Eğer aynı hafta içinde bir mezuniyet, bir cenaze, bir düğün ve bir doğum günü varsa, bu rüyayı görürsün.
Geçen iki haftam, bir duygular lunaparkı gibiydi.
Birinden inip, diğerine bindim.
Arada pamuk şeker aldım, hedefi vurup boyumdan büyük tavşanlar kazandım, sonra hızla aşağı çakıldım bir trenle.
Susadım su yoktu.
Kendimi, bir takside aldığım mesajla, adını duyup hiç görmediğim Kerim’in ölümüne ağlarken buldum.
Kendimi, topuğu ben dans ettikçe çimleri delen bir ayakkabıyla, ‘yoksa bahçemin eski şanı/ sebebi koparılan çiçekler’ şarkısını söylerken buldum.
Kendimi,
Ben ki, dudak, yanak ve tırnak yiyenlerden hiç olmadım ve onların kafalarını hep çok bulutlu buldum, birden kendim onlardan biri oluverdim.
Fark edince, bu saçma huy bedenime ezber yapmasın diye, hemen kafamın içine bakıyorum.
Ne düşünüyorum ben? Nerede takılıyor düşünce treni? İçinden çıkamadığım o şey ne? Hangi cümle geçti aklımdan da, kopardım dudağımdan bir parçayı?
İnsan hangi düşünceye düşerse düşsün, kendini kaldırmayı ve onun sadece aklından geçen uydurma bir cümle olduğunu kendine hatırlatmalı.
Kendinle ilgili her şeyi çözmenin ilk şartı farkındalık.
Farkında olan insana hiçbir şey olmuyor.
Neyse, böyle böyle endişe avındayken ben, ‘Guatemala endişe bebekleri’ diye bir şey olduğunu öğrendim.
Kimi zaman soruyla: Anne?
Kimi zaman çağrıyla: Aaaannneee!
Kimi zaman hüzünle: Anneee.
Kimi zaman taşkın bir neşeyle AANNEE!
Nasıl gelirse gelsin, bu kelime her seferinde kalbimi eriterek içine girer, bir kedi gibi usulcacık yerleşir içime.
Anneler Günü’ydü diye anneliği tahta oturtup, etrafında mumlar yakacağımı sanmayın yalnız.
Anneliğin çetrefilli yanları, çıkmaz sokakları, bitmez geceleri, sönmez ateşleri var.
O kadar sis vardır ki arabanın içinde kendi ellerini bile göremiyorlardır.
Araba ağır ağır, öndeki arabanın karda bıraktığı teker izlerinde yolu bularak ilerlerken, yoldan çıkar ve yan yatarak aşağı sürüklenir.
Hepsi arabadan titreyerek çıkar ve “buradan nasıl çıkacağız” diye düşünürler.
O sırada aralarından biri, hangisi bilmiyoruz, der ki: “Elbet bir şey olacak”.
Paul Mc Cartney, “Lyrics” kitabında bunun karanlık ve moralsiz günlerde tutunulacak en güzel felsefe olduğunu söylüyor, “‘Elbet bir şey olacak’ yüzeysel ve kaderci gibi dursa da, insana böyle zamanlarda yardım eden bir cümle” diyor.
Ne düşünüyorsunuz? Sizce kendimizi tünellerde bulduğumuz, yol bitti sandığımız zamanlarda, bu cümle meşaleyi yakabilir mi? Bence, yakar.
Bir kar çukurunda yan dönmüş bir arabanın içinde hayat bitmediyse, elbet bir şey olur.
Biz nefes aldıkça hayat yeni olayları yüklemeye devam eder çünkü.
Gözlerim pencereyse, açık. Her şeyi görüyorum.
Çirkin görünenin bile aslında güzel olduğunu anlama mevsimindeyim.
Tropik, yavaş, güneşli. Acelem yok. Güneş gitgide geç batacak.
Ömrüm uzun modundayım.
Güzel laflar okuyorum. Not alıyorum.
Öğrenmek için yazması gerekenlerdenim.
Birkaç santim yukarıda ayaklarım yerden.
Etkilenmiyorum diyelim küçük depremlerden.
İnsanın koca koca kahkahalar atabilmesi (ki bu histeri göstergesi de olabilir) ve çoğu zaman iyimserliği becerebilmesi, onu hep günlük güneşlik yapmaz.
Bunu anlamak için ayın karanlık yüzüne denk gelen şarkılarıma bakabilirsiniz.
“Kırık” gibi, “Havuz Problemi” gibi, “Masal” gibi...
Karanlığımdan gelen sesleri kısmayacak kadar çok seviyorum.
Bir şarkı dışarı çıkabilmiş bir duygu değilse nedir ki!
Cuma çıkan “Boy” şarkısı da öyle bir ses. Hayat bazen koparıp alır ve siz de olanlara inanamazsınız.
Şarkılar yazmasaydım ve kelimelerle aram iyi olmasaydı ne yapardım bilmiyorum.
Balon balığı gibi şişerdim. Neyse ki her şeyi anlatmamın şarkıdan bir yolu var.
Hayattan da geriye kalan bunlar bence. Hisler, birkaç an ve bazı cümleler.
Mesela şu çeşmenin olduğu oda.
Padişahlar ve saraydakiler, gizli şeyler konuşmak istediklerinde su sesinin yanına giderler.
Odada gerçekten baskın bir su sesi var. Her yer mermer.
Oğlum Aziz Arif’e sır verir gibi, bir şeyler fısıldadım. ‘Bak suyun yanında olduğumuz için kimse bizi duymadı’ dedim.
Peki o çeşme neler duydu 1400’lerden bugüne? Ne sırlar, ne planlar, ne tutkular.
Aslında sırf o odada oturup, hayallere dalmak isterdim.
Çünkü yaşarsam, yaşanıp bitecek.
Hafızam onu bin bir kez değiştirerek beynimin derinlerinde bir hard diske atacak. Sonra oradan ara da bul.
Diyelim buldun, bulduğuna da güvenemezsin.
Hem kaydettiğimi sonsuza dek ölümsüzleştirmiş oluyorum. Onu ileride çocuğumla, sevgilimle, dostlarımla paylaşır, bakın tam da böyle oluyordu diyebilirim. Beraber gerçekten o ana gideriz.
Birimiz masada karpuz vardı, akşam oluyordu derken diğerimiz deniz kıyısındaydık gündüzdü demez.
Hem mesela bir annenin bebeğiyle ilk karşılaşmasını an be an kaydettiğini düşün.
Artık ömür boyu baktıkça gözleri dolar.
Bebeğin annesinin kucağına ilk geliş anının kaydı. Böyle büyük duygularda hafızaya güvenemezsin.