Nihat Demirkol

Bornova’da çöp toplama hallerimiz

27 Haziran 2014

GEÇEN pazartesi saat 09.06’da çektim bu fotoğrafı...

EVKA-3’ün nabzının attığı kavşakta... Bornova Belediyesi’nin “tam teşekküllü” çöp toplama aracı, yeşil renkli, üzerinde “evsel atık” yazan bidonların içini boşaltıyor. Yolun tam ortasında “sultanî” bir edâ ile duruyor. Araç üzerindeki vinç çalıştırılıyor, uzuyor, uzanıyor, “çöp toplama ünitesi”ni alıp kaldırıyor, kamyonun üstüne getirip boşaltıyor ve sonra yerine bırakıyor. Bu işlemi ne zaman yapıyor? Sabah trafiğinin en yoğun olduğu saatlerde... Üstelik, 1-2 istasyonluk bir ziyaret de değil. Aynı cadde üzerinde 100 metre arası olmayan bir sürü bidon var. Saniyeler içinde kamyonun arkasında üzüm salkımı gibi bir araç konvoyu oluşuyor. Kavşağa çok yakın bir nokta olduğu için, önce bütün kavşak, sonra da geliş-gidiş olarak 4 yön felç oluyor. Okullar kapandığı için servislerin ortalıkta olmadığı bir kesitten söz ediyorum. Resmin içine onları da dahil edin. Saati 10 dakika geriye alın. İçinde işine, okuluna, belki hastaneye, belki havalimanına yetişmeye çalışan insanların olduğu, onlarca araçtan oluşan hareketsiz bir resim. Gergin korna sesleri, gürültü kirliliği, yükselen küfürler, yoğunlaşan egzoz dumanı, yakıt israfı... Bu karmaşanın hiç yaşanmaması olası elbette. Sadece biraz plânlama, biraz özen, biraz niyet, biraz “işimi nasıl daha iyi yapabilirim” heyecanı gerekiyor. “Küçük şeyler”in kentin ve kentlinin mutluluğu için önemli olduğunu hissetmek gerekiyor. Güne daha huzurlu bir başlangıç hepimizin hakkı.


Anadolu Jet yolcusu

GEÇEN pazar, Anadolu Jet’in 7006 sefer sayılı Ankara-İzmir uçağındayız. Motor çalışıyor, uçak körükten ayrılıyor ama kısa bir süre sonra tekrar duruyor. Bir anons: “Sayın yolcularımız, önemli olmadığını düşündüğümüz bir teknik sebeple park’a geri dönüyoruz. Daha güvenli bir uçuş için küçük bir kontrol istedik. Teknik ekip geliyor. Küçük bir gecikme yaşayacağız. Anlayışınız için teşekkür ederiz...” Haliyle herkesin keyfi kaçıyor. Ben içimden, “Bunun böyle ifade edilmesi şart mıydı?” diye söyleniyorum. Yanımdaki yolcu, “Sanıyorum prosedür bunu gerektiriyor” diyor. Derken, arkamdaki hanım yolcu, kabin görevlisine yüksek perdeden sesleniyor: “Bakar mısınız? Bagajım yok, ben bu uçakla uçamam artık. İnmek istiyorum.” Yolcular arasında ister istemez bir dalgalanma... Görevli yanımıza geliyor. Yolcuya, “Gerek yok ama nasıl isterseniz” diyor. Yolcu konuşmaya, fikir üretmeye, negatif enerji saçmaya devam ediyor. Biraz sonra kapı açılıyor, yolcu ayrılıyor uçaktan. Bir anons daha: “Sayın yolcularımız, bir yolcumuz inmek istediği ve uçaktan ayrıldığı için güvenlik prosedürü gereği lütfen kabin görevlilerine el bagajlarınızı gösterip size ait olduğunu doğrulayınız.” Uçakta bir hareketlilik daha. Herkes yerine oturduktan sonra, öndeki perdenin yanında (sonradan İngiliz olduğunu öğrendiğimiz) kaptan pilot beliriyor. Ahizeden, çok sakin, çok samimi ve güven veren bir açıklama yapıyor: “Teknik ekip gereken kontrolleri yaptı. Sorunsuz bir şekilde uçacağımızdan eminiz. Amacımız, sizlerin güvenliğini en üst seviyede tutmaktı. Gecikme ve anlayışınız için teşekkür ederiz.” Yolcular, ister istemez kendilerini bu açıklamaya teslim ediyorlar. Havalanıyor ve salimen iniyoruz İzmir’e... Komşu yolcular arasındaki final değerlendirme, “inen yolcunun uçmama hakkı bulunduğu, ama ortalığı velveleye verme hakkı olmadığı” yönünde noktalanıyor. Birbirimize zehir ettiğimiz hayatımıza, biraz “özen” katabilsek, ne çok şeyin değişeceğini konuşuyoruz. Hepimizi tebessüm ettiren haber ise son dakikada geliyor. Prosedür gereği –çenesi düşük- hanımı “uçak İzmir’e inene kadar Esenboğa’da bir odada beklettikleri”ni öğreniyoruz...

