Bir takvime göre artık ay, bir başkasına göre ekim, bize göre sefer ayında…
Dalından ayrılan bir yaprağın kenarına oturmuş süzülüyordu havada. Ağır ağır..
Ağır ağır havada. Her nefes verişte hafifleyen bedeniyle.. Yaprağın kenarından. Atlayıverdi son bir seyrana…
Bana bir bahçe çizmişti dikensiz. Ben de bir bahçe yaptım ona nihayetsiz..
Şöyle bir dolaştı. Dolaştıkça renkleri birbirine kavuştu.. billur kapıdan geçti nurlaştı.
Birliğin beklediği yerde. (Gölgesini geride bırakmış..) Sevgili vardı…
Neşeyle üflerdi kamışı. Ellerinde piyanonun siyah beyaz tuşları. Bir şiirken davullu zurnalı…
İlk süper-kahramanımız “Cinmen”… Bir arkeolog olan babası bir gece hunharca öldürülür, katiller evlerinin altını üstüne getirmişlerdir; belli ki birşeyler aramaktaydılar.. Delikanlı babasının bıraktığı şifreli notu çözer ve peşindekileri atlatarak babasının -kötü kişilerin eline geçmemesi için- canı pahasına koruması tembihiyle bıraktığı ufak bir kutu bulur. Kutuda bir yüzük vardır. Çok geçmeden anlaşılacaktır ki bu “Hz.Süleyman’ın -kayıp- yüzüğü”dür..
Bunlar olurken delikanlı aynı zamanda ondan başka kimsenin görmediği bir varlığın kendisiyle temas kurmasını anlamlandırmaya çalışmaktadır. Meğer bu varlık Müslüman cinlerden bir kabilenin başı “Salahcan” isimli bir cinmiş. Ve bu cin ona elindeki yüzüğün önemini anlatır; Cinlerin paralel alemiyle bizim alemimiz arasındaki perde yırtılmıştır. Bir yanda iblise bağlı cinlerle imanlı cinlerin kıyasıya savaşı sürmektedir ama imanlı cinler dağınıktır ve onları ancak yüzük sahibi bir araya getirecektir, öte yanda ise insanlığı tamamen köleleştirmek isteyen şeytanlaşmış insanların yine (teknoloji destekli)insan büyücüleri kullanarak imanlı cinleri de hakimiyet altına alıp direnen insanlığa zorla musallat etmeleri için uğraşmalarının planı işletilmektedir. Bu oyunu bozabilecek kişi yine yüzük sahibidir. Onun için Salahcan bizim delikanlıya yardım eder, zira delikanlı yüzüğün gücünü kullanabilecek temiz kalp ve iradeye sahiptir. Yalnızca bunun farkına varması gerekmektedir. Bu süreçte evliyaullahtan bazı sırlı kalmış kimseler yanında Hz.Süleyman’ın(as) ruhaniyeti de kritik anlarda belirerek yardımcı olacaktır..
