Musa Dede

Hey ihtiyar, selam sana!

19 Ağustos 2018
Kayıp anlardır hep bizi kederlendiren. Yıllar geçende bir bakarsın; ne kadar da çoğalmışlar. Tıpkı şimdi gibi değiller miydi o zaman? Tüm olasılıklar alanına açılan kapılar.. Korkudan hiç çalınmayan ve hiç açılmayan, yalnızca varsayılan!

Eksik bir uzvunu hala yerindeymişcesine hissetmek gibi.. Eksik yılları yaşanmışcasına hissettiren hatıralar.. Ve yokluğunun varlığı, varlığının yokluğunu hatırlattığında başlayan pişmanlıklar… Ah ihtiyarlık! Yaşlı gözlerde gördüm bugün gölgeni. Feri gitmiş cam gibi.. Batırmışlar dibinde çoktan hayat güneşini… 

 

Günbatımı kızıldamayı bıraktığında, eski yıkık köşke giden yolda ayaklarını sürürken sararmış yapraklar arasından bir adam, arkasından bakan kimse de yok artık. Ve adam bunu bilmekte olduğundan sanki düşmemek için hiç olmadığı kadar dikkatle ilerlemekte. Adanın, İstanbul’un sıra sıra gökdelenlerine bakan cephesinde gece çöktüğünde, bir zamanların ışıl ışıl parıldayan yıldızlarının yerini şimdi uzak lambaların güvenilmez görüntüsü almış. Onlara bakmak uzaktan göz kırpan ölümün kuşatmışlığını hatırlatıyor olmalı ki başı öne eğik hep yaşlı adamın.. Acaba ne düşünüyor olurdum ben olsaydım?

 

Zengin yaşlılara mesken olmuş bu beldede kendi olasılıklarıma baktığımın farkındayım.. Beli bükük haliyle yine de kendinden öylesine emin, önümüzdeki sene bayram için rezervasyon yapan 90’lık dedenin yaşam açlığı, saçları yapılı, şık giysiler içinde kalitelerini sergilemek üzere bakıcıları eşliğinde akşamüstü bahçeye inen madamaların şikayet manzumesi olmaktan öteye geçemeyen sohbetleri, ağır makyajların gizleyemediği endişe dolu gözler hemen dikkatimi çekenler.. Bir kısım çocukluğumun geçtiği bu yerde bir zamanlar bana vadedilen geleceğin hiç bahsedilmeyen hüzünlü son sayfaları okunmakta…

 

“Hepsi bundan ibaret olmamalı” diye geçirirken içimden, 70’lerinde bir kadın yaklaşıyor yanımıza. Bakımlılıkta geri kalmaz ötekilerden lakin tek farkla; ışıl ışıl gözleri.. Bize çekilmiş kendiliğinden, acaba neden? Hikayesini anlatınca anlıyoruz. Yıllar yılı kimsesiz, muhtaç yaşlılara gönüllü bakıcılık yapmış. Geceleri kendilerini yalnız hissetmesinler diye yanına uzandığı kimisi kollarında can vermiş.. O, ölümle çoktan yüzleşmiş, korkusundan geçmiş. Birden hikayesini bölüp “Hiç endişelenmeyin, Allah kendisine dayanana mutlaka bir kapı açar” diyor. Bir başka anısına geçiyor;

Oğlu Müslüman bir kız sevmiş. Ama kızın ailesi bir gayrimüslime kız verme konusunda hayli endişeli. “Allah yardım eder” dediği o günlerde kapısı çalınıyor, bir genç Hz.Peygamber’in(sav) “veda hutbesi”nin yazılı olduğu bir kağıt bırakıyor. Ve onu ezberliyor kadın, arapça orijinalini, hem mealini de okuyup özümseyerek. Ardından kızın ailesini davet ediyorlar eve. Ve bizimki veda hutbesini ezberden okuyunca buzlar eriyor. Veriyorlar kızı.. Hep birlikte geçiyorlar böylece, önyargıların ötesine…

Yazının Devamını Oku

Para para para…

12 Ağustos 2018
Dolar almış başını uçuyor. Aklıma geldi: “Şeyh uçmaz, mürid uçurur” derler ya; şu amerikan dolarının da amma müridi varmış ha.. Vakti zamanında bir efendi de demiş hatta; “Allah’ı bilmesem buna tapacaktım az daha”…

Para, icadından beri Dünya’da geçerli bir senet, anca burada. Keza; “kefenin cebi yok”.. Ve paran varsa borcun var aslında; o parayı hayra kullanma borcu. Maddi kıymetlerin manevi olana tebdili anca böyle mümkün. Yani “paranın kıymeti yok” da diyemeyiz tam anlamıyla; şu kısacık dünya yaşantısında manevi ecir kazanmaya vesile olma potansiyelinden ötürü.. Lakin araçları amaçlaştırmak önemli bir hata bu bağlamda. Hele ki putlaştırmak…

Nasıl putlaştırılacak para: -temsil ettiği tüm nefsani unsurlarla birlikte- para hırsını insani değerlerin önünde tutmakla, yoksunluğuna duyduğun korkuyla insanlığından çıkmakla, ona gayri meşru kurbanlar adamakla, tehditlerine pabuç bırakmakla, onun vadettikleriyle sarhoş olup Yaradan’ı unutmakla..