Yazının Devamını Oku

“Amadeus”tan haber var

23 Haziran 2014

Daha doğrusu, geri bildirimlerini hiç esirgemeyen bir okuyucumdan, “hâle münasip” bir armağan aldım; hemen paylaşıyorum...
Cuma günkü yazıma,
“Celsus’ta bir kedi olmak” başlığını atmış, 28. İzmir Festivali’nde, Celsus Kütüphanesi’nde, bizlerle birlikte, “Arte Dei Suanatori topluluğu ve Rachel Podger”i dinleyen, üstelik adının da “Amadeus” olduğuna beni inandıran gamsız bir kediden söz etmiştim.
Fırsatını bulmuşken hemşehrilerime sitemle karışık takılmış, “Anladım ki, İzmirli kıymetini yeterince bilmese de, işin tadını bu kedi çıkartıyor. Çünkü –dünyanın sanatçısı- ayağına kadar geliyor” diyerek, İKSEV’in, kamera arkasını kimselerin bilmediği bu zor prodüksiyonunu, tüm içtenliğimle alkışlamıştım.
Hızımı alamamış, son paragrafa,
Ahmet Rasim / Tatyos ve Orhan Veli’nin “rast” rüzgârıyla...

Yazının Devamını Oku

Celsus’ta bir kedi olmak

20 Haziran 2014

ŞÖYLE iç geçirir Orhan Veli, “Eskiler Alıyorum” şiirinde: “Eskiler alıyorum / Alıp yıldız yapıyorum / Musiki ruhun gıdasıdır / Musikiye bayılıyorum - Şiir yazıyorum / Şiir yazıp eskiler alıyorum / Eskiler verip musikiler alıyorum / Bir de rakı şişesinde balık olsam...”

28. İzmir Festivali’nin ikinci etkinliğinde, çarşamba gecesi, kütüphanenin kadrolu kedisiyle göz göze geldik. Geçen sene de oradaydı kerata. “Kremerata Baltica & Mischa Maisky”yi de yan yana izlemiştik. “Merhaba” der gibi baktı bir ara. “Senin adın ne?” diye sordum. “İKSEV’dekiler Amadeus diyorlar bana” dedi. Sonra devam etti, bir çırpıda: “Barok’un tadı da bir başka hocam... Hele Rachel Podger’in yayıyla titreşiyorsa kemanın telleri... Beden dilini, jest ve mimikleriyle bu kadar samimi ve etkili kullanan pek az sanatçı vardır. Baksana, bir anda bütün seyirciyi alıverdi avucuna. Virtüözik bir Konçerto Vivaldi’den, finalde Mozart; Türk Konçertosu’yla... Daha ne olsun? Ama ilgi ve katılım neden az? Dünyanın neresinde 20 liraya konser var? Sonra, ‘Alla Turca, Alla Polacca...’ Tema ve tavır iç içe; çok iyi seçilmiş... Arte Dei Suanatori topluluğu ve Rachel Podger, Vivaldi’nin La Stravaganza isimli eserinin çokça ödül kazanan kaydıyla zaten tanınıyorlar. Bu akşam dinlediğimiz yeni proje, eski yılların tecrübelerine dayanıyor ama işbirliğini daha üst bir seviyeye taşımış. Gördüğün gibi, daha olgun ve daha tecrübeli, ancak bir o kadar da heyecan ve enerji yüklü...”