Nihayet delikanlı yüzüğün gücünü kullanmaya başlar. Delikanlının ismini kendisine büyü yapılamasın diye vermiyoruz.. Mümin cinler ordusu yardımıyla dünyadaki türlü fenalıklara müdahale etmeye başlayan, içi karbeyaz dışı simsiyah cüppesiyle halk arasında “Cinmen” diye anılan kahramanımız ilk macerasında çocuklara musallat olan “Babula” adlı ifritbaşını alteder, pekçok felaketi önleyip pekçok insanı kurtararak gizli örgütleri eliyle insanlığı köleleştirip şeytanın iddiasında haklı çıkacağı bir kıyameti getirmeye çalışan klanların oyunlarını -şimdilik- bozar, inançlı cin kavimlerini biraraya getirir.. “Cinmen” cinleri yardımıyla yavaş yavaş mekan değiştirebilme, boyut gözetmeden istediği şeyin içine girebilme, objelere hükmetme, görünmezlik, kayıt altındaki yahut zihinlerdeki her türlü bilgiye ulaşabilme gibi yetiler geliştirir. En büyük düşmanı “Malahmavet” adlı büyük büyücü ifrit ve onunla beraber çalışan şeytani insanların gizli örgüt ağlarının en tepesindeki zamanın deccalı “Prens” kodadlı zalimdir. İlerki maceralarda “Gülperi” isimli bir kıza aşık olacak ve bu işleri biraz karıştıracaktır. Nitekim nefsani duygu ve düşünceler Cinmen’in kabiliyetlerini kullanma yetisinin zayıflamasına sebep olmaktadır…
“Gaybî”… Asıl adı Abdullah’tır. Kendisi ufak yaşta yetim kalmış ve kimsesizler yurduna verilecekken köylerine gelen keramet sahibi bir kalender derviş onu yanına alıp yetiştirmeye başlamıştır. Abdullah’ın rüya alemiyle ilgili ilginç deneyimleri olmaktadır ve mürşidi onu sözkonusu alemde yetiler kazanacak şekilde yetiştirir, gençlik çağına geldiğinde de “Gaybî” mahlasını verir. Ancak genç Abdullah’ın yetişmesi tamamlanmadan ustası Hakk’a yürür, son nefesini vermeden Abdullah’a yakında özel bir vazife üstleneceğini ve bundan sonra “üveysi” yoldan kemalat yolculuğunu tamamlayacağını bildirir..
Çok geçmeden kahramanımız “Abdullah Gaybî” feci bir kaza geçirir ve komaya girer. Beyin ölümü gerçekleşmediğinden, bilakis sıradışı aktiviteler gösterdiğinden doktorlar onu bitkisel hayatta tutmaya devam edecektir. Bu esnada “Gaybî” kendini aslında aşina olduğu bir ara alemde bulmuştur. Burada arafta kalan varlıklarla temas kurabildiği gibi, kırklar denilen bir meclisten -tabire muhtaç- talimatlar alabilmektedir.. Öte tarafta dünyada kötülüğün hakim olması için çalışan kötü ruhlarla ortak bazı güç odakları insanlık üzerinde hakimiyetlerini artırmaktadır. Kritik bir döneme girilmiştir. Dolayısıyla mana aleminde de adeta seferberlik ilan edilmiştir. Nitekim kırkların Abdullah’ı rüya aleminde vazifelendirdiği anlaşılır.. Abdullah rüya aleminin sandığından geniş bir anlam taşıdığını keşfettikçe, “Dünya”daki kişi ve olaylara da etki edebildiğini anlar ve böylece hem olabildiğince insanın uyanması hem de kötülüğün insanlığı ele geçirmesine engel olmak için uğraşmaya başlar.
Gaybî zamanla istediği rüyalara girip onları şekillendirebilme, kendi görüntüsünü değiştirebilme, rüyada mesaj verebilme, farklı alemlerden bilgi toplama vs özelliklerini geliştirme yanında, bitkiler gibi devamlı uyku bilincinde olan canlıları yönetebilmeyi öğrenecektir. Ayrıca uykuda olduklarında hayvanları da.. Yetenekleri, hayalperest kimselerle uykuda olmasalar da temas kurmaya, ekranlardaki görüntüleri manipüle etmeye, hatta canlıların göz açıp kapaması(kırpma) esnasında zamanı esneterek araya zihinlerine sızmaya, bazen bazı eşyaları hareket ettirmeye kadar gelişme potansiyelindedir..