O kadar murad edersin ki onu, değerler skalanda en üst mevkiyi verirsin, hep onu ve avanesini zikredersin, öyle ki artık evrensel hiyerarşiyle örtüşemezsin, Hakk’a ihanet etmektesin.. Nitekim suistimalin sonu hüsran! Çünkü dünya ve onun temsili senedi para her zaman kendine hizmet edenleri, kendini put edinenleri, körlemesine peşinden gidenleri, yani müridlerini hüsrana uğratmıştır, uğratacaktır da.. Zira emir böyle!

Anlayacağınız vesile edeni unutup müstakil bir gücü varmış gibi paradan medet umanlar, varlığında şımaran, şımarıklığı zulüme varanlar, satılmışlar, yokluk sınavında ise yoldan çıkanlar; şeyh edindiklerini belki seraplarında uçururlar amma kendileri illa yaya kalır sonunda. Kızgın çölde, tek başına…

 

“Musa şöyle dua etti: ‘Ey Rabbimiz! Sen firavun’a ve etrafındakilere dünya hayatında nice ziynet ve mallar verdin; Ey Rabbimiz, yolundan saptırsınlar diye mi? Ey Rabbimiz, mallarını mahvet ve kalplerini şiddetle sık, ki o acıklı azabı görmedikçe iman etmeyecekler”(Yunus 10;88)

 

Bugün paraya tapanların merkezi Batı’da. Başta Amerika. Neredeyse teslim alınmış bir coğrafya. Onun verdiği gücü, imkanları fazlasıyla suistimal etmekteler; Dünya’nın durumu ortada.. Amerikan doları paranın -sözde- patronu halihazırda. Yönetenleri, bu küreselleşme çağında sömürü için kitle psikolojilerini istedikleri gibi dalgalandırmakta, aleme sınav olmakta. Her milletten aynı önceliklere sahip olanlarla ortaklıkla, nevi zuhur firavuncuklar hal diliyle Allah’a savaş açmışlar adeta…

Yazının Devamını Oku

Patlangaç Hikaye

5 Ağustos 2018
- Şöyle bombastik bi hikaye yazsan.. Adı da öyle olsun; “bombastik”!

- Kuzum, bombastik ne ki?

- Bombastik, yani tumturaklı, vurucu, hem zamanın ruhunu yansıtan, okurun halini yakalayan ve bomba gibi, parça tesirli… Best seller olsun!

- Anladım ama bi kere öyle özenti kelimeleri sevmem ben, mümkün mertebe Türkçe kullanalım, olucaksa “patlangaç” olsun hikayenin adı, da.. “Best seller” dediğin, “çok satan” yani, o öyle kolay değil. Hikaye sıkı olucak, yetmez, hem kolay okunur hem özgün bir üslupla yazıcaksın. O da yetmez yayımlıycak kitabevi bulucaksın. İyi ihtimalle satış fiyatının yüzde 7-8’ini sana teklif edicekler, yani yirmi liralık kitaptan bir buçuk lira kazanıcaksın, tabi satarsa. Bin tane sattın diyelim, binbeşyüz lira anca alırsın. O da mesela bir sene zarfında.

- Abi, “best seller” diyorum. En az yüzbin satıcak. Yüzellibin kayme cepte anadın mı!

- Bak şimdi, bunun için çok iyi tanıtım yapılmalı, masraflar yine senin ödemeleri etkiler, hadi onu göze aldın “kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” diye, üstüne televizyona falan çıkman gerekir ya da medyada haber olman. Medyada haber olmak istediğinden dikkat ediceksin; medya patronlarını, baş elemanlarını, sistemi fazla eleştiremezsin, onlara yanaşık gitmelisin. Sonra neredeyse tekelleşmiş o kitapçıya istersen laf et. Senin kitabını vitrine, bari “çok satanlar” rafına koymazsa hiç şansın yok, en azından “yeni çıkanlar”a girmelisin. İstemezse çünkü sipariş bile etmez yayınevinden. Avucunu yalarsın. Anlıycağın anaakımla kolkola girmezsen istersen şaheser yaz, bir köşede boynu bükük kalırsın.. E bunlar yazmaktan bile daha zor geliyo doğrusu. Kardeşim yazarlık mı yapalım pazarlamacılık mı?

- Ya onları boşver şimdi. Bi yolu bulunur, yeter ki talep olsun.. Sen “hiçkimse” değilsin ki. Hem noolur biraz sistemin suyuna gitsen. İnsanların ihtiyacı var. Patlat bi katarsismik hikaye!

- Öyle ya, hiç olmak kolay mı, neyse.. Diyelim dinledim seni; Ne yazıcam?