Konser bitince kalktı yerinden. Hafifçe gerindi. “Mest oldum” dedi. “Ama yoruldum da” diye ekledi arkasından: “Uyku vaktini geçirdik bu gece. Sefere biraz erken gel, lâflarız be hocam...” Taşların arasında gölgelendi ve gözden kayboldu... Anladım ki, İzmirli kıymetini yeterince bilmese de, bu kedi işin tadını çıkartıyor. Çünkü ayağına kadar geliyor, “dünyanın sanatçısı...”

Bir kediye bir de “hâl-i perişânım”a baktım. Dönüş yolu uzun... Gazete yazıyı bekler... Yazdığın daha öğle olmadan eskimiştir... Yarın iş-güç var. Hafta sonu seyahat... Amadeus’un gamsızlığını hafiften kıskandım mı nedir? Orhan Veli’ye nazire yapmak geldi içimden. Ağzımdan dökülüverenleri de yazıyorum işte: “Eskiler verip musikiler alıyorum / Bir de Celsus’ta kedi olsam...”


Ardılları Piriştina’ya şükran borçludur

BU kadar yıl sonra, (ölüm yıldönümü ve babalar günü vesilesiyle, özellikle manşetlere taşınanlar ve sosyal medya yansımaları) rahmetli Başkan’ın ardından yazılıp çizilenler, bir ölümlünün isteyebileceklerinden çok fazla; ne mutlu, ne hoş, nûrlar içinde yatsın...

Anıların hemen hemen tamamında, Piriştina için kullanılan lisânın ortak paydası, “ağabeyim, dostum, büyüğüm” parantezinde düğümleniyor. Kendisi ile tanışırdık; ama ne yazık ki, bu sıfatların hiçbirini kullanabileceğim bir yakınlığımız olamadı. Bende derin iz bırakan en yakın kesişmemiz, (daha önce de yazdığım gibi) FORMULA 1 heyecanımıza uzak duruşu ve hayretimin, sarf ettiği “Bu benim işim değil ki...” cümlesinde donduğu andan ibarettir.