Kahramanımız araftaki bazı ruhların ona görevinde yardımcı olmak suretiyle araftan kurtulmasına vesile olmakla beraber bazıları da ona işlerinde engel çıkarmaktadır. Dünyadaki kötücül güçler ise bir yandan insanların rüyalarını karartacak icatlar ve şeytani işbirlikleri peşinde koşmakta, bir yandan rüya görmeyen hibrit insan/robotları işleri için kullanmakta, dünyadaki önemli merkez ve yönetimleri bir bir ele geçirmektedirler. Ve tabi kendilerini rahatsız eden Gaybî’nin bu dünyada yaşayan bir bedeni olduğunu anladıklarında onu bulup yoketmeye çalışacaklardır.. Abdullah’ın kim olduğu bilgisiyle birlikte bedeninin yerini bilen tek kişi onun bitkisel hayattaki özel durumunu doktora tezi için incelemeye karar vermesi sonucunda tanıştıkları doktor bir hanımdır. Aralarında duygusal bir bağ oluşmakta olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı? Nitekim kahramanımız yavaş yavaş burada da rüyalar vasıtasıyla yandaşlar edinmeye, talebeler yetiştirmeye başlamıştır.. Acaba Abdullah Gaybî bedeni çürümeden sınavlarını aşarak verilen vazifeleri yerine getirip dünyadaki yaşamın tam bir kabusa dönüşmesine engel olacak, böylece kemali bulacak, araftan kurtulacak mıdır? Bir gün yeniden aramızda yürüyebilecek midir? Belki de bunun için “Cinmen”le işbirliği yapması gerekecektir…
-“Post”u da dahil- “Modern Dünya”nın kurulmasıyla giderek ete kemiğe bürünmekteler. Film olarak izlemesek, roman olarak okumasak da artık medya araçları dışına taşan evrenleriyle giyim kuşamdan gıdaya hayatımıza yerleşmedeler. Yumuşak gücün nüfuz alanlarında, hakim pazarlama mekanizmalarıyla elele, “Holivud endüstrisi”nin mönitörlüğünde tüm Dünya’yı -aslında çok eskiden beri varolan- “klanların rüyası”(daha yeni bir adıyla Amerikan rüyası) içinde verilen rolü oynayan figüranlara dönüştürmek üzere…
Geçen hafta bu meseleye bir giriş yapmış ve konuyu bilhassa gençler indinde revaçta olan ithal “süper-kahraman”(s.k.) rol modellerine getirmiştim. Neticede, “kültür emperyalizminin halihazırdaki mücadele meydanlarında, tüm insanlıkla paylaşabileceğimiz hür bir gelecek vizyonu kurmak için, kendi kültürümüzden süper-kahramanlarla savaşmalı” diye düşünerek.. Konuya sinema tarihimizden bazı süper-kahraman film örneklerini hatırlayarak ve sonrasında günümüzde de bu türü canlandırmak isteyen yapımcılarımız olursa(ki bence olmalı), onlara bazı “yerli ve milli” süper-kahraman önerileri sunarak devam etmek istiyorum. Ama önce denk düşmüşken yeni vizyona giren bir s.k. filmi üzerinden bazı saptamalar yapayım da durumun vahametine taze bir örnek olsun..
“Venom”; adamın(beyaz Amerikalı Tom Hardy) içine uzaylı sömürgeci süpergüç giriyor(ve böylece onu seçkin kılıyor). Adamın kafasının içinde konuşuyor, nitekim onunla ortak yaşam kuruyor(çünkü bu boyutta yaşamak için ona ihtiyacı var, laf aramızda bu iş bence insanı yetersiz göstermekle cinlerin musallat olmasına hazırlık ve bunun meşrulaştırılmasına hizmet ediyor..). Ardından adamla birlikte “Venom”(zehir, kin, düşmanlık…) birtakım kötüleri tepeliyor(kafalarını falan yemesi de var ve bu eğlenceli gösteriliyor), arada eski sevgilisini ‘boyfriend’inden ayırarak yeniden ayartmaya çalışıyor ve sonunda esas kötü adamı(Riz Ahmed, anladınız siz onu) yokederek gelecek maceralara yelken açıyor… Solon tıklım tıklım erkek ağırlıklı ergen, genç, çocuk, “Eminem”in müziği eşliğinde herkes alkışlıyor. Ufak bir beyin yıkama seansı karşılığında “katarsis” gerçekleşti. Şimdi muhtemelen özenilesi “Venom” oyuncak bebekleri, kostümleri, oyunları vs dükkanlarda yerini almış bekliyordur…
Anlayacağınız yeni nesil süper-kahramanlar eskilerini mumla aratıyor. Bari eskiler de genelde beyaz Amerikalıydı ama en azından iyiler iyi kötüler kötüydü. Sonra yavaş yavaş kendiyle mücadele eden daha “gerçekçi” s.k.’lar meydana çıktı(herşeyi gerçekdışı ama içteki mücadele gerçek, kendini özdeşleştir diye..). Ancak görünüşte halen iyilik kazanıyordu. Şimdilerde o da iyice muğlaklaştı..
