“CUMHUR”un “baş”ı, halk tarafından seçildi diye, artık “Yeni Türkiye”de yaşadığımız manşetleri atılıyor.
“Eskiye rağbet olsa, bitpazarına nûr yağardı” gibi bir şey yani; tuhaf...
“Bir zamanlar maziye bak ne kadar şendik / ikimizin mesut olmak emeli vardı” diye Hüzzam terennüm edip, “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik / Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik” diye şiir söylerken hem de...
Ben, kelimelere meraklıyımdır.
Öyle kolay kolay bırakmam yakalarını, öyle kolay vazgeçmem.
“Nev” (yeni) ve “Ser” (baş) sözcükleriyle de hemen vedalaşamıyorum.
Hepsini kullanmazdık elbet, ama “sözlükte yaşıyor” olmaları bile çok işimizi görürdü.
Yıllardır çok şey söylendi; “Fuarlar kenti, üniversiteler kenti, sağlık kenti vs vs”...
Hattâ, “Festivaller kenti” olsun diye önerdik de, “işitmediğimiz lâf” kalmadı; “Sirk soytarısı” bile dediler...
IBM Türk’ün ev sahipliğinde İzmir Hilton’da gerçekleştirilen toplantıda iş dünyasına “teknolojinin rekabet boyutu” anlatılmış.
Konuk konuşmacı Ekrem Demirtaş da, “İzmir’i bilgi kenti yapalım, tüm kentte internete kablosuz ulaşılsın. İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne öneriyi götürdük. Ama ikna edemedik” demiş.
IBM Türk yönetimine de, “İzmir Ekonomi Üniversitesi olarak sizlerden para pul istemiyorum. Gelin ortak proje yapalım” diye seslenmiş.
İşte, “kent kimliği” adına bugüne kadar telaffuz edilenlerin en kapsamlısı...
Kuşkusuz İTO Başkanı, konuşmasında, gündemle bütünleşik bir söylemle işin “teknoloji” kısmını vurgulamış ama, bu kıvılcımı önemsemeliyiz.
GEÇEN hafta kaleme aldığım “Yo-Yo Ma ile The Silk Road Ensemble”ı İzmir’de ağırladığımız ve “Festival Özel Konseri”ni anlatmaya çalıştığım yazıyı özlemle karışık bir soruyla bitirmiştim: “-İpek Yolu- deyince, toplulukta bir Türk sanatçının tavrını da arıyor insan. –Belki bir gün- mü? Santur, kanun ya da ney sesi, derûnundaki panzehirle yakışmaz mıydı, -yol’un ortası-na?”
İKSEV’in Basın ve Halkla İlişkiler Danışmanı Sirel EKŞİ’den bir mail aldım, bir bölümünü paylaşıyorum: “... Sohbet toplantısında topluluk üyelerinin nasıl seçildiği soruldu Yo-Yo Ma’ya. Cevap sanırım aralarında niçin bir Türk sanatçı olmadığını da açıklayacaktır. Yo-Yo Ma, asla seçme yapmadıklarını anlattı. En başta (İranlı keman sanatçısı) Kayhah Kalhor ile işe başladıklarında arkadaşlar arkadaşlarına söylemiş. Kendileriyle çalmak isteyen sanatçılar sazlarını alıp gelmiş. Bu gönüllü ve özverili yolculuğa onlarla çıkmak istediğini söyleyenlerle büyümüşler. Sürekli birlikte değillermiş. Yılda bir kaç kez konserlerde buluşuyorlarmış. Yaşama bakışları, sanat anlayışları, disiplinleri, entelektüel düzeyleri ile pek çok sanatçıdan çok farklılar. Ve sanırım kendilerine bu anlamda katılmak istediğini söyleyen bir Türk sanatçı da çıkmamış.”
Elim ister istemez Sedat ANAR’ın imzalayarak armağan etmek nezaketini gösterdiği albümlere uzandı. Halfeti doğumlu ve henüz 30’una gelmemiş bu genç adam, Ankara sokaklarının yakından tanıdığı bir yüz. Birçok tiyatro oyununa, belgesel ve kısa filme, albüme santuruyla eşlik etti. Türkiye’de ve yurt dışında birçok festivale santuruyla katıldı. 2013’te, “Belagat” adıyla Türkiye’deki ilk solo santur albümünü çıkartmıştı. Bu yıl da Kalan Müzik etiketiyle “Âmâk-ı Hayal”i bırakıverdi önümüze.