Yazının Devamını Oku

Festival açılışından notlar

16 Haziran 2014

BCUMARTESİYİ pazara bağlayan gece... Daha doğrusu sabaha karşı 04.20 suları... 28. Uluslararası İzmir Festivali’nin (Türkiye-Polonya Diplomatik İlişkilerinin 600. yılı kutlamaları çerçevesinde yapılan) açılış konserinden yeni dönebildim. Geç başlayan konser, oldukça da geç bitti. “Gözüme çarpanlar”ı hemen paylaşmak istiyorum ama önce gündüz düzenlenen basın toplantısına uzanalım...
Polonya Kültür ve Milli Miras Bakan Yardımcısı Monika Smolen söz aldığında, kutlama programından, “içinde herkes için ilginç bir şeyler bulunan...” vurgusuyla bahsetti; meraklanmıştım... Piyanist Hüseyin Sermet, bizi Paris Konservatuvarı’ndaki yıllarına götürüp, “Maestro’nun bestelerini analiz ederdik. Bugün kendisiyle aynı sahneyi paylaşmak çok heyecan ve gurur verici” dediğinde ise, gecenin, iddiasını, abartısız duruşuna gizlemiş olan usta, 81 yaşındaki Krzysztof Penderecki’ye, haklı bir “ululama” renginde geçeceğini sanmıştım. Bunda yadırganacak bir şey de yoktu. Eserleri, avant-garde ve geleneksel dillerin bir sentezi olan Penderecki, parlak orkestra şefliği kariyerinin yanı sıra 20. Yüzyıl’ın ikinci yarısına damgasını vuran (yaşayan) en büyük bestecilerden biri kabul ediliyordu. Bestelediği film müziklerinin getirdiği şöhret de bir o kadar vardı... Ama pek beklendiği gibi olmadı...
Krzysztof Penderecki yönetimindeki Sinfonia Varsovia Orkastrası, Beethoven’in çarpıcı ve kısa Prometheus Uvertürü ile “Merhaba” dedi seyirciye. Ve bütün gece, olgun bir yorumla, hiç öne çıkmadan sahnede kaldı sanatçılar. İkinci eser, yine Beethoven’ındı; sonradan “İmparator” ismiyle de anılacak olan 5 numaralı Piyano Konçertosu... Ve gecenin piyanisti oturdu taburesine...
Hüseyin Sermet’in “zarafet ve mükemmeliyet” ışıyan stili, piyano tuşlarıyla dokunarak değil, adetâ onlarla fısıldaşarak kurduğu iletişim ve mütevazı beden dili, sahnedeki “dev”den rol çalmasına yetti... Detay gibi görünse de, bu yaşıma kadar, icrasını tamamladıktan sonra, “taburesini yerine koyan bir piyanist”e ilk kez rastladığımı da eklemeliyim. Meraklısına, Sermet’i mutlaka konser ortamında izlemelerini öneriyorum.
İkinci bölümde, Penderecki’nin “Noel Senfonisi” de denilen 2 numaralı Senfonisi yer alıyordu. Kendisi bu eserin, “Wagner, Mahler, Sibelius ve Shostakovich gibi müzisyenlerin senfonik geleneğinden beslendiğini” söylese de, ben Yahya Kemâl’in 1927’de Varşova Büyükelçisi iken yazdığı, “...Duydumsa da zevk almadım İslav kederinden” dizelerine hak vermekten alamadım kendimi.
“Göz alanlar” bahsinde, emekleri ve samimiyetleri için İKSEV ailesi ve tüm destekçilere tekrar şükranlarımı sunuyorum. Filiz Eczacıbaşı Sarper’in “duygu ve estetik” yüklü, doğaçlama açış konuşması, üstüne söz söylenmeyecek kadar kısa ve anlamlıydı. Ama ardından yapılan, “tarih, coğrafya, diplomasi hattâ belediyecilik” temalı manâsız ve boş konuşmalar, üstüne de başka bir şekilde halledilebileceğini düşündüğüm plaket(ler) seremonisi eklenince, dünya çapında sanatçılar antik tiyatronun kulisinde uzun süre beklemek zorunda kaldı. Müzik dinlemek için gelen seyirci de homurdandı elbette. Düşünün, ikinci bölüm başladığında saatler 23.30’u geçmişti. İşte ondan bu yazıyı sabaha karşı yazabiliyorum! Bu görkemli açılışa rağmen Efes, ne yazık ki yine dolu değildi. Aziz Başkan da Vali Bey de (yine) daha önemli işleri (?!) sebebiyle, vekilleri ile temsil edildiler. Festival, 3 Eylül’e kadar desteğimizi bekliyor. Haydi İzmir; bu güzellikler bizim için, hepimiz için!

Yazının Devamını Oku

Sultan Vahidettin’in mel’un tasnifi

13 Haziran 2014

DİLİMİZE Arapça’dan geçmiş bir sözcük olan “mel’un” (lâ’n kökünden gelir) ve “lânetli, lânetlenmeye lâyık” anlamlarını taşır. Siyasî bir tahlil olarak, bu kelimeyi en yerinde ve kapsamlı olarak kullananlardan birinin de Sultan VI. Mehmet (Vahidettin) olduğunu düşünmüşümdür hep...
Zira, Sultan Vahidettin’in kızkardeşi (Mediha Sultan) ile evli olan (Damat) Ferit Paşa hakkında, “Dünyada üç mel’un vardır. Bunlar bir sacayağıdır. Biri bizim hemşire, biri zevci olan Ferid, biri de oğlu Sami” dediğini, mâbeyn başkâtibi olan Ali Fuat Türkgeldi’nin, “Görüp İşittiklerim” adıyla kaleme aldığı hâtıralarından öğreniyoruz.
50 yaşımdan sonra bu çıkarımı sorguluyorum. Hele, şu son birkaç gün içinde yaşadıklarımızı düşünüyorum da, “Sultan Vahidettin bugünleri görseydi bu sınıflandırmayı mutlaka değiştirirdi” diye geçiyor aklımdan...

