Donald Trump’ın iktidar olmasıyla birlikte Yahudilere yakın olan Hıristiyan Evanjelistlerin yönetimde kilit noktalara oturmasının ardından Washington’daki hava İsrail lehine döndü. Suriye, Irak, Mısır gibi Arap ülkelerinin nüfuz kaybına uğraması buna karşılık İran’ın bölgede artan etkisi karşısında Netanyahu hükümeti, Washington’da kendine daha fazla taraftar buldu.
Salı günü İsrail’de yapılan seçimlerin ardından Netanyahu’nun aşırı sağcı partilerin desteğiyle bir dönem daha iktidarda kalacağı anlaşılıyor. Ve çok geçmeden ABD yönetiminin, yaklaşık iki yıldır çalıştığı ve ‘Asrın Planı’ diye lanse edilen İsrail-Filistin barış planının sonunda açıklanması bekleniyor. Plan, Ortodoks Yahudi bir aileden gelen ve Netanyahu ailesine yakın olan Trump’ın damadı ve danışmanı Jared Kushner ve Jason Greenblatt tarafından hazırlanıyor. Plan metni devlet sırrı gibi saklanırken, sadece dört kişinin erişimi olduğu, önemli bir gelişme söz konusuysa Trump’a da bilgi verildiği söyleniyor.
İKİ DEVLETLİ ÇÖZÜM İPTAL Mİ
PLAN ile ilgili şimdiye kadar çok az şey sızdı. İddialara göre, Filistinlilere cazip bir ekonomik kalkınma paketi sunulması bekleniyor. Buna karşılık Filistin’den Kudüs de dahil, bazı tavizler beklendiği artarılıyor. Ayrıca planda Körfez ülkelerinden bazı fikirler de yer aldığı belirtiliyor. Ancak kritik soru şu? Anlaşma bağımsız bir Filistin devletinin yolunu açacak mı? Yoksa iki devletli çözüm fikri artık tarih mi oluyor?
İşte benzer bir soru geçtiğimiz günlerde ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’ya ABD Senatosu’nun bir alt komisyonunda yapılan oturumda da soruldu. Pompeo ise kaçamak bir yanıt verdi. “Nihayetinde İsrail ve Filistinliler, bunu nasıl çözeceklerine karar verecek” dedi. Oturumda Netanyahu’nun Batı Şeria’yı ilhakı da gündemdeydi. Demokrat Senatör Chris Van Hollen, Pompeo’ya hitaben tek taraflı ilhakın Filistinlilerle bir uzlaşma içinde yapılacağına dair işaret görmediğini söyleyerek “Batı Şeria’nın İsrail tarafından ilhak edilmesine karşı çıkan tarafsız (Amerikan) dış politikadan vazgeçmiş görünüyorsunuz” yorumunda bulundu.
Nitekim Washington’dan gelen haberlerden planın ‘iki halklı, tek devlet’ formülünü öne çıkardığı anlaşılıyor.
PLAN YAKINDA AÇIKLANACAK
ABD Başkanı
Hafta başında Türkiye’ye F-35 savaş uçaklarıyla ilgili sevkıyatın askıya alınmasını, ABD’li yetkililerin Türkiye’ye yönelik açıklamaları izledi. En sert ifadeleri ise ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence kullandı.
Washington’da NATO’nun 70’inci yılı kutlamaları çerçevesinde Pence’in yaptığı konuşmada eleştirdiği iki ülke Almanya ve Türkiye oldu. Almanya, Moskova ile planladığı Kuzey Akım 2 doğalgaz boru hattından ötürü hedefteydi; Türkiye ise Rusya’dan S-400 füze savunma sistemi aldığı için. Pence, “Türkiye seçim yapmalı. Tarihteki en başarılı askeri ittifakın kritik bir ortağı olmaya devam etmek mi istiyor, yoksa ittifakımızı zedeleyecek umursamaz kararlar ile ortaklığın güvenliğini tehlikeye atmak mı istiyor” diyecek kadar ileri gitti.
NE ANLAMA GELİYOR
PENCE’in bu sözleri NATO kutlamaları için Washington’da bulunan Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun “S-400 bitmiş bir anlaşmadır” açıklaması sonrasında geldi.
