MÜZİKLE ilgilenenlerin ayrı ve ayrıcalıklı bir yeri olmalıdır... Buna müzik dinleyenler de dahil... Sporla (bu yazı bağlamında bisikletle) ilgilenenlerin de öyle... Buna sporu sadece izleyenler de dahil...
Bu genişletilmiş “iyi niyet yumağı”ndan, “müzik ve spor eşkıyalığını çıkartınız” notuyla, bir sonraki cümleye geçelim...
Müzik ve bisikletin, her ikisiyle birlikte ilgilenenlerin ise biraz daha ayrıcalıklı bir yeri olmalıdır. Çünkü onlar da, “pamuklarda saklanacak” kadar azdır bu toplumda.
Gelgelelim, bu “ikiz ayrıcalık” son günlerde İzmir sokaklarında, “Geliyorum diyen kaza” olarak dolaşıyor... Kimler mi bunlar?
(Bazı) bisikletli gençlerimizden bahsediyorum.
Fotoğrafla “vesikalık” dışında uzak-yakın ilgisi olmayan bir millete, zırt pırt, olur-olmaz yerde fotoğraf çekme merakı ve tuhaflığını aşılayan teknoloji, cep telefonları aracılığıyla müzikal bir konfor konfetisi saçtı hepimizin başına.
“Festival Özel Konseri” adı, ancak bu kadar “cuk” oturabilir… Dahası, bir topluluğun (daha doğrusu projenin) adı da ancak bu kadar isabetli seçilmiş olabilir. Yoksa tersi mi ? “Seçilmiş olan, aslında isim değil de o ismi giyinen sanatçılar mı ?” Bir başka deyişle, isim zaten vardı da, bugüne kadar bellediğimiz “İpek Yolu” fikrinin asıl tanımı, şimdi mi yapılıyor ? Sanki bu sonuncusu daha doğru gibi geldi bana…
Sıradan bir arama motoruna, “İpek Yolu” yazdığınızda, okul kitaplarının eskimiş ve kurumuş resmi çıkıyor karşınıza; “Çin'den başlayarak Anadolu ve Akdeniz aracılığıyla Avrupa'ya kadar uzanan, dünyaca ünlü ticaret yolu…” En kabadayısı, “…sadece tüccarların değil, aynı zamanda doğudan batıya ve batıdan doğuya akan fikirlerin, bilgelerin, orduların, dinlerin ve kültürlerin de yolu olmuştur” cevabını bulabiliyorsunuz. AASSM’de, bu yaşıma kadar, “İpek Yolu” denince aklıma düşen, düşürülen en koyu gölgelerden biriyle tanıştım Çarşamba akşamı… Program kitapçığında, kendi cümleleriyle şöyle diyordu. “Silkroad kâşiferin, bağımsız kişilerin, öyküleyici müzisyenlerin, tutku dolu acemilerin, ilgi duyan göçebelerin ve kültürel müteşebbislerin yer aldığı bir topluluktur. Farklılıklarımızı keşfetmenin, insanlığımızı zenginleştirdiğine inanan Silkroad, dünyamızı yeni şekillerde görmek için eğitimin, işin ve sanatların bir araya geldiği bir dönüm noktası aramaktadır…” Salondakiler, satır aralarında ve sahnedeki –duvarları olmayan- ustalık dolu işbirliğinin renk ve tınısında, “küreselleşmeye karşı bireysel özgürlükler ve varoluşun başkaldırısı”nı da” okudular elbette. “Değişimin, yeni dizilerine şekil veren –aşılmış- uç noktaları”na da tanık oldular. Özetle izleyemeyenler, çok şey kaçırdı. Çünkü, sadece müzik yoktu sahnede…