- Toplumsal yönü olsun, milletin içi hınç dolu mesela, öyle bir hikaye olsun ki, kahramanı tepki duyduğumuz herşeyi yaksın yıksın, içimizi rahatlatsın, sonra aşk da olsun, teknolojiden de bahset, beyin, uzay falan kat, yaz işte…

Yazının Devamını Oku

Teslim Baba’nın fenni ve ledünni işleri 369

29 Temmuz 2018
“Geçmişi, bugünü ve geleceği aynı anda görebiliyorum”

Nikola Tesla(1856-1943) ile ilgili iki hafta önceki yazıma devam etmek elzem oldu. Modern zamanların bu en önde gelen çığır açıcı bilim insanına “Teslim Baba” dememizin latifesini ve hayatından kimi kesitlerle başat icatlarını evvelce paylaşmıştık. Yazımızın devamı bir hafta gecikince -erenler işlerin geciktirilmesini sevmezler- dermisiniz “Teslim Baba” çarpmış olsun; dün sabah fakirin ev elektriği geçen ayın ödenmemiş faturası sebebiyle kesildi. Artık bir ay gecikince fatura, hemen kesiyorlarmış merhametli ve vefakar(!) şirketler. Nitekim Nikola Tesla’nın hayattayken en büyük hayallerinden biri, doğanın her yerde hazır ve nazır olan enerjisini dönüştürüp dünyadaki herkesin bedava elektrik kullanabileceği biçimde kablosuz olarak dağıtacak sistemleri devreye sokmaktı. Ola ki gerçekten evliyadır da biz bundan bahsetmeyi ihmal edince, bir lakabı da “Yıldırımların Efendisi” olan Tesla(aramızda Teslim Baba) dokunduruverdi…

“Dünyanın her yerinde herkes enerji kaynaklarına bedava ulaşabilmelidir”

Bir şekilde parasını ödeyince elektriğimiz açıldı lakin Teslim Baba’ya radyo sinyallerinin -dolayısıyla bilginin- kablosuz kıtalararası dolaşımı projesi için destek veren yatırımcı J.P.Morgan, bunun aslında aynı zamanda bir “bedava elektrik sistemi” olduğunu anlayınca ödeneği kesmişti. Böylece proje yarıda kaldı. Bilimi kendi ticari başarılarına dönüştüğü sürece destekleyen aileler açısından, herkesin ve her toplumun dışa bağımlı olmadan, bedava ve “yenilebilir” enerjiye istediği gibi ulaşabilmesi ola ki bir kabustu. Bugün dahi gerçekleşmesi düşünülemeyen proje için biliminsanları halihazırda olanaklılığı hususunda ikiye bölünmüştür. Halbuki Tesla bunu kanıtlamıştı fakat projenin verimliliğinin artırılmasına ihtiyaç vardı. Aynı ticari kaygılarla elektriğin dağıtımı hususunda adamları olan Edison’a Tesla’ya karşı destek veren şirketler, radyo sinyallerinin aktarımı konusunda da Marconi’yle devam etmeyi tercih ettiler. Yıllar yılı radyonun mucidi olarak Marconi bilindi, bu sebeple Nobel dahi aldı, Tesla’nın hakkı ancak ölümünden sonra teslim edilecekti ki mesele halen kamuoyunca tam bilinmez..

“Kablosuz teknolojisi tam anlamıyla kullanıma geçtiğinde bütün dünya koca bir beyne dönüşecek -ki aslında şu anda da öyle; her şey gerçek ve ritmik bir bütünün parçası”

Teslim Baba, Edison kendisini bir nevi kazıklayınca yanından ayrılmış, bir sene boyunca çukur kazıcılığı ile hayatını ikame ettirebilmişti, sonra kendine bir laboratuvar kurmuş ve “Alternatif Akım”ı(AC) kullanılabilir kılan -halen her yerde, büyük küçük tüm elektrikli cihazlarda kullanılan endüksiyon motoru gibi- icatlarının başarısının önüne geçilemeyince fenomen olmuştu. Westinghouse’un desteğiyle 1893 Chicago Fuarı’nın AC kullanılarak aydınlatılması ve akabinde Niagara Şelalesi projesiyle ilk devasa hidroelektrik santralinin hayata geçirilmesi Edison’la aralarındaki “Akım Savaşları”nı Teslim Baba lehine sonuçlandırmıştı. Bunlar olurken Edison ve adamları AC kullanımını manipüle ederek halkın ortasında kara propaganda için hayvanları(fil dahil) öldürüyorlardı ki kimse evinde AC ile çalışan cihazlar istemesin. Bence asıl ironik olan yıllar sonra “Teslim Baba”nın Amerika Elektrik Mühendisleri Enstitüsü’nün verdiği “Edison Ödülü”nü kabul etmesidir..

“Beni birden fazla kez gücendirdiniz ama hem bir Hıristiyan hem de bir düşünür vasıfları taşıdığım için sizi hep affettim; düştüğünüz hataları görünce size acıdım”

Teslim Baba insanlığın hayrı için büyük hedeflere giderken yoldaki -kendisine göre görece önemsiz- ufak başarıları dahi insanlığın refahına büyük katkı sağlamış, kendisi bu yönde tercih kullanmasa da önemli kısmı sistem tarafından başarı ile ticarileştirilmiştir. Önceden bahsettiğimiz gibi patentini almadığı ve ardından gelenlerce yahut rakipleri veya ortakları tarafından projelendirilmiş icatları muhtemelen patentini aldıklarından çoktur(ki en fazla patent sahibi bilim insanlarındandır). Evvelki hafta saydığımız temel buluşları yanında şunlar da Tesla’nın katkısı olmasaydı belki hayatımıza asla girmeyecekti: X ışınları, Röntgen, MR cihazları, araba ateşleme sistemi(patentini Ford kapmıştı), hız ölçer, elektron mikroskobu, mikrodalga, lazer teknolojisi, uzaktan kumandalar vb. Hatırlatalım ki radyo, TV yayınlarının kablosuz iletişim patenti de onundur ve iletişim çağının kapısını açan kişi olmuştur..

