Paylaş
DÜN başlayıp bugün sürecek olan önemli bir uluslararası sempozyum var İstanbul'da: ‘‘Bölge Denizlerinin Sorunları.’’
Türk Deniz Araştırmaları Vakfı'nın düzenlediği ve komşu ülkelerden uzmanların katıldığı bir toplantı bu. Gündemde Hazar, Karadeniz, Marmara, Ege ve Akdeniz'in, kirlenme başta olmak üzere, teknik ve hukuksal sorunları var.
Sorun denince, bu coğrafyanın en sorunlu köşesini ele almadan, yani Türk boğazlarının ve özellikle İstanbul Boğazı'nın durumuna eğilmeden olmazdı. Nitekim, oturumlardan biri bütünüyle bu konuya ayrılmış durumda.
Tehlikeli ölçüde daralan deniz yolları arasında İstanbul Boğazı'nın özel bir yeri var. Kızıldeniz girişindeki Bab-ül Mendep, Basra Körfezi ağzındaki Hürmüz ve Singapur'la Sumatra arasındaki Malaka Boğazı gibi yerlerde de yoğun petrol taşımacılığı var ama, onların hiçbiri böylesine tarih, güzellik ve insan dolu bir kentin ortasından geçmiyor, bu ölçüde dar ve tehlikeli değil.
Düşünün ki, ortalama 1.5 kilometre genişliği olan, hatta bir noktada 700 metreye inen, akıntısı ara sıra 7-8 deniz mili hıza erişen bir boğazdan yılda 45-50 bin gemi geçiyor ve bunların büyükçe bölümü petrol, sıvılaştırılmış doğal gaz ya da kimyevi madde yüklü, bazıları 200-250 metre uzunluğunda dev tankerler. Şimdi bile bazı günler toplam 1.3 milyon varillik parlayıcı madde taşıyan bu gemilerin 31 kilometrelik Boğazı geçerken en az 12 kere rota değiştirdiğini, dümen kırışların Kandilli önünde 45, Yeniköy'de 80 dereceye vardığını düşünmek bile ürpertici.
Korkunç kaza olasılığı konunun ancak bir yönüdür. Endişe verici bir başka yön de, petrol taşımacılığından doğan deniz kirlenmesi. Kazalara karşı, gidiş-gelişleri ayıran harita çizgisi çizme ve elektronik VTS sistemi kurma türünden bir şeyler yapan Türkiye'nin kirlenme konusunda yeterli kurallar getirdiği söylenemez. Denizcilikte ‘‘Oil Pollution Act’’ sözcüklerinin baş harfleriyle ‘‘OPA’’ denen ve tankerlerde aranacak nitelikler ve su kesimi, makine ve manevra gücü, güvenli petrol hacmi gibi konularda ölçüt gösteren, kaza ve kirletmede sorumluluk belirleyen bir ulusal yasa, bir Türk-Opa'sı hálá yok.
Oysa, Amerika Birleşik Devletleri'nin, bırakın Boğaziçi gibi kritik yerleri, herhangi bir yere gelecek gemilerde aradığı belgeler listesine bakmak bile, Türkiye'deki başıboşluğu anlamaya yeter: Kaza ve kirlenme zararını karşılayacak mali sorumluluk sigortası ve bunun ABD'de istenebilecek miktarları kapsadığını gösteren belge; kaza veya kirletme durumlarında kullanılacak resmi onaylı gemi planı; kurtarma ve temizlemeden sorumlu olmak üzere Amerika'da oturan bir Amerikan vatandaşını ve yeterli donanıma sahip bir Amerikan firmasını önceden belirleyen belge; kazalarda geminin parçalanma ve batma riskini asgariye indirmek için yapılacaklar konusunda bilgi verecek klas kuruluşunu gösteren belge; Amerikan ve uluslararası denizcilik ölçütlerine göre geminin durumuna ilişkin Sahil Güvenlik'çe verilmiş uygunluk belgesi.
Montreux ne derse desin, Türkiye de çok geniş yetkili bir Sahil Güvenlik örgütü kursa ve elini masaya vurarak bunları şart koşsa, kim ne diyebilir ki?
Paylaş