Satır aralarında şu da var; ‘süper özellikler iyi olmadan da kazanılabilirdir’. Zaten türün anti kahramanlarında da var bu süper özellikler. Bir yerde Yaradan’ın veli kullarına bağışladığı “keramet” sayılan özelliklerle eşitlenen “istidraç”ın(ehl-i küffarın -yine Allah’ın müsadesiyle ama rızası olmadan- gösterdiği olağanüstü haller) kutsanması..
Ve ayrıca büyücülükle ilgili, kahramanlarının sempatik rol modelleri olduğu filmler de iyice arttı. Artık sevilesi vampirler, kurtadamlar, frankeştaynlar bir yanda, öte yanda da yardımsever uzaylılar, hakkını arayan yapay zekalar, robotlar, Allah selamet versin, aklımız şaştı, iyiyle kötünün ayrımı neredeyse ortadan kalktı.
Bir de bunu “tevhid”(birleme) diye pazarlama var arka planda; Dikkat, “araf”ı tevhid diye sunuyorlar.. Kolaycıları kandırmak kolay oluyor, uyuyanlar şimdilik memnun, sırtlarından beslenen asalaklar ziyadesiyle hoşnut, biz de ibretle seyretmekteyiz… Aman!
Şimdi tarihi süper-kahramanlarımızı bir kenara bırakalım, ki film ve çizgi roman sektöründe bu konuda fena sayılmayan örneklerimiz var, yarı süperleri de ayıralım(maalesef aklıma en önce ‘kurtlar vadisi’nin kahramanları geliyor), günümüzde yahut gelecekte yaşayan süper-kahramanlar konusunda meydanı neredeye tamamen Holivud karakterlerine bırakmış durumda, pek zayıfız. Halbuki 60’ların sonunda, 70’lerde epey bir üretimimiz olmuş. Heyhat bu süper-kahramanımsılarımızın(!) tamamına yakını özenti ve üretilen filmler de uluslararası ölçekte “trash movie”(çöp film) olmanın ötesine geçememiş. Birkaçını sayalım, belki gülmece olarak izlenebilirler;
Keza gitgide görselliğin öne çıktığı bir çağda ilerlemeye gayret ediyor olmaklığımız artık geri döndürülmesi güç bir gerçeklik. Hele yeni kuşaklar.. İzlenimim; okunası materyele görsel eşlik etmedikçe okumaya daha az ilgi duymadalar(bilhassa da metin uzunsa). Zaten birçoğu ayrıca odaklanma sorunuyla boğuşmaktalar.. Gelgelelim her devrin kendi artısı eksisi var!