Damat Ferit bile mel’un görünmüyor gözüme

VE yakın tarihimize ilişkin “mit”ler birer birer yıkılıyor zihnimde... Yukarıda sözü geçen Damat Ferit Paşa’dan bile özür dileyesim geliyor. O Ferit ki, “bazı hallerde hamakât (ahmaklık), hıyanetten daha tahripkâr olur” yakıştırması, paşa için uydurulmuştur... O Ferit ki, Sevr’in altında imzası vardır; bugünlerde pek bir masum görünüyor gözüme. Meğer tarih daha kimleri kaydedecekmiş...

Ve küçük bir açıklama

EFENDİM... Gazetelerin bölge eklerinde yazanların ülke ve dünya gündemi üzerinde kalem oynatması bazı okuyucu için öncelikli görülmediği gibi, yazı işleri tarafından da pek makbûl karşılanmaz... Gel gelelim, ülkemizin içinden geçtiği “zımparalı tünel”in can acıtan gerçekleri, bilgisayarın başına her oturuşumuzda, Fuzulî’nin, “Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil” dizeleri gibi ayağımıza dolaşıyor. Demem odur ki, zaman zaman Ege’nin dışına taşan satırlarımızın, hem “İzmir’den böyle görünüyor” parantezinde yorumlanması, hem de “bu coğrafyaya ait bir duruşun, zorunlu yansıması” olarak değerlendirilmesi, bu köşenin yazarını mutlu edecektir. Aşağıdaki anekdot, işte böyle bir armağandır.

Yazının Devamını Oku

Vali mi, Veliyullah mı?

9 Haziran 2014

PAZARTESİ günkü “Batan Geminin Valisi” başlıklı yazıma, okuyucu dostlardan aldığım geri-bildirimler, toplumun ciddi biçimde gerildiğini ve mizaha duyulan ihtiyacın giderek (ve hızla) arttığını doğruluyor. Sokaktaki adam ciddiye aldığında kolay kolay kaldıramayacağı çarpıklıkları hafifletebilmek ve tahammül gücünü artırmak için “gülümseme” silahını kullanıyor. Oysa, ilk bakışta, “suya sabuna dokunmuyor” gibi görünen ve hep birlikte sürüklendiğimiz bu “mecburi istikamet”, yıpranan, yıpratılan, içi boşaltılan kavram ve kamu kurumlarının itibar yitirmesi yolundaki dönüşü zor erozyonu da besliyor ister istemez... Tam bir kısırdöngü...
Sözlüklerde “Bir ilde devleti temsil eden en yetkili yönetim görevlisi” diye tanımlansa da, velâyet kökünden gelen Arapça bir kelime olan vali, “koruyucu, muhafız, yakın biri, vasî” karşılıklarıyla da bilinir. Dahası, İslâm geleneğinde ruhani anlamıyla vali, (Waliullah / WaliAllah, Veliyyullah) “Allah dostu – Ermiş kimse” demektir. Bu insanların sufi camiasına mensup olup, Allah’la özel bir ilişkiye sahip bulundukları düşünülür. Ama asıl işin kötüsü, sıkıntı, sözcüğün bu çok anlamlı dokusunda değil. Sıkıntı, yurt sathındaki son uygulamalara bakınca, Cumhuriyet’in valisi olan bazılarının, “Allah ile özel bir ilişkiye sahip oldukları”na gerçekten inanıyor olduklarını gözlemlemek galiba... Durup dururken nereden geliyorsa bunlar aklıma?


Seçilmişler farklı mı sanki?