“Ibn Arabi Postlude” isimli eserin, dünya prömiyeriyle açıldı sayfa… Eser, “aşkı ve özgür düşünceyi, dinî inançlar kadar kutsal sayan felsefe”nin, tek bir “klarinet”in buğusundan yola çıkıp, menzilde bütün enstrümanları sarmalayan zikriydi adetâ. Ardından, “pipa”nın pek bilinmedik davetini aldık; -açıkca- bir meydan okuma tadındaydı… Sonra, “tabla” üstadının başlattığı, perküsyon ailesinin dört kişilik münakaşası başladı; yer yer neşeli, yer yer kızgın bir “karabatak söyleşi…” İlk bölüm biterken, “kemança” ile rast’ın tütsülediği bir seyahate çıktık ve uçan halıdan, “gayda”nın yürek yakan çığlığı indirdi bizleri yere…
Çok şey söylemek ve yazmak mümkün ! Hangi birini sığdırayım buraya ? Kaygısız, gösterişsiz, “kendi istedikleri ve keyif aldıkları müziği yapmak”tan başka iddiaları olmayan “yolcu”ların eline, topluluğun ruhun tanıyan özgün besteleri vermişler; sonuç, doğaçlamanın doruğunda (ışık doğudan yükselir dese de) “dünya güzeli bir melez...” Bunların içinde, “Atashgah” (Âteşgâh-şömine) ve “Turceasca” (Turkuaz), ikinci bölümün “meclis efrûz” (ortamı tutuşturan, yakan…) notalarıydı bana göre…
Kulisten salona yansıyan notlar ise, “Silk Road”un önüne, (ısrarla ve özenle) hiç çıkmayan bir Yo-Yo Ma portresini işaret ediyor. Kendiyle barışık-belki aşkın, sıradan, sıcak, ve samimi duruşuyla büyüyen bir sanat insanı. İçtenliği, gençlerle şakalaşacak, “Stradivarius”unu, provada, (bu anıyı bir haiku’da yaşatmasını düşlediğimiz) İzmirli meslektaşına ödünç verecek kadar gölgesiz... Salona girerken, Saygun’un heykeline selam duracak, “biz varsak ve bugün buradaysak, O’nun Hindemith ve Bartok’la olan dostluğu sayesindedir” diyecek kadar engin gönüllü.
Özetle, tekrar ve tekrar teşekkürler İKSEV… Bu yıl İzmirli sanatseverlere yine unutulmaz bir Festival kuşağı yaşattınız; darısı gelecek yıllara. Bir özür, bir sitem ve bir “buruk özlem”le bitirelim. Konser öncesindeki açıklamalı basın sohbetine katılamadım; dünya telâşı… Keşke dostlarıma destek olabilseydim. Benim eksikliğimi kimse hissetmez de, duydum ki, izmir basını da yeterince kalabalık değilmiş orada. Tahminim, yine Fuar’ın yoğunluğunu bahane edecekler. Doğru ya “Yo-Yo Ma ve Silk Road Ensemble”, hafta sekiz gün dokuz şehrimize geliyorlar zaten. “Panayır”ın magazininden daha mı önemli ? Ben olabilseydim toplantıda, (zihnimde, konserden sonra iyice şekilli hale gelen) şu soruyu sormak isterdim; kısmet değilmiş. “-İpek Yolu- deyince, Toplulukta bir türk sanatçının tavrını da arıyor insan. –Belki bir gün- mü ? Bir de, Santur, Kanun ya da Ney sesi, derûnundaki panzehirle yakışmaz mıydı, -yol’un ortası-na ?”
HEM de 80’li yıllardan beri... Nasıl mı öğrendim? www.clubamazon.com.tr/ sayfasında açık açık yazıyor, inanmayan baksın! Malûm, yabancı dostlarımız, canları sıkıldıkça icat çıkartmayı severler. Balıkgözü mercekle kendi resmini çekme egosundan, başından bir kova buzlu su dökme modasına varıncaya kadar “sürü psikolojisi ve algı yönetiminin bütün oyuncakları”nı kullanmakta oldukça mahirdirler.