Binaenaleyh söyleyecek sözü, verilecek mesajı, anlatacak hikayesi (bazen de pazarlayacak birşeyi) bulunanlar için -klasik yazılı medya dışında- statik görselliğin baskın olduğu ‘resim/fotograf, afiş/poster ve sonra çizgi romanlar, karikatür/mizah dergileri…’ halen milenyum toplumuna ulaşmak üzere geçerli araçlar olmakla birlikte; ‘kısa/uzun/dizi filmler, klipler, vs türlü hareketli medya görselleri, sonra interaktif olanlar, mesela video oyunları’, sanırım çağın tüketim anlayışına uygun en avantajlı gereçler. Ve cep telefonundan televizyona sinemaya, (basılı kağıdı hızla sollayan) “kara ayna”(ekran) artık günümüzün en kuvvetli iletişim mecrası. Zaman zaman propaganda için kullanılması ayrı…
Tarihte hangi iletişim zemini propaganda için kullanılmadı ki. Hepsinin atası, yüzyüze, birebir iletişim dahi.. Aslında basitçe “bir görüşü yaymak” demek olan “propaganda” lafzası, bu kavram bazı devletler tarafından(mesela ‘Nazi propagandası’) kötüye kullanılıp kirlenince yerini daha az kullanılmışlarına bıraktı.. Ve yönetişim sistemi olarak “demokrasi”nin yaygınlaşıp küreselleşmesiyle birlikte “iletişim çağı” kendini hissettirdikçe bir görüşü (propaganda algısı oluşturmadan)yaymak, kamuoyu oluşturmak, kitleleri ikna etmek daha da önem kazandı.
Bugün devletlerin, baskın güç odaklarının rekabet alanlarında, savaşlarda, kültürel, ideolojik çekişme/çatışmalar hususunda, -kaba kuvvete başvurmayı bir kenara bırakırsak- politik girişimler, ekonomik yaptırımlar ve diplomasi yanında kitle iletişim araçlarının belli görüşleri yaygınlaştıracak biçimde ‘algı yönetmek, rıza devşirmek’ amacıyla kullanılması, dünyada söz sahibi olmak isteyenlerin olmazsa olmaz önemli bir aracı(bizim gibi başkalarının kültürel emperyalizmine teslim olmadan tam istiklalini korumak derdinde olanlar için de geçerli aynısı). Bu konuda geride kalan ise başka birçok konuda da peşinen dezavantajlı..
‘Holivud endüstrisi’ mevzubahis alanda, bir süredir “Batı”nın meşale taşıyıcısı rolünü üstlenen A.B.D.’nin istediği yönde algı üretmek ve etki oluşturmak saikiyle üretim yapan en etkili merkezlerin başında. Toplumun sanattan beslenme, öğrenme, eğlenme vb ihtiyaçlarına denk gelecek şekilde çalışan bu büyük sermaye ve teknoloji destekli sinema endüstrisi aynı zamanda yapımlarının içine yer yer yaygınlaştırılmak istenen politik/ideolojik görüşleri, uygun görülen rol modellerini, idealize edilen yaşam biçimlerini de tohumlamakta. Bazen direkt, bazen endirekt şekilde, bazen duygulara, bazen bilinçaltına nasıl hitap edeceğini bilerek. Ve en büyük sponsor olarak da biz tüketicilerini devşirerek. Akıllıca, başarıyla(!)..
Bizimki gibi Amerikan karşıtlığının yüksek olduğu toplumlarda bile bu endüstrinin ürünlerini tüketmek vazgeçilmesi zor bir alışkanlık halinde(belki biraz da idari sisteminden bağımsız, onunla entegre olmadığı zannıyla). Mesela alternatifi olan ürünlerde yerli ve milli olanı tercih edebiliyorken bir çoğumuz, -sinemaseverler için bazı türlerin yerli ve milli dengini bulmak mümkün olmadığından- tıpış tıpış yeni gelen o sevdiğimiz “tür filmi”ne gidiyor oluyoruz.
Nitekim iş bölümü yapıldı. Bazısı patates topluyor, bazısı tütün kesiyor.. Hayvanlara bakan, yemek pişiren, kuyudan su çeken, bulaşık yıkayan… Fakir ise, izliyorum!
Kuyu suyunu çekmek için pompa alınalı beri kuyunun kovası iş görmüyor. Yanından onca su geçiyor, bidonlara doluyor, kovalarla taşınıyor; suyun şırıltılı sesi, kuyunun kupkuru kalmış, kuruluğundan içinde bir de örümcek ağ yapmış, yalnız, ipte sallanan kovasının dibinde yankılanıyor. Ve kova kendi çilesini yaşıyor. Boşlukla dolu… Suyu izliyor!
