Filmlerde gördüğümüz, ‘olmaz’ dediğimiz birçok şey oluyor. Mikroskopik bir yapı tüm dünyayı rehin alıyor. Dünkü hesaplamalara göre dünya çapında 500 milyon kişi evlerine kapanmış durumda. Okullar kapatılıyor. AVM’ler kepenk indiriyor. Sağlık görevlileri, canla başla virüsün pençesine düşenleri kurtarmaya çalışıyor.
CİDDİYE ALINMADI
Koronavirüs ilk Vuhan’da ortaya çıktığında ne Çinliler, ne de dünya pek ciddiye aldı. Çinlilerin salgını başta gizlemeye çalıştığı söylense de tablonun giderek vahimleşmesi saklanacak bir taraf bırakmadı.
Aslında işin ciddiyeti Çinliler, apar topar sahra hastaneleri yapmaya başladığında kendini belli etmeye başlamıştı. Sonra yol üstünde nefessiz kalıp düşen insanların görüntüleri. Akabinde kademeli olarak milyonlarca insanın zorunlu olarak evlerine kapanmaları. Ve Batı’nın düştüğü yanılgı. Belli ki, COVID-19’un da 2003 yılındaki SARS salgını gibi Asya’da sınırlı kalacağı sanıldı.
TERS KÖŞEYE YATIRDI
Ancak koronavirüs Batı’yı tabiri caizse ters köşeye yatırdı. SARS’tan deneyimli olan Asya ülkeleri Çin’den yayılmaya başlayan vakaları kontrol altına almak için tedbirlerini arttırırken salgının Avrupa’daki merkez üssü, her memleketten insanın gelip geçtiği İtalya’nın turistik Bergamo kenti oldu.
Virüsü nereden aldığı hâlâ bilinmeyen 38 yaşındaki bir İtalyan hastadan salgın hızla dallanıp budaklandı. Dün İtalya’da 475 ölümle birlikte can kaybı 3 bine yükseldi. Öyle ki, cenazeleri kaldırmak için ordudan yardım talep ediliyor. Ayrıca hastaları tedavi etmeye çalışan 2600’den fazla sağlık görevlisinin de hastalığı kaptığı anlaşıldı.
HERKES AYNI GEMİDE
Tüm ülkeyi karantinaya alan İtalya’nın nasıl olup da hastalığı kontrol altına almakta zorlandığı ise merak konusu. Bazı teoriler söz konusu olsa da şimdilik kesin bir yanıtı yok.
NASIL YAYILDI
ASLINDA İtalya, hastalığın ortaya çıktığı Çin ile hava trafiğini kesen ilk ülke. Ocak ayının sonunda ikisi Çinli turist, üç kişide vaka tespit ediliyor. Hastalar Roma’da karantinaya alınıyor. 31 Ocak’ta Başbakan Giuseppe Conte, Avrupa’nın en sert tedbirlerini aldıklarını söylüyor. Fakat şimdi anlaşılıyor ki, bu sırada ülkenin kuzeyinde virüs sinsi bir şekilde kol geziyor. Şubat ortalarında 38 yaşındaki bir İtalyan, ülkenin kuzeyinde grip benzeri şikayetlerle sağlık merkezine başvuruyor. Ancak Çin ile herhangi bir bağlantısı gözükmediğinden ilkten koronavirüs testi uygulanmıyor. Birkaç gün sonra korona testi yapıldığında ise virüsü taşıdığı ortaya çıkıyor. Hastalığın geç teşhis edildiği bu şahıs, koronavirüsün birçok kişiye yayılmasına aracı oluyor.