Şimdi de (yenidir deyû / haydi öyle olsun...) başka bir kavramı “tedavüle çıkartmışlar”. Ayıp değil ya, ben yeni duydum; “Beş yıldızlı ve boncuklu otellerden sıkılan Avrupalı gezginlerin ortaya attıkları yepyeni (?!) ve farklı bir tatil anlayışı(ymış) ‘Glamping...’ Sözcük, İngilizce ‘Glamorous’ (büyüleyici, göz alıcı, göz kamaştırıcı) ve ‘Camping’ kelimelerinin birleşiminden oluşuyor. Kısaca, ‘butik kamping’ olarak da adlandırmak mümkün. Seyahatseverler, belirli – asgari seyahat ögeleri ve konforlarından fedakârlık etmek zorunda kalmadan, doğayla buluşuyorlarmış.” Seyahat ve tatil tercihini böyle şekillendirenlere de “Glamper” deniliyormuş. Hem hemen üstüme alındım, hem de sevindim. Dahası, birileri bana sahip çıkıyormuş gibi hissettim. Hani, (bir baltaya sap olamamışın) biri kartvizit bastırmak için matbaaya gitmiş de, “İsminizin altına unvan olarak ne yazalım” demişler. “Şart mıdır?” diye sormuş. “E usûldendir, iyi olur” yanıtını alınca da, “Peki o zaman, -elektrik abonesi- yazın” demek zorunda kalmış ya... O misal, dünya halidir; daralırsak bir gün, kartvizite yazdıracak bir tarifimiz olması içime su serpti...
Ege’ye, (HÜRRİYET–EGE’deki) kendi köşesinden bakan arkadaşlarımızdan Bahar Akıncı, geçenlerde, “Lütfen sadece çevreye duyarlı otellerde konaklayın...” diye bir yazı yazdı. Okuyunca, “Yetmez ama evet”çi olasım geldi. Madem ki “Glamper”mişim, “yetmez” kısmından devam edelim... Çevrecilik fikri, tıpkı kalite sözcüğü gibi, organik tarım kavramı gibi, kolay sündürülebilen ve içi pek kolay boşaltılan balonlarımızdan olduğu için, artık yazılıp-çizilenlere ihtiyatla yaklaşıyorum. Yazıda, çok doğru bir nokta atışla “Bördübet”ten de söz edilmiş. İster istemez, çağrışımlar, çağrışımlar, çağrışımlar...
Tam isabet! Çünkü, Türkiye’de bu işin öncüsü, Bördübet’teki “Club Amazon”dur. Aslında tam da “Glamping”tir 33 yıldır yaptıkları... Çok önceleri başlar bu öykü... “Tayyip Bey yeni açılan otele rahatça ulaşabilsin, bayram namazı için camiye kolayca gidebilsin” diye, yolların sadece bir bölümü (?!) asfaltlanmadan çok önce, “gökte milyarlarcası varken, neden 5 yıldızla yetiniyorsunuz?” diye “Glamping soruları” sorulurdu AMAZON koyunda. “Yıldız pikniği”ne çıkılırdı göz gözü görmez gecelerde... Neyse ki, vahşi doğanın tam ortasında, “meraklısı için butik tatil fırsatları” sunmaya devam ediyor TECELLİ Ailesi...
“Yetmez” dediğimiz kısmı tamamlayan ayrıntılara da değinelim. Bördübet tercihinizin “zekâ, mizah ve gusto” da içeren bölümünde kapılar, ister istemez AMAZON’a açılır. Bir kere, “hesap ödeme” vakti geldiğinde, “çamaşırınıza ya da annenize kadar” istemezler burada. Gezinti teknesinin adı “Kevgir”, wi-fi erişimin şifresi “gerekyok”tur... Giderken, son virajın köşesinde “The End” yazar; yol gerçekten bitti sanır, kalakalır, paniklersiniz. Misafirler, hâtıra eşya niyetine söker söker götürür bu tabelâyı...
İlk yazıyı yazışımın üzerinden 10 yıldan fazla zaman geçmiş. “Benim gözlüğümden” bakınca “Bördübet demek, hâlâ, AMAZON demek... İyi ki varsınız...”
KIZIM Fenerbahçeli...