Benim burada işten yana yaptığım ceviz kırıp ayıklamak oluyor ancak, hayatta kırdığım cevizleri hatırlayarak.. Gerisi dinlemek, gözlemlemek ve düşünmek. Evet, sanırım buradaki esas işim izlemek, ve hindi gibi düşünmek…
Bu durum kendimi biraz suçlu hissettiriyor doğrusu. Neyse ki Nasreddin Hoca Hazretleri’nin bir nüktesini hatırlatıyor etrafta gezinen hindi ordusu; gönlüme yem serpiyorlar. Şöyle hikayesi:
“Pazarcı tavukların tanesini 5 kuruşa satıyorken, Hoca bakmış tezgahta bir de başka garip kuş, fiyatı 50 kuruş. Merak edip sormuş; ‘Ne hikmettir ki tavuklar 5 kuruşken şu kuşun fiyatı böyle uçmuş?’ Pazarcı açıklamış; ‘Buna tuti(papağan) derler, marifeti var, konuşur!’.. Haa, demek ondan pahalı. E söz gümüşse sükut da altın olmalı!
Ve sevgili Hoca da ertesi pazar gününde bizim satıcının tam yanına açmış tezgahını. Tezgahta bir hindi, 100 kuruş imiş etiketi. Papağan satıcısı bozulmuş biraz bu işe; alt tarafı hindi, o konuşan kuşunu 50 kuruşa satıyorken bu niye böyle yüksek fiyatlı? Çıkışmış hemen; ‘Hoca, bizim kuş konuşuyor, marifetli, seninkinin ne üstün meziyeti var da istersin bu fahiş bedeli? Hoca Nasreddin’de cevap hazırmış; ‘Senin kuş konuşuyorsa bu da düşünür, kolay iş mi, daha pahalı olacak tabi ki!..”
Yaşlı dervişin davetiyle üç abdal daha, birlikte bir ulu meclis kurmuşlar. Dünyanın üç farklı yerinden de kendini arayan üç ayrı insan yavrusu, üç kendine talip kahraman, şimdi anlatması uzun sürecek maceralar sonunda bir süre konaklamak üzere orada buluşmuşlar, velhasıl onlar da meclise dahil olmuşlar. Toplamda yedi kişi; ‘görür görmez’ gözlerin farkettiği kadarıyla çiftliğin gündelik işleriyle meşgul olmaktalar…
Yaşlı dervişe “miskin derviş” derlermiş ötekiler, bir diğer lakabı da “yaralı tabip”. Diğer üç abdaldan birinin ünvanı “züğürt abdal” ki paranın seyrinden, iktisadi ilimlerden çok iyi anlar, diğeri “cahil abdal” ki ehliyeti ilimde içtihad sahibi olacak kadar, üçüncüsü ise “sarhoş abdal” ki onun da gönlünde sönmez bir aşk ateşi yanar.. Taliplere de ad takmışlar; biri “teknolog”, teknolojiye imiş merakı, öteki “dilbaz”, ağzı iyi laf yapar, sonuncusu da “yaman”, pek atılgan, pek cesurmuş beriki…
O gün bahçe çapalanacak. Züğürt abdal toplamış gençleri. Bir yandan toprağı soluklandırırlar bir yandan konuşurlar. “İnsanın cismi toprak, insanlıksa bir bahçe misali; ektiğini biçersin. Ufuktaki yeni çağ öncesi, şimdi herkes kendi toprağını hazırlamakta. Çalışalım biz de, ekime hazırlayalım toprağımızı. Ve ardından ekelim samimiyet tohumlarımızı..
Öyle bir çağ geliyor ki, görünüşe aldananlar şaşıracak, herkesin attığı onca tohumdan yalnızca samimiyet tohumları çiçek açacak. Nitekim hangi dinden, inançtan, hangi ırktan olursa olsunlar, samimi olanlar yakında gelecek hatırlatıcıyı tanıyacak, Hakk söze tabi olacak, hem kendini hem de kendisini takip edecek nesilleri kurtaracak. Geri duranların artık bahanesi kalmayacak..