“Artık kozmik düşünmeye başladık. Sempati hislerimiz bilinmeyen uzaklıklara kadar yayılıyor. “Weltschmerz”(Dünya acısı) bakterileri üşüştü üstümüze. Gelgelelim, şimdiye dek evrensel uyuma yalnızca tek bir uluslararası ilişki düzleminde ulaşılabildi. O da posta servisi. Gayet iyi işleyen bir mekanizması var posta servisinin; fakat bizler kutsal postacı heybesindeki ihtimamlı saygıdan ne kadar da uzağız!”

Yazının Devamını Oku

Şeriat tarikat yoldur varana / Hakikat, marifet andan içeru…

22 Temmuz 2018
(ön not: gündemde bu mevzu öncelikli geldiği için “Teslim Baba”(Tesla) yazımın devamı haftaya kaldı, kusura bakmayınız lütfen)

Eskiden “Lacoste” çok matah bir markaydı. Hani timsah logosu olan.. Lakin pahalı! Neyse ki uyanıklar sahtesini ürettiler. Kapalı çarşıda kolayca bulunurdu. Ama bir yıkamada renginin akması mı dersin, kumaşının kaşındırması mı dersin, en kötüsü de anlayanın bir şekilde giydiğinin sahte olduğunu çakmasıyla rezil olmandı. Bir anda “çakma” olmaklığının anlaşılmasıyla alay konusu olurdun. Ama kimsenin aklına bu sahtecilikten dolayı “Lacoste” firmasını dava etmek gelmedi. Ne yapsınlar, markaları seçkin olduğu için kopyalanıyorsa onların suçu mu? Denetlesindi devlet, herşey ortadaydı zira.. Hakkına tecavüz edilen marka, sahtesini üretene dokunulmazsa, utanmadan alıp giyen umursamazsa, itibarı mı kalır ortada? Hadi kaldı diyelim kaliteli maldan anlayanlar sağolsun, bi de üstüne sahteleri üretiliyor diye orijinal markanın suçlandığını ve yasaklandığını düşünün; olan esas o ülkenin, o düzenin itibarına olmaz mı Dünya’da. Haramlığı bir yana, belki de o sahte ürünün kanserojen falan olma ihtimali öte yana; katmerli rezalet… Bu örneği siz alın Tasavvuf kurumlarına uyarlayın!

 

Tabi bence mesele bu kadar masum da değil. Yeni bir Dünya düzeni tasarlayanlar, bu düzenin oluşması için kendininkiler dışındaki tüm ideolojilerin ya yok olmasını ya “tukaka” edilmesini ya da içinin boşaltılıp kendi ideolojilerinin birer uydusu olmasını istediler. Din açısından; öncekiler insan nefsi(emmare) yönünde dönüştürüldüğü ve bütünlükleri zedelendiği için inen Muhammedi İslam da aynı yönde dönüştürülmeliydi. Kuru kuruya şekli bazı unsurların, içi boş ritüellerin kalmasında sakınca yoktu; zulümle, küfürle mücadele ruhu baş hedef oldu, ve gönülleri fetheden kültürü.. Dünyevi ve nefsani putlar inşa etmenin ve bunları pazarlamanın önündeki en önemli engel buydu.

Nitekim emperyalist güçler sömürü hedeflerindeki bir çok ülkede dinin özü olan Tasavvuf ekollerinin, yani tarikatların(Hakka giden yol anlamında) büyük direnişini kırmanın önemini kavradılar ve elleri sıvadılar. Bir koldan sahteci paralel tarikatlar oluşumuna destek veriliyor, diğer koldan gerekirse siyasi erk satın alınıp direnç gösteren köklü tarikatların üzerine baskı kuruluyor, ajanların tüm şeyhlerin ne yemeyi ne yapmayı sevdiğine kadar fişlemesiyle bunlar ya satın alınmaya çalışılıyor ya şantaj vs hatta suikast yöntemleriyle hallediliyordu. Bunun yerine de “piyasa”ya sürekli “new age” sözde manevi gelişim alternatifleri sunuluyor, propaganda araçları projenin diğer önemli ayağını oluşturuyordu.. Bu, bilhassa coğrafyamızı ve hinterlandını etkileyecek şekilde uzun zamandır devam eden bir süreç…