Sen daha doğmadan, ben Fenerbahçeliydim;
Babam rahmetli Cehdi Bey de ben doğmadan...
Sen ne yaptığının farkında mısın?
Maç gecesi, (Ben -Süper Kupa- terimini reddettiğim ve adını hâlâ Cumhurbaşkanlığı Kupası olarak telâffuz ettiğim için...) “İki takıma da başarılar; Cumhuriyetin ilk Cumhurbaşkanı’nın onuru ve aziz hâtırası için” diye tweet attım da hattâ... “Taraftarlar, bahsettiğiniz kişiyi pek umursamıyorlar galiba. Zira daha maç başlamadan önce birbirleriyle kapıştılar...” diye cevap verene de, “umursamamaktan değil, anlamamaktandır. Onlar edepsizliğe alıştırıldı çünkü...” diye cevap verdim. Onun için böyle “hayretle, kızgın ve kırgın bir tavırla” soruyorum; Sen ne yaptığının farkında mısın?
Biliyor musun, sen ve senin gibilerin bitmeyen hırçınlıkları yüzünden, artık kimse maç seyretmiyor? Kimse heyecanlanmıyor. Kimse sevinemiyor, kimse üzülemiyor. Kimse kimseyi kutlamıyor; kızdırmıyor bile... Sen ne yaptığının farkında mısın? Bir yanlış anlaşılmaya da sebep olmak istemem. Seni eleştirdiğim bu yazı, “formasına yakışmayan diğer FB’li ve GS’li futbolcuları asla aklamaz...” Onları zaten çoktan silmişiz defterden. Ama (damarına ne kadar basılırsa basılsın) sen bunları yapmayacaksın! Yakışmıyor! Ötesinde, hakkın da yok! Neden mi? Çünkü sen, başarılı bir futbolcusun. Bu memleketin yetiştirdiği en büyük kalecilerden birisin. Bu millet sana ay-yıldızlı formayı emanet etmiş, “kaptan” demiş; daha ne yapsın? Gençlerin duvarında posterin, sırtında forman, başucunda eldivenlerin, rüyalarında gölgen, ideallerinde ismin var. Bunları yerle bir etme!
Çünkü sen, Fenerbahçe’nin kalecisisin... Çünkü o kale, Fenerbahçe’nin kalesi; kimsenin babasının malı değil! O direkler, Cihat’ları, Şükrü’leri, Datcu’ları Rüştü’leri gördü. Nasıl oynadığın, kaç kez millî olduğun, kaç penaltı kurtardığın, hattâ kaç kupa kaldırdığın dahi önemli değil; nasıl hatırlanacağın önemli... Sen ne yaptığının farkında mısın?
İZMİR’in bir güzelliği ve ayrıcalığı da, ister “hafta sonu kacamağı” deyin, ister, (-hafta sonunu uzattık- demek varken) daha havalı dursun diye, “long weekend”; çok kısa mesafelerde “deniz ve güneş”, hattâ Dario Moreno’nun seslenişiyle, “deniz ve mehtap...” ihtiyacını giderebiliyor olmanızdır.
Burada alışkanlıklar devreye girer.
Bazıları Foça tarafına kaçar, bazıları “Ada”cıdır.
Bazıları “statükocu”dur; “bir sosyal statüyü terk etmemek uğruna” Çeşme’den vazgeçemez.
Bazıları “trend” izler; (şimdilik) Alaçatı’dadır.
Karaburun’un muhafazkâr sevdâlıları oraya saklanır.
RAHMETLİ Orhan Boran’ın sunduğu ve “radyo(nun siyah beyaz)günleri”nden (?!) kalma bir lezzet olarak hatırladığımız, ünlü bir yarışma programının adıydı; “Doğru mu, yanlış mı?”
Bugün, TOKİ’nin, önüne kapı gibi tabelasını diktiği, “15.000 seyirci kapasiteli stadyum” hakkında, “Usta”yı anarak soracağız; “Zan yok, iddia yok...”