Gönlünde bir parça samimiyet olan bu sözün doğruluğunu bilir. Olmayansa tohumunu üç kuruşla değiştirendir. Nasıl küfür tek millet olmuşsa, inananların birliği de görünür hale gelecektir.. Varsın onlar tohumların genetiğiyle oynasınlar, hangi bahçeye yağmur yağıp yağmayacağını kontrol edeceklerini, nüfus yoğunluğunu kendi lehlerine istedikleri gibi ayarlayabileceklerini sansınlar. Rahmet her an yağmaktadır açık gönüllere..
Yakında taptıkları para pul olacak. Ağalarının yerine ikame edecekleri sanal para, kölelerini iyice robotlaştıracak. Toprak doyursun gözlerini. Siz toprağa tapmayın amma bilin elinizdekinin kıymetini. Altı altındır lakin elinize kar kalacak olan üstüne diktiğiniz, sonra binbir gayretle sulayıp yeşerttiğiniz, ıslah ettiğiniz ekinin tohumudur ancak” demiş züğürt abdal işin sonunda.. Gençlerin o günkü dersi,, canla başla çalışmalarının hediyesi!
Yazarım ya, benlikten geçmeli, sen olmalı, o olmalıyım, sonra yine kendime dönmeliyim ki gerçek hikayelerin gerçek kahramanları gezinebilsin satırlarda. Yine ben, ama sanki sen, sanki komşun, sanki dostun yanında, lakin düşmanı da var karşısında. Hepsinden haberdar yazar, bedelini ödeyebileceklerini alışveriş sepetine atar, ki sonra geri sana satar… Karşıt kutuplar arasındaki gerilimdir elektrik, doğru kullanılırsa fayda sağlar. Kendi elektriğini üretebilen, kendi kitabını okur, kendi kitabını yazar, aydınlık bakar, ışık saçar…
Pazarcı dedi ki; “e tabi yerli üretim var ama, gübresiydi mazotuydu, onlar dolarla, zam yaptık mecburen patlıcana soğana”.. Haklısın amca, sen rızkını kazan da, faydalı evlatlar yetiştir millete vatana. Onlar da kimyager olsun, madenci olsun, ekonomist olsun, hakkaniyetli yönetici olsun, istiklalimizin koruyucusu erlerimizden olsun ki zamanla muhtaç kalmayalım başkalarına!
Eski gazeteci ekledi; “Bir zamanlar ‘tarım ülkesi’ olmak gerilikti, patates tarlalarında fabrika bitmeliydi. Nasılsa küresellik var; biz sanayi ülkesi olduk muydu, sebzeyi ekmeği köylü ülkeler yetiştirir kapıya bırakır, bizim yaptığımızı yapmaya muktedir olmayan cahil hizmetçi zümresi de pişirir önümüze getiriverirdi. Kazın ayağı öyle değilmiş, şimdi ‘kendine yeterlilik’ yeniden değerlendi”.. Haklıydı!
Tarımı, sanayisi, hizmet sektörü, sanatçısı, düşünürü, bilim adamıyla bütünlüklü olunmazsa, hayatın fason olur, bir de bakmışız birileri tüm ihtiyaçlarımızın tekeli oluvermiştir sonunda. Bir uyanıktan duymuştum; “Herkese ihtiyaç bütününün bir parçasını ürettir, hiçbiri birbirini bilmesin, birbirine erişemesin, sen birleştir, ardından hepsine yüksek karla üleştir”.. Nasıl fikir ama? E biraz şeytanca!