KARANTİNA BAŞLIYOR
İTALYA’da önce hastalığın çıktığı 10 ayrı yerleşim, sonra 16 milyon kişinin yaşadığı kuzey bölgesi, sonra da 60 milyonluk ülkenin tamamı karantinaya alındı. Ancak karantinanın ilan edileceğinin önceden belli olması ve kademeli olarak gelmesinin ülkede paniği ve dolayısıyla hastalığın yayılmasını hızlandırdığı öne sürülüyor. İtalya’da okullar kapalı, işyerleri mümkünse uzaktan çalışıyor. Önceki gün itibariyle restoran ve kafeler de kapatıldı. Sadece market, eczane, telekom şirketleri ve evcil hayvanlara yönelik satış yapan dükkanların açık kalmasına izin var. Normalde turistten geçilmeyen meydanlar bomboş, ortalığa korona sessizliği sarmış.
TSUNAMİ GİBİ GELDİ
İNSANLARA bir yandan önlem almaları, öte yandan panik yapmamaları tavsiye edilirken ülkenin kuzeyinde vakalar bir anda patlamış. Yerel doktorlar, vakaların ‘Tsunami gibi bir anda geldiğini’, birden bütün testlerin ‘pozitif’ çıkmaya başladığını söylüyor. Buna da gerekçe olarak hastalığı hafif geçirenlerin sağlık sistemi radarına girmeden virüsü risk gruplarına bulaştırmasına bağlıyorlar. Şimdi İtalya’da sağlık sistemi gece gündüz çalışıyor. Ülkenin kuzeyinde bazı hastanelerin yüzde 200 kapasite ile çalıştığı, akut vakalar dışında hasta kabul edilmediği aktarılıyor.
CAN KAYBI NİYE YÜKSEK
Çin çıkışlı koronavirüs salgını dünyayı yeni bir sınavla karşı karşıya bırakıyor. Antarktika dışında neredeyse hastalığın gitmediği kıta kalmadı. Başta bölgesel bir salgın olarak görülen ‘Kovid-19’ giderek tüm dünyayı etkileyebilecek bir salgına, yani pandemiye doğru gidiyor gibi.
*
PANDEMİ UYARISI
‘Pandemi’, Yunanca ‘herkese ait’ anlamına gelen ‘pandemos’ kelimesinden geliyor. ‘Pan’ın manası ‘herkes’, ‘demos’un ise ‘nüfus’. Pandemi de tüm dünya nüfusunun bu enfeksiyon ile karşı karşıya gelebileceği ve insanların bir bölümünün hastalanabileceğini ifade etmek için kullanılıyor. Henüz Dünya Sağlık Örgütü, ‘pandemi’ demese de hazırlıkların o yönde yapılması uyarısı gittikçe artıyor.
*
DAHA BULAŞICI
En son pandemi 2009’da yaşanmıştı. H1N1 kuş gribi salgınında dünyada binlerce insan hayatını kaybetmişti. Kovid-19 koronavirüs familyasından olması nedeniyle başlangıçta 2002-3 yıllarında görülen SARS salgınıyla karşılaştırıldı. Ancak uzmanlara göre Kovid-19, SARS’a göre daha az ölümcül, ama daha bulaşıcı bir hastalık.
*
Siyaset ve güvenlik konularının Davos’u diye anılan Münih Güvenlik Konferansı bugün başlıyor. 40 devlet ya da hükümet başkanı, 70 kadar bakan, ayrıca akademisyen ve iş insanları dünyanın geleceğine dair konuları ele alacak. Bu yıl ilginç de bir konu seçilmiş ‘Batısızlık’. Özetle demokrasi, yargı bağımsızlığı, hukuk devleti gibi Batılı sayılan ilkelerin erozyona uğraması, ayrıca başta Avrupa olmak üzere Batı’nın Suriye gibi önemli bir konuda krizin çözümü için inisyatif almaması ya da alamaması.
KİFAYETSİZLİK
Münih Güvenlik Konferansı Başkanı Wolfgang Ischinger, Batı’nın kendi içine kapanmasını eleştirerek “Avrupa Birliği, 500 milyon kişiyi temsil ediyor, dünyanın en büyük ticaret bloğu. Peki niye dokuz yıldır Suriye’de çözüme tek bir katkıda bile bulunamadı, niye bu kadar kifayetsiz? Bunu kesinlikle kabul edilemez olarak görüyorum” diyor. İşte dünyanın çeşitli yerlerinden 27 münferit krizin masaya yatırılacağı Münih’te Batı’nın niye krizler karşısında sessiz kaldığı sorgulanan konulardan biri olacak.