2003 yılında TBMM’nin ABD’ye Irak’a askeri geçiş izni verecek tezkereyi reddetmesinden bu yana karşılıklı güven bunalımı, öyle veya böyle perde arkasında varlığını sürdürüyor. ABD’nin başta Türkiye’ye Patriot füzesi satılmasına sıcak bakmaması, Suriye’de terör örgütü PKK’nın uzantısı olan YPG ile işbirliği yapılması, Türkiye’nin 15 Temmuz darbe girişiminde Washington’ın rol oynadığına dair şüpheleri, Türkiye’de Amerikalıların tutuklanması gibi güvensizliği arttıran faktörler...
Ancak Pence’in “Türkiye seçim yapmalı” vurgusu dikkat çekici. Türkiye’den nasıl bir seçim isteniyor? NATO ile S-400 arasında bir seçim mi? Ankara’nın Rusya’dan S-400 füze savunma sistemi satın alma kararı, Türkiye’yi NATO’dan ayrılmaya zorlayacak bir sürece mi dönüştürülmek isteniyor?
TÜRKİYE ÖNEMLİ ORTAK
TÜRKİYE
YARIM KALAN HİKÂYELER
Hamza Mustafa (16): Saldırının hikayesiyle en dikkat çeken kurbanlarından biri. Esad rejiminden kaçan Suriyeli bir ailenin oğlu. Aile 5 yıl Ürdün’de yaşadıktan sonra 7 ay önce Yeni Zelanda’ya göç etmiş. Baba Halit Hacımustafa yarış atı seyisi, büyük oğlu Hamza ise şampiyonlukları olan bir jokeydi. Veteriner olmak istiyordu. Ancak Suriye’den kaçıp barış ülkesi diye sığındıkları Yeni Zelanda’da bir caninin kurşunlarına hedef oldular. Baba-oğul, önceki gün katliamın ilk kurbanları olarak toprağa verilirken geriye gözü yaşlı bir anne ve iki çocuğu kaldı. Yalova’da yaşayan yakınları ise Türkiye’den onlara yardım elinin uzatılmasını istiyor.
Ansi Alibava (25): İki yıl önce görücü usulüyle evlendiği eşi Abdul Nazar ile daha iyi bir hayat umuduyla çalışmak için Hindistan’dan gelip Yeni Zelanda’ya yerleşmişlerdi. Ansi, Lincoln Üniversitesi’nde tarım yönetimi konusunda master yapıyordu, eşi ise bir süpermarkette işe girmişti. Birikim yapıp ileride memleketlerine geri döneceklerdi. Ancak El Nur camisini kana bulayan kurşunlar onları da hazırlıksız yakaladı. Genç kadın saldırıda hayatını kaybederken Abdul Nazar hayatının şokunu yaşıyor; “Birçok hayali vardı. Hiç kimse bu acıyı yaşamasın” diyor.
Mucad İbrahim (3): Somali göçmeni bir ailenin oğluydu. El Nur camisinde saldırı başladığında ağabeyi ve babasından ayrı düştü. Katliamın en küçük kurbanı. Suriye’den, Somali’den, Pakistan’dan, Bangladeş ya da Hindistan’dan daha iyi bir yaşam kurma umuduyla gelip Yeni Zelanda’ya yerleşen diğer kurbanlar gibi Mucad’ın hikâyesi de yarım kaldı, hem daha çok başında.
BİR CANİ VE BİR BAŞBAKAN
Brenton Tarrant (28): Aşırı sağcı ideolojiyle bilenen, kafasını Osmanlı’ya takmış, bir gün Ayasofya’yı geri alabileceğini düşünecek kadar zıvanadan çıkmış bir cani. Gözünü kan bürümüş bir katil. Nur ve Linwood camilerinden sonra üçüncü bir saldırıya giderken yakalanan Tarrant, 5 Nisan’da mahkeme önüne çıkarılacak. Yeni Zelanda’da şimdiye kadar kimse terörle mücadele yasası çerçevesinde yargılanmamış. Tarrant da cinayetle suçlanıyor. Yeni Zelanda’da idam cezası olmadığına işaret eden hukukçulara göre muhtemelen müebbet hapis cezasına çarptırılacak, ömür boyu da aftan yararlanamayacak. Saldırılar için esinlendiğini söylediği Norveçli katil Anders Breivik gibi onun da ömrünün geri kalanını hapiste geçirmesi büyük olasılık.