Rant ekonomisi olmasa ardında, işbölümü yapmak akıllıca aslında. Güvendik, denedik. İyi niyetimizin kurbanı olmuşuzsa, olsun, kötü niyetlerin kurbanları olacakların akibeti daha fena.. Ders şu mu acaba; temel ihtiyaçlarını giderecek durumda olmalı kişi ele muhtaç kalmak istemiyorsa. Ki o ellerin zalim parmakları da var! Lakin düzenin ilmikleri sıkı dokunmuş, kolay kazançtan vazgeçmemek için uğraşır haris, zaten pençesini sırtına geçirmiş, rahat vermez senin de elin güçlenene kadar.. Ama sen Allah’tan başkasından korkma! Var hürriyetine kuvvet bulmak için Hakk yolda yürü sabırla, şeytana uyup da asla ondan sapma. Nitekim dostun Hakk’sa, sen gidemezsen de ihtiyaçların gelir ayağına!
“Kağıt ithal, kitap da pahallanacak, hele siz gazeteciler daha da fukaralaşacak” diyor okur teyze. Haklı! Allah fikrimizi, kalbimizi fakirleştirmesin de, bulacağız inşaallah bir çözüm. Onca peçete, onca israf, hele şu tüketim hovardalığından tez dönelim. Kağıt da üretelim, dijital çağın nimetlerinden de daha çok nasiplenelim. Yetkililer ön açsın, eğitimin kalitesi artsın. Hemfikirim!
Hem de ne ağlama; ben ağlarmışım karşılayanlarsa gülmede.. Doğmuşum ya! Kim bilir geldiğim yere nazaran burası ne biçim bir sahra ki ağla babam ağla, sayha üstüne sayha.. Geri dönme ihtimali olduğunu öğrenmemle, şikayet ağlamalarını azaltmam daha sonra. Ve inanır mısınız fakiri mamayla, oyuncakla, onla bunla kandırmayı bile başarmışlar arada. Sonra gel de bu bebeklikten gelen alışkanlıkların taşını ayıkla.. Uğraştık uğraşıyoruz kırkdokuz yıl boyunca, hamdolsun yılmadık daha…
Anladım ki seneler, aldığın şanın hakkını vermekle şen geçesi. Keza; “Şan verildi Adem'e can ile / Can uyanır alemde aşk ile / Nam sal sahralara bu hal ile / Aşk olmayan gönülde söz boştur” denildi.. Sözü kısa öz söylemek de ayrı bir marifet yaş almaya yakışan. Ne kadar iyi bilirsen o kadar bilmediğini bilmenin kibar taşkınlıkları zaman zaman. Öğrenelim diye bu mesleği seçtirdiler sonunda sanırım erenler! Yazarlığa doğuşum son yedi senelik dilimin hikayesi, sizler de şahitleri.. Yedi senelik döngüler varmış derler insan yaşamında. Doğruysa yedi kere yedilik büyük bir döngüyü kapatmadayım, bakalım neler belirecek ufukta…
Doğum günlerimi kutlamıyorum epeydir öyle şaşaayla şatafatla.. Daha ziyade bir nefsini hesaba çekme vesilesi oluyor. Ya Hasib, biz kendimizi hesaba çekelim ki gün batmadan, hesap günü gelende ayazda kalanlardan olmayız inşaallah lütfunla.. “İyi ki doğdun” demek ise varsa zuhurumuzdan hoşnut olanlar, kalsın onlara. Hepsi başım üstüne! Arzum o ki artık şu doğum günleri, sevenleri biraraya getirmeye, onların sevincine olsun vesile. Ahirete doğum gerçekleştiğinde “iyi ki doğdun” diyecek olur mu, fakir için o asıl mesele…
Bir yandan ileri giderken zaman, bir de geriye doğru giden boyutu var. Sanırım bir noktada birleşecek an. Anıları yeniden anlamlandırarak geri giderken, yaşlandıkça çocuklaşıyor insan. Umarım saflaşıyor da! Ona bu seyirde rehberlik eden varsa hele, derler ki kişi ilerledikçe geriye dönük hatıraları temize çekmekte ve böylece seneleri bebekliğine dek izleyebilmekte. Nihayet bebek saflığının üzerine koyduğumuz bilinç ve farkındalık bizi vardığımız rahimden beka alemine döndürmekte.. Ne mutlu -esas olan- nihai manevi doğumu gerçekleştirenlere!