SON yağmurlardan sonra, yerel yönetimlerin diğer bacağı belediyeler yine “Tencere dibin ıslak / seninki benden ıslak” siyasetiyle gündemde; yazıklar olsun! Bütün hafta, Ankara, İstanbul ve İzmir arasında, “Ben kötüysem (de), sen benden betersin” rekabetiyle geçti. Ama, “karşılaştırmalı sel haberleri”, (sosyal medyadaki yansımasıyla) “Bunları hâlâ seçmeye devam ettiğimize göre, bu yağmurun adı - Ahmak Islatan - olmalı” raddesine ulaştı çok şükür.
Aynı gazetelerin başka sayfalarında ise, “Japonya’da 1992’de başlatılan ve yapımı 2009’un ilk yarısında tamamlanan ve Tokyo’da yağış ve tayfun zamanlarında yaşanabilecek sel felaketlerinin önüne geçmeyi hedefleyen proje” yer alıyordu. Anlatılanlara göre, “G-Cans” projesi, şehir altında devasa tüneller ve depolardan oluşan sistemlerden meydana geliyordu. 1.5 milyar Euro’ya mal olan bu taşkın kontrol projesi, Tokyo’nun kuzeyinde Saitama bölgesine kurulmuştu. Sistem, 32 metre çapında ve 65 metre yüksekliğinde 5 dehliz şaftının, yerin 50 metre altında giden 6.5 km’lik tünellerle birbirine bağlanmasıyla oluşuyordu. G-Cans’in “yeraltı tapınağı” adı verilen ana yağmur suyu deposu 177 m uzunluğunda, 78 m genişliğinde ve 25 m yüksekliğindeydi. Depoda her biri 500 ton gelen 59 kolon bulunuyordu. Bu kolonlar 10 MW gücünde bir pompaya bağlı olarak saniyede 200 ton suyu Edogawa nehrine deşarj edebilecek kapasitedeydi. Kanallar içinde toplam 44 milyon litre su hareket ediyordu. Bu sisteme 14 bin türbin ile enerji sağlanıyor ve her türbin bir Boeing 737 motoru kadar enerji kullanıyordu.” (Meraklısı için) http://www.youtube.com/watch?v=YunkDHs-8YA
Şimdi sıkı durun! Japonlar bu yatırımı, “200 yılda bir yaşanabilecek olası bir afeti önlemek için” yapmışlar; iyi mi? Galiba bize yine “Mor Menekşe Partisi” müzikalinden bir şarkı mırıldanmak kalıyor: “Partinin adında olan fikrinde yok demektir / Neden? / Çünkü sen, ben bizim oğlan / Mevcut malzeme böyle - Çare canlı siyasetçi / İthal etmek mi söyle?”

Yazının Devamını Oku

Batan Geminin Valisi...

6 Haziran 2014

Efendim,
Serde “Mülkiyeli”lik var;
Mesleğinin mizahına ilişkin, neler neler hatırlıyor insan!
Danıştay yılları; hâkimlik stajı yapıyorum.
Yurtdışından konuklarımız var(mış); Fransız Danıştay’ından...
İdarî yargının en tepesinde ağırlanıyorlar.
İlk oturumlardan birinde,

Yazının Devamını Oku

Bir kâse leblebi öyküsüdür bu...

2 Haziran 2014

HALININ üstünde oturan küçük çocuk, önündeki kâseden leblebi yemektedir...
Kapının önünden geçmekte olan, “akıllı, güngörmüş ve tedbirli (?!)” yetişkin, evhamla karışık, sözde korumacı, lâkin otoriter bir heyecanla seslenir: “Güzel güzel ye leblebileri olur mu yavrum! Sakın burnuna sokma!”
İşte sürecin yazgısını değiştiren müdahale budur...
Bütün derdi ve isteği sadece ve sadece leblebi yemek olan ufaklık, o andan itibaren, aklına başka bir seçenek düşüren ve uyanık geçinen yetişkin sayesinde, leblebinin başka bir işe daha yarayabileceğini, buruna da sokulabileceğini keşfeder...
Artık, yaşanabilecek bütün ev kazalarının, acil servis ve cerrahi kliniği maceralarının sebebi de sonucu da bu öyküde adı “yetişkin” olarak geçen kişidir.
Bazı “yetişkin”ler, evde yaşanıp dışarı dökülen bu gerginliği gündemde tutmaya, unutmamaya, unutturmamaya bayılırlar.
Hiçbir şey yapmasalar, daha hafif dokunuşlarla “ayar vermeye” devam ederler: “O leblebileri kediye filan attığını görmeyeceğim haa...”

Yazının Devamını Oku