Şehir Plancıları Odası’nın Göztepe ve Karşıyaka’ya yapılması planlanan iki stadının ihalesinin iptali istemiyle Bölge İdare Mahkemesi’ne dava açtığı... / Doğru mu, yanlış mı?
Büyükşehir Belediyesi’nin henüz dava açmadığı... / Doğru mu, yanlış mı?
Karşıyaka Belediyesi’nin ise dava açtığının söylendiği, henüz belgesi olmadığı için ispat edilemediği... / Doğru mu, yanlış mı?
Bölge İdare Mahkemesi’ne ihalenin iptali istemiyle açılan davanın, “Planlanan ticari alan ve trafik durumunun, yoğunluğu kaldırmayacağı” savına dayandırıldığı... / Doğru mu, yanlış mı?
Ege TV’ye konuşan AK Parti İzmir Milletvekili Aydın Şengül’ün, “Şehir Plancıları Odası’na davayı Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu açtırmıştır. Zaten bugüne kadar dava açılmamış olması bizi şaşırtmıştı” dediği... / Doğru mu, yanlış mı?
EN az benim yaşımda olanlar rahat rahat hatırlar; eskiden bir gazete, bir diğerine, (genellikle de sitemli ve eleştirel) bir gönderme yaparken, “Filânca refikimiz...” diye seslenirdi. “Refik”, Arapça bir sözcük; “Arkadaş, yoldaş, yol ve menzil paylaşılan kimse” anlamına geliyor.
Şimdi biraz, bu tanımlamanın etrafında dolaşacağım ama, önce (özenle işlenmiş olduğunu düşündüğüm)bir paragrafı paylaşmak istiyorum; Emre Kongar’ın sitesindeki, “Bu siteden yapılacak alıntılarda kaynak gösterilmesi ahlâk kurallarına uygun olacaktır...” notuna uyarak elbette...
(Kongar’ın ifadesiyle) “... Erkekler eşlerini ‘Refikam’ diye takdim ederken, gazeteler de birbirlerine, ‘Refikimiz’ derdi. Gazetelerin birbirleri hakkında ‘Refikimiz’ demesi, bir nevi saygının, sevginin ve dayanışmanın ifadesiydi... Sonradan Bâb-ı Âli, medyalaşınca, ‘Refikimiz’ de ‘Rakibimiz’ oldu ama, ‘Rakibimiz’, ‘Refikimiz’ gibi olumlu bir anlam taşımadığı için, pek kullanılmadı...”
Lâfı bu kadar dolaştıran bir uvertürden medet umma sebebim, aynı gazetede yazdığımız bir “köşe yazarı”yla, (üstelik birlikte TV programı da hazırlayıp sunduğumuz) eski bir dostumla, oturup, “aynı gazetedeki köşelerimiz aracılığıyla fikir münakaşası” yaparken, kendisine nasıl hitap etmem gerektiği konusunda biraz bocalamış olmam.
Herhalde, “Reşat Kutucular Refikimiz...” diye başlarsam, hem çok büyük bir usûl hatası yapmamış, hem de “sevgi saygı ve dayanışma”da kusur etmemiş olacağım.
Cumartesi günkü “AYDIN” başlıklı yazısının bir bölümünü şöyle kaleme almıştı Reşat Bey: “Sevgili Nihat Demirkol, seçimden önce yazdığı ‘Seçime Doğru Kısa Kısa Çağrışımlar’ yazısını, Selahattin Demirtaş’a oy verecek olan seçmene gönderme yaparak şöyle bitiriyordu: ‘Tecrübeyle sabittir ki bütün ülkeler cahillerinden çok çekmişlerdir. Lâkin, Türkiye kadar aydınlarından çeken bir başka ülke yoktur.’ Bu topa girip girmeme konusunda kararsız kaldım aslında. Zira Ege TV’deki ‘İki Dirhem Bir Çekirdek’ programımızdan edindiğim tecrübeyle sabittir ki, Nihat Bey’le başa çıkmak kolay değildir. Yine de bir denemek istiyorum ama... Önümüzdeki yazılarda bu konuya daha çok yer ayırabilmek umuduyla diyorum ki: Dünyada bizim gelişmişlik düzeyimize ulaşıp, aydınlarına, aydınımsılarına, aydın geçinenlerine bu kadar çektiren başka ülke var mıdır, bilmiyorum?”