Anlayacağınız, “Kapitalist Dünya Düzeni”nin sebep olduğu sorunlara, acılara panzehir olabilecek bir öz kültür pınarımız bu şekilde kurutuluyor. Meselenin bu günlere gelmesinde elbette kimi Tasavvuf müntesibinin de payı, en hafifinden ihmali var. Hakk yol ihmali, hafifliği kabul etmiyor. Lakin gerekli olan yasaklamalar değil “ıslahat”tır. Nasıl ki sağlık sektöründe, hukuk alanında olabilen yozlaşmalar bu sistemleri tümden lağvetmekle hallolmayacaksa.. Tasavvuf öğretisi ve bu öğretinin uygulandığı kurumlar acilen koruma altına alınmalı, kalan ehillerinin sistemi ıslah etmesinin yolu açılmalıdır. Çünkü Tasavvuf, Din-i İslam’ın iyi ahlakla, gönül eğitimiyle ilgili olmazsa olmaz bir saç ayağıdır. Akaid, Fıkıh, Kelam vs yanında… Değil mi ki ruhsuz ceset topraktan ibaret, irfansız ilim akla hakaret! Tercih bizim..

Eğer tercihimiz nefsimize uydurulmuş bir dinse boşverin bu söylediklerimi, sadece şekli yapmayı yeterli görüyorsanız ibadetleri, önemi yok. Ahlakta incelik, edep, perspektif, vera, takva, gönlün masivadan temizlenmesi, Hakk’a ve sevdiklerine, başta Resulullah’a ve Ehli Beyt’ine, veli kullarına muhabbet demode kalıyorsa varlık tahayyülünüzde diyecek bir şey yok. Ya da ben herşeyi zaten kendi başıma da hallederim diyorsanız binlerce yıllık kültürel birikime, kurumlarına sırtınızı dönerek, sağlam bir silsileyle günümüze intikal eden himmet kanallarını hiçe sayarak, yol yordam beğenmeyerek, vesilelere vefa göstermeyerek, rehbersiz, birlikteliği öteleyip bireyselliği yücelterek; Allah selamet versin! Veya din zaten işlevsizdir sizin için ama manevi gelişim arzularsınız; o halde ister felsefeye takıl, fal baktır, nevi zuhur guruların peşine düş, bir pop ikonunu idolleştir, hayat koçlarına para yatır, ister alışverişe çık, psikoloğa git, seanslara katıl, uzaylılarla konuş, meditasyon yap, koyu takım taraftarı ol, kendini bir hobiye kaptır.. Bunlar serbest, neredeyse denetimsiz, ruhani çıktıları bir kenara kimse sizi yaftalamaz, ama “tarikat” dedin mi mesele.. Aslında bu bahsettiklerimin hepsi adeta neo-tarikat(manevi yol) olmuşlar da, maksat bahane…

Tüm bu saydıklarımın yanında bir de esas -maalesef sorun olan- “Tarikat” kılığına girmiş oluşumlar var, bugünlerin gündemi haklı olarak. Ve insana, İslam’a en büyük zararı veren bunlar. Çakma “tarikat” etiketleriyle “orijinal marka”nın itibarını zedeliyorlar, alternatif yol arayanlara haklı gerekçeler sunuyorlar, gelenekten kopuşumuza kılıf uydurulmasının vesileleri oluyorlar; “rantiyye kültleri”.. Bunları görenler bir de medyanın -negatif- “tarikat” yaftalamasıyla kemikleşen anlam kaymasını gerçeği yerine koyarak işin ehline de şüpheyle bakıyor, kimi de toptan buğz ediyor. Zaten İŞİD benzeri örneklerle bu, İslam’a karşı yürütülen bir taktikti; aynısının farklı versiyonu.. Kötü örneğin örnek olmasının önü tez elden alınmalı! Mesele enine boyuna tartışılmalı…

Tartışılıyor da! Ama ne yazık ki bazı sıkıntılar göze çarpıyor; meselenin tartışıldığı programlarda nedense konunun birinci derece muhatabı olması gereken, içini dışını, esasını, tuzaklarını bilen gelenekten Tasavvuf ehli zatlara pek yer verilmediği görülüyor. Daha ziyade Tasavvufu, “tarikat” kavramını, erkanını ya tam anlamamış ya yanlış anlamış aleyhinde kimselerle sorun tartışılıyor. Üstelik kimi de akademik “titre”(ünvan) sahibi.. Bazısının konuşmalarından kendilerinin bildiğimden bambaşka bir İslam anlayışında olduğunu anlıyorum. Nursuzlar, gönlümü kıpırdatacak, muhabbet uyandıracak bir halleri de yok, lakin malumat çok. Konuları bağlayamıyorlar, gereğince anlamlandıramıyorlar, ukalalıklarından geçilmiyor ve “Kuran’a uyun” dediklerinde bakıyorsunuz aslında “Kuran’dan benim anladığıma uyun” demekte, iddiacılar. Bunların bir kısmı ortamı boş bulduklarından mı sivrilmişler, ortamlarında kendilerine takipçiler edinmişler, açıktan şeyhleri eleştirip kendileri çaktırmadan ehliyetsiz şeyhlik etmedeler, bıraksan herkese nizam verecekler. Sanırım statükolarını korumak peşindeler, gayrimeşru bağlantıları varsa yahut kurumlarında kadrolaşma olayına da girmişlerse şaşılmaz. İnsana “demek akademik tarikatlar da oluşmuş bu boşlukta” diye düşündürüyorlar.. Sanki İslam’da “dinde zorlama yoktur” ilkesi yokmuşçasına, dinin doğru anlaşılması yetmezmişçesine, dini sürekli başka “daha üstün” kavramlarla denetlemek gereğini savunabiliyorlar, “laiklik, mürid, mürşit, teslimiyet vs” kavramlarını saptırabiliyorlar, “rönesans, reform”dan bahsediyorlar, denetleme mekanizmalarını işlerine geldikleri gibi tarif etmeye kalkıyorlar, kah tekkeleri müzeleştirmeye, folklorik bir yapıya indirgemeye kalkıyorlar, bir şekilde hep kötü örnekler üzerinden korkutuyorlar… Sonra ayıkla pirincin taşını. Yazık, bunlar böyle kimi irşad edebilirler? (Kendilerinden elimden geldikçe feyiz almaya çalıştığım değerli alimlerimizi, akademisyenlerimizi, saygıdeğer hocalarımı ve konuya hakkını veren medya kurumlarını tenzih ederim)