AB KENDİ DERDİNDE
Aslında Avrupa’nın krizlerde inisyatif alamaması çok da yeni bir şey değil. Ancak ABD’nin Donald Trump yönetiminde ‘Önce Amerika’ sloganını düstur benimsemesiyle krizlerde Washington ile birlikte yol almaya alışık Avrupa’nın bu yetersizliği daha bir gün yüzüne çıkıyor. Ayrıca krizlerin tetiklediği mülteci akını karşısında artan milliyetçilik, yabancı düşmanlığı gibi olguların aşırı sağcılara zemin hazırlamasıyla Avrupa’nın eli kolu daha da bağlanıyor. İşte bu durum da ‘Westlessness’, yani Batısızlık ya da Batı’nın değer kaybı gibi bir tartışmayı gündeme getiriyor.
FIRAT’IN DOĞUSU BATISI
Münih Konferansı için hazırlanan raporda ABD’nin Ortadoğu’daki olayları şekillendirme yeteneği ve istekliliğinde azalmaya dikkat çekilerek bu boşluğu Rusya, İran ve Türkiye’nin doldurduğu belirtiliyor. Trump malum, Ortadoğu’daki savaşlara daha fazla para harcamak istemediğini defalarca söyleyen bir lider. Fırat’ın doğusunda terör örgütü YPG/PKK ile işbirliğine devam etme kararlılığında olan ABD, İdlib’de Türk askerlerinin şehit edilmesi üzerine taziye ve destek mesajlarıyla dikkat çekiyor.
WASHINGTON’IN ÖZETİ
Bir yanda Esad rejiminin saldırısında 7’si asker sekiz vatandaşımızın şehit düşmesi, öte yanda yerinden yurdundan olan yüzbinlerce insan, bombardımanla yerle bir edilmiş hayalet yerleşimler ve tüm bu mezalim karşısında dünyanın sağır edici sessizliği.
ASTANA NEYDİ?
3-4 Mayıs 2017 tarihlerinde Türkiye, İran ve Rusya’nın Astana süreci çerçevesinde aldıkları kararlarla, Suriye’nin kuzeybatısında muhaliflerin yoğun olduğu İdlib de dahil dört çatışmasızlık bölgesi ilan edilmişti. Ancak Esad rejimi destekçileriyle birlikte çatışmasızlık bölgelerini bir bir ele geçirirken, kontrolünü sağladığı bölgelerdeki silahlı grupların mensuplarını otobüslere doldurup İdlib’e yolladı. İdlib’e gönderilenlerin içlerinde bugün terörist diye hedef alınan radikal gruplar da söz konusuydu.
SOÇİ NEYDİ?
Nihayetinde İdlib, Esad rejimine karşı ayaklanan silahlı gruplar ve muhaliflerin son kalesi oldu. Ancak Esad rejimi ülkenin üçte birini kontrol eden terör örgütü PKK/YPG’nin elindeki yerler yerine 4 milyon kişinin sıkıştığı İdlib’e yönelince tansiyon yine yükseldi. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in devreye girmesiyle 17 Eylül 2018’de Rusya’nın Soçi kentinde, İdlib’de bu kez gerginliği azaltma bölgesi kurulması kararlaştırıldı.
NİYE ÇIKMAZA GİRDİ?