Jacinda Ardern (37): Dünyanın gıpta ettiği Yeni Zelanda’nın kadın başbakanı. İlk günden beri krizi yönetim biçimiyle takdir topluyor. Katliamın ertesi günü taziyeye gittiği kurban ailelerinin yanında başörtü takması, parlamentoda yaptığı konuşmada ‘Selamünaleyküm’ diyerek Müslüman konukları selamlaması, ‘O teröristin adını anıp onu yüceltmem’ demesi dikkat çekiyor. Siyasi yorumculara göre Ardern, saldırıya odaklanmak, savunmaya geçmek yerine mağdurların acılarını paylaşmaya yönelerek farklı, duyarlı, samimi bir liderlik sergiliyor ve ülkeyi bir araya getirmekte vatandaşlarına örnek oluyor.
Küresel mücadele:
Rusya ve İran’ın desteğiyle Esad, hali hazırda Şam’da oturmaya devam ederken, rejim güçleri de neredeyse ülkenin üçte ikisinde kontrolü yeniden sağladı. ABD’nin desteğiyle terör örgütü YPG/PKK’nın liderliğindeki SDG, ülkenin yaklaşık dörtte birini kontrol ederken doğudaki su ve petrol kaynaklarında da hakimiyet sahibi. Suriye’nin kuzeybatısındaki İdlib vilayeti ile TSK destekli operasyonlarla alınan Afrin ve Cerablus bölgesi ise muhaliflerin kontrolünde.
*
SURİYE’de aynı anda birçok iç savaş yaşanırken tüm bu çatışmalar da yakın tarihe en kanlı sayfaların yazılmasına yol açtı.
BM rakamlarına göre 5.6 milyon kişi ülke içinde mülteci oldu. 6.6 milyon insan, daha iyi bir hayat umuduyla yurtdışına kaçtı. Yaklaşık 400 bin kişi hayatını kaybetti.
Geriye kalanların yüzde 80’i yoksulluk çizgisinin altında yaşıyor. Halep, Doğu Guta, Rakka gibi yerleşimler yerle bir oldu.
400 milyar dolarlık maddi hasar oluştu.
Ülke nüfusunun yarısı işsiz. 11.7 milyon kişi insani yardıma muhtaç.
İDLİB’İN DURUMU
Aslında bugünkü bunalımın tohumları yıllar önce atıldı ve yeşermeye başlayan güvensizlik ortamı bir zamanlar Sovyetlere karşı gelişen ABD-Türkiye ortaklığını da test ediyor.
Nedenine gelince... Türkiye, NATO müttefiki olmasına rağmen ABD’den silah ve askeri teçhizat alma konusunda sıkıntı yaşayan bir ülke. Ankara, daha Obama döneminden beri hava savunma sistemini güçlendirmek için ABD’den Patriot satılması ve teknik özelliklerinin de paylaşılmasına dair talepte bulundu. Ancak isteği karşılık bulmadı.
GEÇ GELEN TEKLİF
ÖTE yandan Suriye iç savaşıyla yaşanmaya başlayan gelişmeler de iki ülke ilişkilerini zorlu bir sınav maratonuna soktu. Washington, Suriye’de terör örgütü DEAŞ ile mücadelede Türkiye’yi değil, terör örgütü PKK’nın uzantısı olan YPG’nin ana unsur olduğu SDG’yi seçti.
Türkiye’nin ulusal güvenlik tehdidi olarak algıladığı PKK/YPG neredeyse tam teçhizatlı bir kara ordusuna dönüşürken sonuçta tüm bunlar iki müttefikin birbirine daha kuşkuyla yaklaşmasına neden oldu. 15 Temmuz darbe girişimi ise Ankara cephesinde şüpheciliği arttıran bir diğer unsur oldu.
ABD-Türkiye ilişkileri gerilimli bir hal alırken Rusya ise bu dönemde Suriye’ye askeri müdahalede bulunarak dengelerin değişmesinin yolunu açtı. Bir diğer gelişme ise Türkiye ile Rusya arasında patlak veren uçak kriziydi. Kriz zamanla aşılırken Türkiye’nin Moskova’dan S-400 füze savunma sistemi alma konusunda pazarlığı da hızlandı.
Ve geçen yaz bu alımın yapıldığının teyit edilmesinden aylar sonra aralık ayında ABD Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’ye 3.5 milyar dolarlık Patriot satışı için onay verildiğini duyurdu.
İKİSİ BİRDEN OLMAZ MI
Gerilimin nedeni ABD’nin şubat ayı başında Moskava’nın ihlal ettiğini öne sürerek 1987 yılında Sovyetler ile yapılmış Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Anlaşması’ndan (INF) çekileceğini açıklaması.