Yazının Devamını Oku

Teslim Baba

15 Temmuz 2018
Bugünün Hırvatistanı sınırları içinde doğmuş çocuk, Sırp asıllı. Babası Ortodoks kilisesi papazı, “adil insan” mahlasıyla makaleler yayınlıyor. Ancak çocuğun meşrebi farklı. Beş yaşında görülmemiş bir su çarkı icat etmiş, sarsıntısız, akıntıda tıkır tıkır işleyen. Sonra nehrin sularına atlayıp açılış töreninde çalışmayan itfaiye aracının dirsek yapan hortumunu düzeltince, artık köyünde kahraman..

Matematikte yıldız, Slav diyaleklerinin yanında İngilizce, Fransızca, Almanca ve İtalyanca da öğreniyor, hem bu dillerde şiir yazıp okuyacak kadar. Eğitimle açıklanamaz becerisi fakat; o ileride “bilimin şairi” olarak anılacak. Zor bir çocukluğun ardından..

Gerçekle bağını koparan görüntüler zihnine ışık patlamaları halinde geliyor, yeşil ışıltılar ve hemen sonrasında icat edeceği şeylere dönüşecek gri bulutlar. İyi ki şizofreni teşhisi koyabilecek tecrübesiz bir psikolog yok o zamanın okul çevresinde. Çünkü anlaşılan bu cılız delikanlı keşfi açık bir Sufi meşrep kendince. Ömrü boyunca icatlarıyla, fikirleriyle insanlığın birliği, refahı, tekamülü peşinde..

Hatıralarından; “Neden ve sonuç arasında bağlantı kurmada önemli becerilere sahip oldum. Kısa bir süre sonra, şaşkınlıkla, aklımdan geçen tüm düşüncelerin dışsal bir izlenimden etkilendiğini farkettim”.. Desene; akıl gibi, ilim de, ilham da, hikmet de Allah’tan…

 

Peki bizimki neler mi zikretmiş heyuladan? “Modern Dünya”yı oluşturan neredeyse herşeyde katkısı var desek, umarım abartmış olmayız. Başlıca;

* Modern “alternatif elektrik”(AC) kullanımını onun sistemler üzerine yaptığı çalışmalara, keşiflere borçludur.

* “Radyo”nun çalışmasını sağlayan en önemli teknolojilerin(yüksek frekanslı jeneratörler, eşlenmiş devreler, döner seri kıvılcım boşlukları, yağla insüle edilmiş transformatörler vs) mucididir.

* “Yüksek frekanslı endüksiyon fırınları ve ısıtma” onun fikirleri ve katkıları sayesinde hayata geçirilmiştir.

Yazının Devamını Oku

Beyoğlum!

8 Temmuz 2018
“Dur! Bırak, kalsın, açma televizyonu / Bana İstanbul’u anlat nasıldı? / Şehirlerin şehrini anlat nasıldı? / Beyoğlu sırtlarından yasak gözlerimle bakıp / Köprüler, Sarayburnu, minareler ve Haliç’e / Deyiverdin mi bir merhaba, gizlice”(Nazım Hikmet)

Beyoğlu’nda gezerdik, gözlerimizi süzerdik bir zamanlar biz de. Fakir şimdilik Beyoğlu’nda gezen bizim kuşakların sonuncusuyum.. Büyükbabamdan dinlemişimdir ilk Beyoğlu hikayelerini. Kendisi(Allah rahmet eylesin) o zamanları sadece anlatmaz yaşatırdı da sanki. Takım ceket ve kıravat giymeden çıkılmadığı zamanlar Beyoğlu’na, hanımlar da döpiyes ve şapka.. Semtin adından mıdır ne, sanırsınız herkes bey oğlu, bey kızı. Aslında tam öyle de değil büyükbabamın kuşağı; mösyö, madam, matmazel olmak almış artık 30’ların, 40’ların İstanbul’unda beyliğin yerini. Onlar “Cumhuriyet Kuşağı”nın yeniden formatlanmış beyefendileri, hanımefendileri. İki “Dünya Savaşı” görmüş, bir İmparatorluğu unutmak zorunda, zamana uymakla toplumda itibar bulmak isteyen, varoluşu “sessizce kabullenme”ye bağlı bir kuşak. Beyoğlu’nda gezmek de olmasa, zor bir hayat! Büyükbabam da ne yapsın, onu hep kostüm ceket ve fötr şapkasıyla hatırlarım; sanki hep Beyoğlu’nda…