Mecburiyetler olmasa, siyaset yazmayı hiç sevmiyorum! Ama, özellikle sanatla siyaset arasındaki tercihin, iyiden iyiye, “varolmakla varlıklı olmak” ikileminde düğümlendiğini görüp de yazmamak olmuyor. Bugünlük de, “kısa kısa” söyleşip biraz soluklanalım.
Recep İvedik (4), “Kış Uykusu”na karşı...
“Son dakika” kadar güncel olmayabilir ama, resmi gişe bilgilerine göre, “seyircİ” sayıları şöyle: RECEP İVEDİK (4) / 7.342.864 ; KIŞ UYKUSU / 166.022 . “Yorumsuz” deyip, dünyanın öbür ucuna atlayalım. Öyle sanıyorum ki, yıllar geçtikçe ve dünya durdukça, (ironik bir ayrıntı olarak, üniversitede siyaset bilimi okumuş olan) Robin Wiliams’ı ve çevirdiği “Günaydın Vietnam, Cadillac Man, Hook, The Fisher King, Mrs. Doubtfire, Ölü Ozanlar Derneği” gibi filmleri hatırlayanların sayısı, Başkan Richard Nixon’ı ve istifasıyla sonuçlanan “Watergate Skandalı”nı hatırlayanlardan hep daha fazla olacaktır. Williams’ın İntihar etmiş olması ihtimali, sevenlerini en az ölümü kadar üzmüş. Dün sosyal medyada, bir sanatçının arkasından bu ayrıntıyı istismar eden düzeysiz saçmalamalar okuyunca, aklıma madalyonun siyasetçi yüzü geliverdi. Kendisinden “rahmetli” diye bahsedince, bir telgraf çekmişti, Bölükbaşı Semra Özal’a; “hayattayım ve bazılarının sonunu görecek kadar da yaşamak azmindeyim...” diye. Varolmayı seçenlere selam olsun!
“Adam gibi, tıpış tıpış istifa”edeceksiniz...
“Kemaliyetin şiddeti”nden olsa gerek, Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde, yer yer ellerini kürsüye vurarak ve ardından tabii ki manşetlerde, şöyle bağırıyordu Kılıçdaroğlu: “Adam gibi tıpış tıpış sandığa gideceksiniz, demokrasinin gereğini yapacaksınız...” Sular, bir çırpıda aktı köprülerin altından... Bütün doğrular ve yanlışlar, pazar akşamı itibariyle geride kaldı. Şimdi CHP seçmeni kendisinden, “demokrasinin gereğini yapmasını, adam gibi, tıpış tıpış istifa etmesi”ni bekliyor. Kırıp dökmemek için, sadece kendisinin cümlelerini kullandım.
“Ekmek için”, marjinal yönelişler...
Yine seçim öncesinde, “Demirtaş’ın, İzmir’de, ülke genelinin üzerinde bir oy alacağını sanıyorum” demiştim; tam tutturamadık... Ama Sevgili Deniz Sipahi’nin de köşesinde kullandığı lisanla, “oylarını 100 bin artırıp, ikiye katlamış olması” da aynı kapıya çıkıyor. Zira Türkiye genelindeki oy artışına (da) bakılırsa, siyasi yelpazedeki olası yer değişikliği, zaten yeni istatistiklere gebe. Marjinaller kitle partisi olmaya soyunurken, kitle partileri (ekmek için) marjinalleşiyor. Bir tarihte, siyaset ve ekonominin güncel enstrümanlarını Özal’a kaptıran CHP, şimdi de geleneksel oyuncaklarını HDP’nin söylemlerine kaptıracak anlaşılan.
Bu bir “Amerikan Rüyası”dır