Neden “Santurzen” olmayı seçtiğini ise şöyle açıklıyor: “Santuru ne Türkler, ne de İranlıların çaldığı gibi çalıyorum. Ben santuru İran motifinden alıp hem Hint, hem de Anadolu motiflerini kullanarak çalıyorum. Bütün bunları geleneksel geçmişini unutmadan yapıyorum… İran’da Navid Pirmohammedi’den ve Cavid Mousapour’dan santur, Arash Ruygardan erbane (daf) ve tenbur dersleri aldım. Üzerine Anadolu tekniklerini de ekledim. Bunlara kendi tekniğimi katarak geliştirdim çalmamı. Yeni albümümde de sadece bir ülkeyi, bölgeyi değil, kelimenin tam anlamıyla Doğu’yu görmek mümkün...”
Benim kulağımda bıraktığı izlere gelince... İran, Kürt ve Ermeni müziği üzerine araştırmalar yapan ANAR’ın albümlerinde, Fars ekolünün müzikal dokusu yanında, Afgan renkleri de var. Sözü “İpek Yolu” ile açmıştık. ANAR’da “yol” bir tane değil sanki, tasavvuf iklîminden de beslendiği anlaşılıyor. Özellikle ikinci albümü “Âmâk-ı Hayâl”de, “Filibeli”nin rüzgârını da arkasına almış. İkinci ve üçüncü eser neredeyse Bektaşi nefesleri tadında. Etnik esintilere sadakati hayli belirgin. Aynı perdelerde ısrarla dolaşması, yeni albümlerde başka makamları da deneyeceğini müjdeliyor. Sanatçı, dinleyicilerini 1500 yıllık bir geçmişe, “hüznün çalgısı santur”un büyülü dünyasına davet ediyor. Dinlerken, “İpek Yolu”nda yürüdüğünüzü hayal edip-etmemek size kalmış.
“Yola ve yollara yabancı değil” aslında. Ankara’da Karanfil Sokak, Hamamönü, Konur Sokak, Tunalı... Adını saydığımız kaldırımlar hep tanıyor ANAR’ı... Bu yıl Ramazan’dan beri Aliağa’yı mesken tuttuğunu da biliyoruz. Peki ya İzmir’in sokakları? Bornova’ya, Küçükpark’a bekliyoruz...
MÜZİKLE ilgilenenlerin ayrı ve ayrıcalıklı bir yeri olmalıdır... Buna müzik dinleyenler de dahil... Sporla (bu yazı bağlamında bisikletle) ilgilenenlerin de öyle... Buna sporu sadece izleyenler de dahil...
Bu genişletilmiş “iyi niyet yumağı”ndan, “müzik ve spor eşkıyalığını çıkartınız” notuyla, bir sonraki cümleye geçelim...
Müzik ve bisikletin, her ikisiyle birlikte ilgilenenlerin ise biraz daha ayrıcalıklı bir yeri olmalıdır. Çünkü onlar da, “pamuklarda saklanacak” kadar azdır bu toplumda.
Gelgelelim, bu “ikiz ayrıcalık” son günlerde İzmir sokaklarında, “Geliyorum diyen kaza” olarak dolaşıyor... Kimler mi bunlar?
(Bazı) bisikletli gençlerimizden bahsediyorum.
Fotoğrafla “vesikalık” dışında uzak-yakın ilgisi olmayan bir millete, zırt pırt, olur-olmaz yerde fotoğraf çekme merakı ve tuhaflığını aşılayan teknoloji, cep telefonları aracılığıyla müzikal bir konfor konfetisi saçtı hepimizin başına.