 

Bazen kuşaklar arası bir gezinti gibidir İstiklal caddesinde yürüyüşlerim. Markiz’de bir pasta, Lebon’da limonata, “voulez-vous dancer avec moi?”.. Aşağı yukarı böyle tanışmışlar, aileleriyle Asmalı Mescit’te oturan annem ve Kumbaracı yokuşunda yaşayan babam. Travma sonrası kalanlardan.. Travma dediğim de 6-7 Eylül olayları. Sene 1955; bindirilmiş kıtalar, Beyoğlu’nu yağmalıyorlar, baş hedef Rumlar, ama Rumu Yahudiyi ayıramıyorlar ki; cadde boyunca açılmış top top kumaşlar, en iyi İngiliz kumaşı, “Dormeuille” falan bakmadan, plaçka…

Annem babasını genç yaşta kaybetmiş, dayım koruyup kolluyor aileyi, bir de komşular, evin önünden güç bela uzaklaştırılan kalabalığa karışıyor dayım, en iyisi tehlike atlatılana dek onlardanmış gibi davranmak. Halam da az ötedeki “Çitiro Han”da otururmuş, Şişhaneye doğru. 90’ların sonuna yakın oraya taşınacağımı söylediğimde pek hoş karşılamadı ailem. Taşındım yine de. Perküsyoncuyum ya, orası da iş hanı, gece boşalıyor yani ve çalabiliyorum gönlümce.. Köşedeki yaşlı bakkal o kriz günlerini iyi hatırlıyor, Rumca ve dahi Ladino konuşuyor, müşterilerin çoğu gayrimüslimlerden olunca mecbur öğrenmiş…

 

Beyoğlu zaten eskiden beri gavur eli; Haçlı-Latin istilasından sonra gelişimine Bizans’tan ayrı devam eden İtalyanlar, şarap bağları, bahçeler, sonra Osmanlıyla birlikte yabancı elçilikler, misyonlar, 19.yy’dan itibaren ise içimizdeki Avrupalılar’ın küçük Paris/Londra’sı, ticaret-kültür-eğlence diyarı. Ve 1913; tramvayla Şişli’ye bağlanmasıyla yavaş yavaş Müslüman Türkler de artık Beyoğlu piyasasında, akıyorlar alemlere. Ve entellektüeller, Lebon pastanesinin müdavimlerinden Namık Kemal, Şinasi, tanışıyorlar. Zaman hızla değişiyor, dertleri var… “Devr-i menhus-i cehalet bitti / Geldi tahsil-i kemalin hini / Şark ü Gayb’a dökülün sa’y ederek / Utlub-ül ilme velev bissini”(N.K.)

 

İşte birkaç kuşak sonrası “Depresyon Kuşağı” büyükbabamlar, “Savaş Sonrası Piyadeleri”nden babam, “Baby Boomers”(bebek bombardımancıları) kuşağından annem ve ben “X Kuşağı” çocuğu… Beyoğlu’ndayım! Bağlamı farklı gibi görünse de hep aynı dert; “Hürriyet”! 1955’te ebeveynlerimin çocukluğuna damga vuran mevzubahis olaylar yaşanırken Beyoğlu’nda, “Beat” kuşağı da istemeden, sonrasında bizi de ziyadesiyle etkileyecek olan bir entellektüel devrime önayak olmaktaymış Amerika’da, “Baba Beat”lerden Allen Ginsberg’in “Uluma”(1955) şiirinin şu ilk satırları zamanında yaşadığım Beyoğlu’nun arka sokaklarında yazılmış dense ben de inanırdım doğrusu;

Yazının Devamını Oku

İlla edep, illa edep!

1 Temmuz 2018
“Eline, beline, diline sahip ol”(Hacı Bektaş-ı Veli)

Pek çok şikayetimiz var gidişattan, hayattan! Herkes derviş olacak değil ki “Dervişin edebi şikayeti kesmektir” diyebilelim. Bunun için herşeyin Hakk’tan, herşeyin yerli yerince olduğunu müşahade edebilmek gerekir. Henüz kusur gören gözlerimizi kör edemesek de bizler, bari görülen kusurların düzelmesi için gayret etmelidir. Herşeyin yerli yerinde, olması gerektiği gibi ve en hayırlısı olduğunu bilenler dahi “marifetullah”ın gereği “Halka hizmet Hakk’a hizmettir” diyerek Allah’ın rızasınca hareket etmeye çalışmakta, hepimizden fazla iyilik peşinde koşmaktadır. Hayat tembel işi değil; Tasavvuf öğretisinde “miskinlik” dedikleri ise Hakk’a teslim olmuş olarak, nefsini aradan çekip, fiillerinin sahibini bilmekledir, yoksa atalet degil..