Soçi mutabakatına göre İdlib’de muhalif gruplar ile rejim ordusu arasında 15-20 km derinliğinde silahlardan temizlenmiş bir tampon bölge kurulacaktı. Hatta bu nedenle Türkiye ve Rusya, İdlib’in çevresinde bunu takip edebilmek için gözlem noktaları oluşturdu. Soçi süreci çerçevesinde Türkiye’ye yönelik beklenti, Ankara’nın da terörist saydığı, anlaşma dışı bırakılan Heyet Tahrir eş Şam (HTŞ) gibi radikal grupları muhaliflerden temizlemesiydi. İdlib’de HTŞ’nin mevcudiyetinin sürmesi, Rusya’nın Suriye’deki Hmeymin üssüne düzenlenen saldırılar, rejime operasyonu sürdürmek için yeni gerekçeler oluşturdu.
KARAYOLU KAVGASI NE?
ABD’nin İranlı General Kasım Süleymani’ye saldırı düzenlemesi, sonrasında İran’ın Irak’ta Amerikalıların bulunduğu üslere misillemede bulunurken Ukrayna’ya ait bir yolcu uçağını düşürmesi, Libya ve İdlib’de tam ateşkesin sağlandığı düşünülürken iki cephenin de yeniden alevlenmesi...
SINIRIMIZDAKİ GERİLİM
TÜRKİYE, Rusya ve İran’ın yürüttüğü Astana süreci çerçevesinde 2017’de İdlib çatışmasızlık bölgelerinden biri olarak ilan edilmişti. Esad rejiminin askeri harekâtıyla diğer çatışmasızlık bölgeleri bir bir el değiştirirken İdlib buraya göç etmek zorunda kalanlarla birlikte muhaliflerin son durağı olmuştu. Rusya ve Türkiye’nin 17 Eylül 2018’de vardığı Soçi mutabakatına rağmen de saldırılar sürdü.
Rusya ve İran’ın desteğiyle Esad rejimi ‘bir saldırı, bir ateşkes’ taktiğiyle İdlib’den toprak kapmaya devam etti. Son olarak 9 Ocak’ta ilan edilen ateşkese rağmen bölgede çatışmalar sürüyor. Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın önceki günkü açıklamalarına göre savaştan kaçıp Türkiye sınır hattında bekleyenlerin sayısı 600 bine ulaştı.
Esad rejiminin kuzeye doğru ilerlemeyi sürdürmesi halinde hem buradaki can kaybı hem Türkiye’ye yönelik göç baskısı artabilir. Bu durum mülteci krizini duymak bile istemeyen Avrupa’ya da baskıyı arttıracaktır.
LİBYA’DA BARIŞ UMUDU
SURİYE’den sonra Libya krizi de Avrupa’yı yeni bir sınavla karşı karşıya bırakıyor. Avrupa, 2011’de başlayan Suriye krizinde başta pasif kalmıştı. DEAŞ terör saldırıları ve 2015’teki mülteci akınına kadar da krize pek aldırış etmedi.
Yıllardır nispeten kendi akıbetine terk edilen Libya meselesi ise Türkiye’nin Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti ile deniz yetki ve askeri işbirliği anlaşmaları yapmasıyla hatırlanmaya başlandı.
Bunların bazıları gerçek olurken, birçoğu tutmadı. Ancak yine de, 2020’li yıllara dair trendlerle ilgili öngörüler söz konusu. İşte dikkat çeken bazı başlıklar:
İklim değişikliği: Son yıllarda iklim değişikliğini belirgin bir şekilde hissetmeye başladık. Kentleri bir anda suya boğan süper hücre yağışları, hortumlar, kuraklık, orman yangınları... 2015 tarihli Paris Anlaşması, küresel sıcaklık artışının sanayi devri öncesine göre 2 derecenin, hatta mümkünse 1.5 derecenin altında tutulmasını öngörüyor. Ancak pek çok ülke için bu hedef çok uzakta. Tek iyi haber ise gençlerin eylemleriyle bu konuyu gündemde tutmayı sürdürmesi.
