer muhalifler bulunuyor. Türkiye de BM Güvenlik Konseyi kararları uyarınca geçen hafta HTŞ’yi Nusra’nın devamı olarak terör örgütü listesine aldı.
Türkiye, baştan beri Suriye’nin toprak bütünlüğünden yana, çünkü kendi toprak bütünlüğü için de bu desteklenmesi gereken önemli bir unsur. Nitekim geçen hafta Astana üçlüsünün Tahran’da yaptığı zirvede bu bir kez daha teyit edildi. Ancak Esad’ın İdlib’i alması halinde muhaliflerin pazarlık masasında toprak gibi önemli kozu ortadan kalkmış olacak. Ayrıca İdlib, Suriye’nin kuzeyinde Akdeniz’e doğru oluşturulmak istenen PKK’nın terör koridorunun önünde ciddi bir tampon olarak da duruyor.
Kuzey Kore’de bu yolla önemli mesafe kateden, Kuzey Kore lideri Kim Jong-un’u müzakere masasına çekmeyi başaran Trump, 2015 tarihli nükleer anlaşmadan çıkarak yaptırım açıkladığı İran’ı da köşeye sıkıştırarak taviz vermeye zorluyor.
Washington Post gazetesinde geçtiğimiz günlerde yayınlanan bir makaleye göre sadece Şubat 2018’de ABD, Kuzey Kore’nin yanı sıra, Kolombiya, Libya, Kongo, Pakistan, Somali, Filipinler, Lübnan ve daha başka ülkelerden grup ve bireyleri hedef alan tedbirler açıkladı. ABD önceki gün de, mart ayında İngiltere’de eski Rus ajan Sergey Skripal’in kimyasal bir maddeyle zehirlenmesinden ötürü Rusya’ya ağır yaptırım uygulamaya başlayacağını ilan etti.
Geçen hafta da NATO ortağı ve müttefik Türkiye’ye pastör Andrew Brunson’u serbest bırakmadığı için yaptırım açıklayan Trump yönetimi, yoğun olarak başvurduğu bu politikayı Ankara üzerinde de uyguluyor.
Almanya, 65 yıldır ‘Türkiye kökenli göçmenler Almanya’ya ait midir, değil midir’ karar verememiştir. Bir de Suriyeli mültecilerin göçü eklenince entegrasyonla ilgili tartışma neredeyse başladığı yere geri dönmüştür. Geçen yıl, yabancılara, göçe şüpheyle yaklaşan aşırı sağcı ‘Almanya için Alternatif’ isimli partinin muhafazakâr Hıristiyan Demokratlardan oy çalarak üçüncü çıkması ise hem siyasi hem de toplumsal atmosferi olumsuz etkilemiştir.
GÜNAH KEÇİSİ ARARKEN
Dünya Kupası öncesinde mayıs ayında Mesut Özil’in İlkay Gündoğan ile birlikte Londra’da Cumhurbaşkanı Erdoğan ile fotoğraf çektirmesi Almanya’da ‘siyasi de bir anlamı var’ diye kamuoyunun kimi kesimlerinin tepkisini çekmiş olabilir. Ancak Alman basınının bir bölümü konuyu o kadar gündem de tuttu ki, Almanya kendisini ‘Bu Milli Takım Rusya’da ne yapar’dan çok ‘Özil ve Gündoğan özür dileyecek mi’ tartışmalarının içinde buldu. Alman Milli Takımı da işte şampiyona için Rusya’ya gittiğinde gereksiz uzayan bir tartışmanın tam orta yerindeydi.
Futbol Almanların gurur duydukları ortak noktalardandır. Uluslararası şampiyonaların da favorileri arasında yer alır. Mesut Özil de yıllarca milli takımın en önemli oyun kurucularından biri olmuştur. Dünya Kupası’ndan erken ayrılmak yarı finallere, finallere alışık olan Almanya’ya iyi gelmemiş olabilir. Ve başarısızlığın sorumlusu aranırken Mesut Özil meselesi yeniden alevlendi. Alman Futbol Federasyonu (DFB) ise ne kupa öncesinde ne de kupa sonrasında Özil’e sahip çıktığı gibi tartışmanın büyümesine de izin verdi.
Ve sonunda Özil’in geçen pazar günü açıkladığı milli takımdan ayrılma kararı geldi. DFB Başkanı Rheinhard Grindel’ı işaret ederek “Grindel gibiler için kazandığımızda Alman, kaybettiğimizde göçmenim” sözleriyle ırkçılığa maruz kaldığını belirtti. Sonuçta yenilgiye uğrayan tek başına Mesut Özil değil, Alman Milli Takımı’ydı.
BAKAN’IN TUHAF AÇIKLAMASI
Almanya Başbakanı Angela Merkel, tartışma süresince Türk asıllı futbolcuya sahip çıkan bir tutum izledi. Tüm bu süreç içinde vahim açıklamalardan biri Alman Dışişleri Bakanı Heiko Maas’tan geldi. Maas, 2010’dan bu yana Almanya dışında top koşturan Özil için, “İngiltere’de yaşayan ve çalışan bir multimilyonerin durumunun bize Almanya’nın entegrasyon kapasitesine dair bir fikir vereceğini sanmıyorum” dedi. Sosyal Demokrat Partili Maas’a yanıt ise kendi parti büyüğü eski Başbakan Gerhard Schröder’den geldi. Maas’ın sözlerini ‘katlanılmaz’ bulduğunu söyledi. Doğrusu Almanya’da Türklerin en çok oy verdiği Sosyal Demokrat Parti’den olan bir bakanın sözlerinde daha seçici olması beklenirdi.
Alman spiegelonline’da bir yazıda