“Edebi edepsizlerden öğrendim”(Lokman)

Biz de arıyoruz işte; bir sihirli değneğimiz olsa, onunla dokunduğumuz nokta iyileşse ve öyle olsa ki o noktadaki iyileşme diğer tüm sıkıntılı noktalarda da iyileşme getirse. Cahillik giderilse, güvenliğimiz pekişse, rızkımız genişlese.. Sokakta herkes birbirine selam verse, anlayış gösterse, olan olmayanla paylaşsa, kardeşler birbirinin sıkıntılarını gidermeyi bilse.. Bas bas bağırmasa gecenin bir saatinde şu komşular, naralar atmasa sokaktan geçen gençler, silahlar patlatmasa sevinmeyi bilmeyen bazı vatandaşlar, gürültü kesilse, taciz bitse, her türlü kirlilik silinse, yoksulluk gitse, kimse kendine yapılmasını istemediğini diğerine etmese… Merkez Efendi Hazretleri değiliz ya “elinizde bir sihirli değnek olsa ne yapardınız?” diye soran mürşidine “şunu değiştirirdim, bunu düzeltirdim” gibi cevap veren diğer dervişlerden farklı olarak “Hakk’ın tesis ettiği düzeni aynen devam ettirirdim, zira herşey zaten merkezinde” diye cevap verelim.

“Biz çok ilimden ziyade az da olsa edebe muhtacız”(Abdullah b. Mubarek)

Fakir, çevremizde şikayetçi olduğumuz tüm kötülüklerin, çirkinliklerin kökeninde “edep” eksikliğimiz olduğunu düşünüyor, bir sihirli değneğim olsa, biz Dünya’ya hükmetme gücünü elinde bulunduran insanların, bilhassa da kendimin edep üzere olması yönünde kullanırdım zannediyorum. Demiş ya şair; “Ehl-i irfan meclisinde aradım kıldım taleb / İlim geride kaldı, illa edeb, illa edeb”… O halde hazır geride bıraktığımız seçim neticesinde geleceğe dair umutlarımızı yeşertmeye namzet seçilmişler önümüzdeki yılların planlarını hazırlıyorken, talep edelim; edebin incelikleri ancak edep sahiplerinden öğrenileceği için, bu konudaki köklü tecrübe ve birikimlerinden yararlanmak üzere ehl-i irfan meclisleri uyandırılmasına önayak olsunlar memleketin her yerinde. İlimin yanına irfanı koyalım yeniden, çünkü bu zaten var genlerimizde, geleneğimizde. Hem şimdi geçmişin de tecrübesiyle eskisinden iyisini yapmak inşaallah elimizde.  

“Edebiyat fennî bir marifettir ki, insana edep hasletini kazandırdığı için ona edep, edebiyatçıya da edip denmiştir”(Şinasi)

Herşeyin bir edebi var. Bilim, eşyanın edebini bilmekle. Sanat, ruhun edebi. İyi bir cemiyet hayatı ise insani edepleri gözetmekledir. Edep, herşeyi gereğince ve yerince yapmaktır, kendini bilmek, gelişmişliktir. Keza edebin iyisi neredeyse, iyi yaşamak isteyenler onun peşinde. Kimi yetişmiş insanımızın, gençlerimizin başka ülkelerde yaşama hayalleri varsa, bu ola ki o ülkelerde edebe bizden fazla riayet edilmesindendir. Halbuki kültürümüz ve dinimiz bu hususta en önde olmamızı nasihat ediyor. Nitekim “Gönül gözümüzü açıp Allah kelamına bakınca görürüz ki ayet ayet bütün Kuran’ın manası edeptir…” diyen Hz.Mevlana ve nice ehl-i edep bizim değerlerimizden.. Öyleyse neden?

Yoksa istemiyor muyuz Lütfi Filiz Efendi’nin hayalini kurduğu gibi “edepli insanlar”ın rol modelleri olduğu bir toplumsal düzen: “Edepli insan, aklı feraset noktasına erişmiş, zeki, akl-ı selim ve kalb-i selim sahibi, güzel düşünceli, hile hurda bilmeyen, insanlık katarından ayrılmayan, her tarafta Hakk’ı gören, Allah’tan ve kendisinden korkusundan kötü bir iş yapamayan, kimseye zarar vermeyen, kainatı bir noktada toplayan kimsedir. Böyle bir kimse, herkesi Allah’ın yarattığını bile bile ‘şu Musevi’dir, bu Hıristiyan’dır, öbürü Çingene’dir vb’ diyerek ayırımcılık yapabilir mi? Bir ülkenin tüm fertleri bu hale gelse, o ülke, kalkınması dahil her yönüyle örnek bir ülke olmaz mı? Tüm fertleri böyle olan bir ülkede şeriatın fertlere ’şunu şöyle, bunu böyle yap’ diye emirler yağdırmasına gerek kalmadan herkes yapması gerekeni yapmaz mı? İşte en büyük namaz olan ‘Daimi namazda kalanlar başka’(Mearic 70;23) ayetinin açıklaması budur. Artık şekilden kurtulunup marifete ulaşılmıştır”..

Yazının Devamını Oku