Gıda güvenliği: Dünya Kaynaklar Enstitüsü’nün (WRI) araştırmasına göre dünya nüfusunun dörtte biri yüksek su stresi yaşayan 17 ülkede yaşıyor. Su problemiyle karşı karşıya olan ülkelerin 11’i Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinde yer alıyor. Türkiye de riskli ülkeler arasında. Tarım, hayvancılık ve gıda zinciri güvenliğinin sürdürülebilmesi için suyun elde edilip kullanılması önemli bir sınama olacağa benziyor. Ayrıca enerji kaynaklarınının paylaşımı gibi suyun paylaşımı da yeni uluslararası krizleri gündeme getirebilir.
Uluslararası kurumlar: 2010’lu yıllarda azalan kaynaklarla alakalı işsizlik, eşitsizlik, yoksulluk gibi durumların çıkardığı kriz ve savaşların nasıl göçü tetikleyip dünya siyaset sahnesini sarstığına, uluslararası kurumların nasıl yetersiz kaldığına tanık olduk. Bunlar hep alarm zilleriydi aslında. ABD’nin Paris İklim Anlaşması’ndan, İran ile nükleer, Rusya ile füze anlaşmalarından çekilmesi birçok uluslararası sözleşmenin de içini boşalttı. Yeni dönemde hem uluslararası kurum, hem de anlaşmaların yeniden tartışmaya açılmasına tanık olabiliriz.
Savaşlar, krizler: 2010’lara savaş ve krizler damgasını vurdu. 9 yıldır Suriye savaşına çözüm bulunamadı, ufukta umutları çok da arttıracak bir işaret yok. Irak’ta çıkan son karışıklıklar, ABD ile İran arasındaki tansiyon, İran ile İsrail arasındaki kavga, doğu Akdeniz’deki enerji gerilimi, Libya’daki güç savaşı, Ortadoğu’nun gelecek yıllarda da kriz üretmeye devam edeceğini gösteriyor. Ve maalesef tüm bu potansiyel krizler, Türkiye’yi çok yakından ilgilendirmeye aday meseleler.
Çok kutuplu dünya: Son 10 yılda, Çin, Rusya ve Hindistan’ın yükselişe geçmesiyle birlikte ABD odaklı tek kutuplu dünyadan çok kutuplu bir sisteme doğru yol almaya başladık. Çin, ‘Yol ve Kuşak Projesi’ ile kara, demir ve denizyolu ile dünyaya açılırken Rusya da TürkAkım, KuzeyAkım 2 ve Çin’e yönelik ‘Sibirya’nın Gücü’ doğalgaz hatlarıyla nüfuz alanını genişletmeye çalışıyor. Kaya gazı sayesinde doğalgaz üreticisi olan ABD de getirdiği yaptırımlarla Rusya’yı kontrol altına almayı deniyor. Gelecek yıllarda güç odakları arasında daha fazla gerilime tanık olabiliriz.
Yeni teknolojiler: Teknolojide de önemli gelişmeler kaydedildi. Akıllı telefon ve sosyal medya bilginin paylaşım şeklini kökten değiştirdi. İnsanlar yalan habere, manipülasyona daha açık hale geldi. Yeni dönemde ordular da değişmeye başladı. İnsansız Hava Araçları’nın yaygınlaşması cephede dengeleri değiştirirken şimdi şirketler robot asker üretme peşinde. Öte yanda balistik füze yarışı hızlandı.
2020’ler kendi zorluklarıyla geliyor. Dolayısıyla olası krizleri öngörebilmek ve çok boyutlu ele alıp hazırlanabilmek her zamankinden daha fazla önem taşıyor.
Yakın tarihte önemli bir yer tutmaya aday bu on yıllık dönemde uluslararası siyasette gelecek yıllarda da etkisini sürdürecek birçok gelişmeye tanık olduk.
ARAP BAHARI: 2010’ların gelişi aslında 2000’lerde şekillendi. Terör örgütü El Kaide’nin 11 Eylül 2001 saldırıları, ABD’nin Afganistan ve Ortadoğu’ya güçlü bir şekilde dönmesinin yolunu açmıştı. Irak savaşının yarattığı kaos, Kuzey Afrika ve Arap ülkelerindeki kronik sorunlar Tunus’ta üniversite mezunu bir seyyar satıcının kendisini yakmasıyla tüm coğrafyayı yangın yerine çevirdi. Tunus, Mısır ve Libya’da diktatörler devrildi. Suriye’de, Yemen’de yıllar sürecek vekalet savaşları başladı.