ABD’nin bu adımı sonrasında Rusya da anlaşmadan çekileceğini açıklamıştı. Bu çerçevede önceki gün Rusya Devlet Başkanı Putin’in Ulusa Sesleniş konuşması sırasında ABD’ye Avrupa’ya füze yerleştirmeleri halinde ‘sadece füzeleri değil, bu kararın alındığı karargâhı da hedef alacakları’na dair çıkışı dikkat çekiciydi. Putin’in ‘Avrupa’ya yeni ilk füzeyi yerleştiren biz olmayacağız’ mesajı da önemliydi. Yani Avrupa’ya füze kalkanı kuran ABD’den Polonya ya da Romanya’da yeni bir adım gelmezse ilk adımı atmayacaklarını ima ediyordu.
ASIL HEDEF ÇİN Mİ
Rusya, Obama döneminde Avrupa’da kurulmaya başlanan İran’a yönelik olduğu açıklanan füze kalkanının aslında Rusya’ya karşı olduğunu ve INF’yi ihlal ettiğini öne sürüyordu. ABD ise Rusya’nın ‘9M729’ isimli füze sistemini gizlice üreterek ve test ederek INF kurallarını aştığını iddia ediyor. Anlaşma, 500 ile 5.500 km menzilli nükleer başlıklı füzelerin yasaklanmasını öngörüyor. Rusya ise 9M729’un menzilinin 480 km’yi aşmadığını savunuyor.
INF’nin de rafa kalkmasının ardından yeni silahlanma yarışı başlayacağı iddiası söz konusu. Kimi uzmanlar, INF’nin 32 yıl önceki şartlara göre şekillendiği, dolayısıyla günümüz koşullarına göre yenilenmesi gerektiği görüşünde. Aslında son füze geriliminin, diğer uluslararası aktörleri de anlaşmaya çekmeye yönelik az da olsa bir payı bulunuyor.
Soğuk Savaş sonrasında dünya, tek kutuplu bir dünyaya evrilirken şimdi Çin gibi bir ekonomik ağır sikletin de devreye girdiği çok kutuplu bir yapıya doğru yol alıyor. Geçen hafta yapılan Münih Güvenlik Konferansı’nda INF diyalogunun sürmesini isteyen Almanya Başbakanı Angela Merkel, Çin’e müzakerelere katılma çağrısı yaptı. Çünkü, ABD’nin INF’den çekilme kararında Çin’in ciddi boyutta silahlanmasının da etkili olduğu konuşuluyor.
Peki Merkel’in yaptığı bu çağrı Pekin’den yanıt bulur mu? INF, özellikle Avrupa’da nükleer silah konuşlandırılmasını engelleyerek yaşlı kıtada barış ve dengelerin korunması açısından kritik bir rol oynadı. Uzmanlar, Çin’in füze envanterinin büyük bir kısmının INF’e uygun olmadığına işaret ederek Pekin’in böyle bir anlaşmaya yanaşma ihtimalinin düşük olacağı yorumunda bulunuyor.
ABD, bir gelişme olmazsa altı ay sonra teknik olarak anlaşmadan çıkacak. Nükleer füzelere yönelik kuralların olmaması dünyayı istenmeyen risklerle karşı karşıya bırakabilir. Dolayısıyla yeni bir anlaşmanın müzakere edilip asgari müşterekte buluşmak önem arzediyor.
Malum ABD’de 2016 yılında Donald Trump’ın iktidara gelmesiyle Ortadoğu’daki dengeler İran aleyhine gelişmeye başladı. Trump, Avrupalı ortaklarının itirazlarına rağmen mayıs ayında, 2015 yılında selefi Obama’nın Tahran ile yaptığı nükleer programın sınırlandırılmasına yönelik anlaşmadan çekildiğini açıkladı. Obama döneminde gözden düşen Suudi Arabistan ile İsrail, Washington ile ilişkilerini düzeltme fırsatı yakalarken Trump yönetimi İran karşıtlığını en önemli dış politika konularından birine dönüştürmeye başladı.
NETANYAHU MEMNUN
VE Trump yönetimi Varşova’da ‘Ortadoğu’da Barış ve Güvenliğin Geleceğini Desteklemek’ başlıklı daha çok İran’a karşı cepheyi güçlendirmeye yönelik uluslararası bir konferans tertipledi. ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence ile Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun da katıldığı zirveye üst düzey katılım sağlayan ülkelerden biri de İsrail’di. Konferansa katılan İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, zirveyi ‘tarihi bir dönüm noktası’ olarak niteledi. Körfez Arap ülkeleri bakan ya da bakan yardımcısı düzeyinde katıldı.
Nükleer anlaşmanın devamından yana olan ve Tahran’a yönelik ABD yaptırımlarını aşmak için mekanizma geliştirmeye çalışan Avrupa Birliği ülkelerinden Almanya ve Fransa, bakan düzeyinde katılım sağlamazken, İran ile anlaşmanın müzakerecilerinden AB Dış Politika Temsilcisi Federica Mogherini de Varşova’ya gitmedi. Zira Türkiye de bu konferansı büyükelçilik düzeyinde takip etmeyi tercih etti.
FİLİSTİN RAHATSIZ
ASLINDA Varşova girişimi her ne kadar tam da ABD’nin hedeflediği ağırlıkta olmasa da Washington’ın Ortadoğu’da yeni bir oyun kuruculuk girişimini andırıyor. İran’ın ortak tehdit olarak öne çıkarıldığı bu hamlede İsrail ile Arap yakınlaşması hedefleniyor.
Peki Arap ülkeleri İsrail ile böylesine bir normalleşme sürecine girer mi? Şimdilik belirsiz. Ancak bu yakınlaşma önündeki en büyük engellerden biri Filistin konusundaki çözümsüzlük.
ABD bu konuda da bir plan geliştirmeyi hedefliyor. ABD yönetiminin, İsrail’de nisan ayında yapılması beklenen ve
Krizin bir yüzünde seçilmiş Devlet Başkanı Nicolas Maduro, diğer yüzünde ise onun iktidarda olmasının meşru olmadığını iddia eden ve uluslararası desteği giderek artan muhalif lider Juan Guaido var. Ve ikisinin de kendilerine göre gerekçeleri.
Latin Amerika ülkesi Venezuela, petrol gelirine bağımlı bir ülke. 1999 yılında Hugo Chavez liderliğinde sosyalistler iktidara geldiğinde eşitsizlikleri ortadan kaldırma vaadiyle milyonlarca kişinin umudu oldu. Ancak yoksulluğu azaltmak için atılan bazı adımlar zamanla ters tepti. Bazı temel gıda ve temizlik ürünlerine erişimi kolaylaştırmaya yönelik fiyat sınırlandırmaları, giderek daha fazla üreticinin piyasadan çekilmesine yol açarken arzda daralma oluşmaya başladı. Dövize yönelik kısıtlamalar ise karaborsanın önünü açtı.
ABD petrol fiyatlarını İran gibi hasım ülkelere yönelik bir silah olarak kullanmaya başlarken petroldeki dalgalanmalardan en çok etkilenen ülkelerden biri de Venezuela oldu. Petrol fiyatlarının düşmesiyle ihracat gelirlerinin bu en önemli kaleminde büyük darbe yiyen Venezuela, bir de eklenen yaptırımlarla borçlarını ödeyemez hale gelirken ülke içinde ekonomik ve siyasi çalkantılar sürdü.
UZLAŞMA SAĞLANAMADI
2013’te Hugo Chavez’in ölümünün ardından yardımcısı Nicolas Maduro iktidara geldi. Ancak Venezuelalı siyasiler ülkeyi düzlüğe çıkarabilecek bir formülde uzlaşamadı. 2 ile 3 milyon kişi işsizlik, yokluk ve hiperenflasyon nedeniyle komşu ülkelere göç etti.
2015’te yapılan seçimlerde muhalefet Ulusal Meclis’te çoğunluğu sağladı. Buna karşılık Maduro’ya yakın Yüksek Mahkeme, Ulusal Meclis’in yetkilerini elinden aldı. 2017’de ise Maduro, anayasal yetkisine dayanarak yeni bir anayasa hazırlanması için Kurucu Meclis seçimleri yapılması kararı aldı. Muhalefet bu seçimleri boykot etti. Sonuçta Kurucu Meclis’te Maduro kontrolünde bir siyasi yapı oluştu. Muhalefet Maduro’nun 2018’de yeniden altı yıllığına seçildiği seçimleri de boykot etti.
Ve 23 Ocak’ta Ulusal Meclis’in 35 yaşındaki başkanı Juan Guaido, anayasanın kendisine verdiği yetkiye dayandığını iddia ederek kendisini ‘geçici başkan’ ilan etti. Guaido’ya göre Maduro’nun seçildiği seçimlere katılım çok düşük olduğundan teknik olarak başkanlık koltuğu boş sayılırdı. Ülke, dünyada ender görülebilecek bir siyasi ayrışmaya sahne olurken diğer uluslararası aktörler de krizin tarafı olmaya başladılar.
DÜNYA DA BÖLÜNDÜ