“Festival Özel Konseri” adı, ancak bu kadar “cuk” oturabilir… Dahası, bir topluluğun (daha doğrusu projenin) adı da ancak bu kadar isabetli seçilmiş olabilir. Yoksa tersi mi ? “Seçilmiş olan, aslında isim değil de o ismi giyinen sanatçılar mı ?” Bir başka deyişle, isim zaten vardı da, bugüne kadar bellediğimiz “İpek Yolu” fikrinin asıl tanımı, şimdi mi yapılıyor ? Sanki bu sonuncusu daha doğru gibi geldi bana…
Sıradan bir arama motoruna, “İpek Yolu” yazdığınızda, okul kitaplarının eskimiş ve kurumuş resmi çıkıyor karşınıza; “Çin'den başlayarak Anadolu ve Akdeniz aracılığıyla Avrupa'ya kadar uzanan, dünyaca ünlü ticaret yolu…” En kabadayısı, “…sadece tüccarların değil, aynı zamanda doğudan batıya ve batıdan doğuya akan fikirlerin, bilgelerin, orduların, dinlerin ve kültürlerin de yolu olmuştur” cevabını bulabiliyorsunuz. AASSM’de, bu yaşıma kadar, “İpek Yolu” denince aklıma düşen, düşürülen en koyu gölgelerden biriyle tanıştım Çarşamba akşamı… Program kitapçığında, kendi cümleleriyle şöyle diyordu. “Silkroad kâşiferin, bağımsız kişilerin, öyküleyici müzisyenlerin, tutku dolu acemilerin, ilgi duyan göçebelerin ve kültürel müteşebbislerin yer aldığı bir topluluktur. Farklılıklarımızı keşfetmenin, insanlığımızı zenginleştirdiğine inanan Silkroad, dünyamızı yeni şekillerde görmek için eğitimin, işin ve sanatların bir araya geldiği bir dönüm noktası aramaktadır…” Salondakiler, satır aralarında ve sahnedeki –duvarları olmayan- ustalık dolu işbirliğinin renk ve tınısında, “küreselleşmeye karşı bireysel özgürlükler ve varoluşun başkaldırısı”nı da” okudular elbette. “Değişimin, yeni dizilerine şekil veren –aşılmış- uç noktaları”na da tanık oldular. Özetle izleyemeyenler, çok şey kaçırdı. Çünkü, sadece müzik yoktu sahnede…
“Ibn Arabi Postlude” isimli eserin, dünya prömiyeriyle açıldı sayfa… Eser, “aşkı ve özgür düşünceyi, dinî inançlar kadar kutsal sayan felsefe”nin, tek bir “klarinet”in buğusundan yola çıkıp, menzilde bütün enstrümanları sarmalayan zikriydi adetâ. Ardından, “pipa”nın pek bilinmedik davetini aldık; -açıkca- bir meydan okuma tadındaydı… Sonra, “tabla” üstadının başlattığı, perküsyon ailesinin dört kişilik münakaşası başladı; yer yer neşeli, yer yer kızgın bir “karabatak söyleşi…” İlk bölüm biterken, “kemança” ile rast’ın tütsülediği bir seyahate çıktık ve uçan halıdan, “gayda”nın yürek yakan çığlığı indirdi bizleri yere…
Çok şey söylemek ve yazmak mümkün ! Hangi birini sığdırayım buraya ? Kaygısız, gösterişsiz, “kendi istedikleri ve keyif aldıkları müziği yapmak”tan başka iddiaları olmayan “yolcu”ların eline, topluluğun ruhun tanıyan özgün besteleri vermişler; sonuç, doğaçlamanın doruğunda (ışık doğudan yükselir dese de) “dünya güzeli bir melez...” Bunların içinde, “Atashgah” (Âteşgâh-şömine) ve “Turceasca” (Turkuaz), ikinci bölümün “meclis efrûz” (ortamı tutuşturan, yakan…) notalarıydı bana göre…
Kulisten salona yansıyan notlar ise, “Silk Road”un önüne, (ısrarla ve özenle) hiç çıkmayan bir Yo-Yo Ma portresini işaret ediyor. Kendiyle barışık-belki aşkın, sıradan, sıcak, ve samimi duruşuyla büyüyen bir sanat insanı. İçtenliği, gençlerle şakalaşacak, “Stradivarius”unu, provada, (bu anıyı bir haiku’da yaşatmasını düşlediğimiz) İzmirli meslektaşına ödünç verecek kadar gölgesiz... Salona girerken, Saygun’un heykeline selam duracak, “biz varsak ve bugün buradaysak, O’nun Hindemith ve Bartok’la olan dostluğu sayesindedir” diyecek kadar engin gönüllü.
Özetle, tekrar ve tekrar teşekkürler İKSEV… Bu yıl İzmirli sanatseverlere yine unutulmaz bir Festival kuşağı yaşattınız; darısı gelecek yıllara. Bir özür, bir sitem ve bir “buruk özlem”le bitirelim. Konser öncesindeki açıklamalı basın sohbetine katılamadım; dünya telâşı… Keşke dostlarıma destek olabilseydim. Benim eksikliğimi kimse hissetmez de, duydum ki, izmir basını da yeterince kalabalık değilmiş orada. Tahminim, yine Fuar’ın yoğunluğunu bahane edecekler. Doğru ya “Yo-Yo Ma ve Silk Road Ensemble”, hafta sekiz gün dokuz şehrimize geliyorlar zaten. “Panayır”ın magazininden daha mı önemli ? Ben olabilseydim toplantıda, (zihnimde, konserden sonra iyice şekilli hale gelen) şu soruyu sormak isterdim; kısmet değilmiş. “-İpek Yolu- deyince, Toplulukta bir türk sanatçının tavrını da arıyor insan. –Belki bir gün- mü ? Bir de, Santur, Kanun ya da Ney sesi, derûnundaki panzehirle yakışmaz mıydı, -yol’un ortası-na ?”
HEM de 80’li yıllardan beri... Nasıl mı öğrendim? www.clubamazon.com.tr/ sayfasında açık açık yazıyor, inanmayan baksın! Malûm, yabancı dostlarımız, canları sıkıldıkça icat çıkartmayı severler. Balıkgözü mercekle kendi resmini çekme egosundan, başından bir kova buzlu su dökme modasına varıncaya kadar “sürü psikolojisi ve algı yönetiminin bütün oyuncakları”nı kullanmakta oldukça mahirdirler.
Şimdi de (yenidir deyû / haydi öyle olsun...) başka bir kavramı “tedavüle çıkartmışlar”. Ayıp değil ya, ben yeni duydum; “Beş yıldızlı ve boncuklu otellerden sıkılan Avrupalı gezginlerin ortaya attıkları yepyeni (?!) ve farklı bir tatil anlayışı(ymış) ‘Glamping...’ Sözcük, İngilizce ‘Glamorous’ (büyüleyici, göz alıcı, göz kamaştırıcı) ve ‘Camping’ kelimelerinin birleşiminden oluşuyor. Kısaca, ‘butik kamping’ olarak da adlandırmak mümkün. Seyahatseverler, belirli – asgari seyahat ögeleri ve konforlarından fedakârlık etmek zorunda kalmadan, doğayla buluşuyorlarmış.” Seyahat ve tatil tercihini böyle şekillendirenlere de “Glamper” deniliyormuş. Hem hemen üstüme alındım, hem de sevindim. Dahası, birileri bana sahip çıkıyormuş gibi hissettim. Hani, (bir baltaya sap olamamışın) biri kartvizit bastırmak için matbaaya gitmiş de, “İsminizin altına unvan olarak ne yazalım” demişler. “Şart mıdır?” diye sormuş. “E usûldendir, iyi olur” yanıtını alınca da, “Peki o zaman, -elektrik abonesi- yazın” demek zorunda kalmış ya... O misal, dünya halidir; daralırsak bir gün, kartvizite yazdıracak bir tarifimiz olması içime su serpti...
Ege’ye, (HÜRRİYET–EGE’deki) kendi köşesinden bakan arkadaşlarımızdan Bahar Akıncı, geçenlerde, “Lütfen sadece çevreye duyarlı otellerde konaklayın...” diye bir yazı yazdı. Okuyunca, “Yetmez ama evet”çi olasım geldi. Madem ki “Glamper”mişim, “yetmez” kısmından devam edelim... Çevrecilik fikri, tıpkı kalite sözcüğü gibi, organik tarım kavramı gibi, kolay sündürülebilen ve içi pek kolay boşaltılan balonlarımızdan olduğu için, artık yazılıp-çizilenlere ihtiyatla yaklaşıyorum. Yazıda, çok doğru bir nokta atışla “Bördübet”ten de söz edilmiş. İster istemez, çağrışımlar, çağrışımlar, çağrışımlar...
Tam isabet! Çünkü, Türkiye’de bu işin öncüsü, Bördübet’teki “Club Amazon”dur. Aslında tam da “Glamping”tir 33 yıldır yaptıkları... Çok önceleri başlar bu öykü... “Tayyip Bey yeni açılan otele rahatça ulaşabilsin, bayram namazı için camiye kolayca gidebilsin” diye, yolların sadece bir bölümü (?!) asfaltlanmadan çok önce, “gökte milyarlarcası varken, neden 5 yıldızla yetiniyorsunuz?” diye “Glamping soruları” sorulurdu AMAZON koyunda. “Yıldız pikniği”ne çıkılırdı göz gözü görmez gecelerde... Neyse ki, vahşi doğanın tam ortasında, “meraklısı için butik tatil fırsatları” sunmaya devam ediyor TECELLİ Ailesi...
“Yetmez” dediğimiz kısmı tamamlayan ayrıntılara da değinelim. Bördübet tercihinizin “zekâ, mizah ve gusto” da içeren bölümünde kapılar, ister istemez AMAZON’a açılır. Bir kere, “hesap ödeme” vakti geldiğinde, “çamaşırınıza ya da annenize kadar” istemezler burada. Gezinti teknesinin adı “Kevgir”, wi-fi erişimin şifresi “gerekyok”tur... Giderken, son virajın köşesinde “The End” yazar; yol gerçekten bitti sanır, kalakalır, paniklersiniz. Misafirler, hâtıra eşya niyetine söker söker götürür bu tabelâyı...
İlk yazıyı yazışımın üzerinden 10 yıldan fazla zaman geçmiş. “Benim gözlüğümden” bakınca “Bördübet demek, hâlâ, AMAZON demek... İyi ki varsınız...”
KIZIM Fenerbahçeli...
Sen daha doğmadan, ben Fenerbahçeliydim;
Babam rahmetli Cehdi Bey de ben doğmadan...
Sen ne yaptığının farkında mısın?
Maç gecesi, (Ben -Süper Kupa- terimini reddettiğim ve adını hâlâ Cumhurbaşkanlığı Kupası olarak telâffuz ettiğim için...) “İki takıma da başarılar; Cumhuriyetin ilk Cumhurbaşkanı’nın onuru ve aziz hâtırası için” diye tweet attım da hattâ... “Taraftarlar, bahsettiğiniz kişiyi pek umursamıyorlar galiba. Zira daha maç başlamadan önce birbirleriyle kapıştılar...” diye cevap verene de, “umursamamaktan değil, anlamamaktandır. Onlar edepsizliğe alıştırıldı çünkü...” diye cevap verdim. Onun için böyle “hayretle, kızgın ve kırgın bir tavırla” soruyorum; Sen ne yaptığının farkında mısın?
Biliyor musun, sen ve senin gibilerin bitmeyen hırçınlıkları yüzünden, artık kimse maç seyretmiyor? Kimse heyecanlanmıyor. Kimse sevinemiyor, kimse üzülemiyor. Kimse kimseyi kutlamıyor; kızdırmıyor bile... Sen ne yaptığının farkında mısın? Bir yanlış anlaşılmaya da sebep olmak istemem. Seni eleştirdiğim bu yazı, “formasına yakışmayan diğer FB’li ve GS’li futbolcuları asla aklamaz...” Onları zaten çoktan silmişiz defterden. Ama (damarına ne kadar basılırsa basılsın) sen bunları yapmayacaksın! Yakışmıyor! Ötesinde, hakkın da yok! Neden mi? Çünkü sen, başarılı bir futbolcusun. Bu memleketin yetiştirdiği en büyük kalecilerden birisin. Bu millet sana ay-yıldızlı formayı emanet etmiş, “kaptan” demiş; daha ne yapsın? Gençlerin duvarında posterin, sırtında forman, başucunda eldivenlerin, rüyalarında gölgen, ideallerinde ismin var. Bunları yerle bir etme!
Çünkü sen, Fenerbahçe’nin kalecisisin... Çünkü o kale, Fenerbahçe’nin kalesi; kimsenin babasının malı değil! O direkler, Cihat’ları, Şükrü’leri, Datcu’ları Rüştü’leri gördü. Nasıl oynadığın, kaç kez millî olduğun, kaç penaltı kurtardığın, hattâ kaç kupa kaldırdığın dahi önemli değil; nasıl hatırlanacağın önemli... Sen ne yaptığının farkında mısın?
İZMİR’in bir güzelliği ve ayrıcalığı da, ister “hafta sonu kacamağı” deyin, ister, (-hafta sonunu uzattık- demek varken) daha havalı dursun diye, “long weekend”; çok kısa mesafelerde “deniz ve güneş”, hattâ Dario Moreno’nun seslenişiyle, “deniz ve mehtap...” ihtiyacını giderebiliyor olmanızdır.
Burada alışkanlıklar devreye girer.
Bazıları Foça tarafına kaçar, bazıları “Ada”cıdır.
Bazıları “statükocu”dur; “bir sosyal statüyü terk etmemek uğruna” Çeşme’den vazgeçemez.
Bazıları “trend” izler; (şimdilik) Alaçatı’dadır.
Karaburun’un muhafazkâr sevdâlıları oraya saklanır.