PROTESTOLAR: Her ülkenin dinamikleri farklı olsa da arka planda hayat pahalılığı, işsizlik, gelir dağılımındaki adaletsizlik, etnik ve dini farklılıklar ortak paydayı oluştururken krizlerin bir önemli boyutunu da artan nüfus, değişen doğa şartları oluşturdu. Kriz öncesinde Suriye’de yaşanan kuraklık, tarım ve çiftçilikle uğraşan birçok insanın büyük kentlere göç ederek zor şartlarda yaşamak durumunda kalkması Esad iktidarına yönelik tepkinin büyümesini sağlayan unsurlardan oldu.
SOSYAL MEDYA: 2010’lar aynı zamanda akıllı telefon ve sosyal medyanın patlama yaşadığı bir dönem oldu. Arap baharında onbinlerin meydanlara çıkmasında da sosyal medya önemli bir enstrümandı. Bireysel ifade özgürlüğü görece alan bulurken aynı zamandan insanlar dezenformasyon ve kara propagandaya daha açık hale geldi.
İTTİFAKLAR DEĞİŞTİ: Arap Baharı, aslında Tunus dışındaki birçok ülkeye hüsrandan başka bir şey getirmedi. Esad rejimi, önce İran’dan sonra Rusya’dan bulduğu destekle koltuğunu korumaya çalışırken Ortadoğu’da eksenler değişti, yeni ittifaklar kuruldu. Sünni Araplar, İran ile temasta olduğu gerekçesiyle Katar’ı dışlayınca Sünni ekseni kendi içinde bölündü. Türkiye, kara gününde Katar’ın yanında yer aldı. İran’ı en büyük tehdit olarak algılayan İsrail ise ABD’de Donald Trump’ın iktidara gelmesiyle bölgede kendi lehine adımların atılmasını sağlama fırsatı yakalarken Sünni Arap ülkeleriyle de dirsek temasına başladı.
RUSYA GÜÇLENDİ: Müttefiki Esad’a destek vermek için Suriye’ye gelen Rusya, bir taşla iki kuş vurdu. Hem ‘Ortadoğu’da ben de varım’ dedi, hem de Tartus deniz üssünden sonra Hmeymin hava üssüne de yerleşti. Baştan beri Suriye’ye yönelik askeri müdahalesini sınırlı tutmaya çalışan, ancak çıkarları doğrultusunda da bir tablo için çalışan ABD ise Suriye’de sahayı giderek Rusya’ya bıraktı. Önceleri Sünni ekseniyle Suriyeli muhaliflere destek veren Türkiye, şimdi bir yandan Rusya ile siyasi çözüm için çalışırken, öte yandan terör örgütü PKK/YPG tehdidine karşı mücadele yürütüyor.
MÜLTECİ KRİZİ: Krizler nedeniyle başta Suriye olmak üzere dünyanın dört bir yanında milyonlarca insan yerinden oldu. Türkiye, en çok mülteci kabul eden ülke olarak tarihe geçti. Avrupa ise Aylan Kurdi bebeğin cansız bedeni 2015’te Muğla’nın Bodrum ilçesinde sahile vurana kadar Suriye savaşı ve mülteci krizine pek aldırış etmedi. Aylan’ın ölümü sonrasında neredeyse 1 milyon mülteci, Türkiye ve Yunanistan üzerinden Almanya’nın kapısına dayandı. Almanya-Türkiye arasında yapılan mülteci anlaşmasına rağmen krizlerin yarattığı yüzbinlerce mutsuz insanın umuda yolculuğu gelecekte de süreceğe benziyor.
TERÖRİZM: