19 Ağustos 2001
<B>ELEKTRONİK </B>yazı ve dizgi makinelerinde harfleri sağdan sola çevirerek yazmak mümkün değil. Mümkün olsaydı, bu yazının başlığı tam <B>‘‘ambulance’’ </B>sözcüğünün tersine yazılmışı olurdu. Bazı cankurtaranların önünde yazılı olduğu gibi.
Araba sürerken dikiz aynasından baktığınızda arkanızdaki arabanın yazısını doğru okuyup ne yapmanız gerektiğini, yani kenara çekilip yol vermek zorunda olduğunuzu çabuk anlayasınız diye.
Sanki beyaz boyasından, tepesinde yanıp sönen lambasından, canavar düdüğünden anlayamazmışsınız gibi.
Haydi zeká düzeyi düşük olup da arkasındaki arabanın ne olduğunu anlamak için aynaya tersine yansıyan sözcüğü doğru okumakta güçlük çekenlere kolaylık olsun diye böyle yapmak gerektiğini düşünseniz bile, Frenkçe ‘‘ambulance’’ sözcüğünü ya da TÜrkçe okunuşuyla ‘‘ambulans’’ı yazdığınızda insanlarımızın çoğunluğunca çok mu anlaşılır bir iş yapmış olmaktasınız?
Daha doğrusu, Türkçedeki güzelim ‘‘cankurtaran’’ sözü kimin neresine batmıştır?
Geç kalışlar yüzünden her zaman can kurtaramadıklarına üzülenlerin vicdanlarını mı rahatsız etmiştir?
NATO ya da AB standardlarına mı uymamıştır?
Yahut, adı Frenkçe olmayan araçlara güvenmeyenlerimizin fantezisine mi ters düşmüştür?
Yoksa, sadece anadile saygı ve sevgi eksikliğinden doğan bir laubalilik mi söz konusudur?
Sormaz mısınız, ‘‘cankurtaran’’ yerine ‘‘ambulans’’ta olduğu gibi, halkın yarattığı ‘‘kaptıkaçtı’’ varken neden ‘‘steyşın’’ dendiğini, yahut ‘‘varagele’’ gibi işçi dilindeki bir sözcük yerine niçin ‘‘teleferik’’e sıçrandığını?
Belki de, düpedüz bilgisizlik, halk dilinin zenginliğini bilmeyiş.
Buna bir de çeşitli alanlarda çalışan okumuşlarımızın tembelliklerini ya da kendi çevrelerine kapanıp kalışlarını ekleyebilirsiniz. Araçlar, aygıtlar ve kavramlar için kendi dilinde karşılık bulunup bulunmadığını araştırma ya da yine kendi dilinde karşılık yaratma zahmetine katlanmayış.
Züppelik, yani alelade insanlardan farklı davranıp farklı konuşma hevesi mi? Daha da kötüsü, böyle yapmayanları küçümsemenin akıl almaz gülünçlüğü mü?
Ama, herhalde, hepsinden daha çok da, öğretim dilinin Türkçeden uzaklaşmakta oluşu, üniversitelerde ağır basmaya başlayan Tarzanca'nın yavaş yavaş günlük yaşama geçişi.
Yasaklayıcı yasalar çıkarma yoluna gitmeden de yapılabilecek hiçbir şey yok mudur? Örneğin, milliyetçilerin en milliyetçisi olduğunu söyleyen bir partinin yönetimindeki Sağlık Bakanlığı ‘‘Bundan böyle arabaların üstüne ‘ambulans' yerine yeniden ‘cankurtaran' yazılacak’’ dese itiraz eden mi olur?
Yoksa ulusalcılık, bırakın özde ve eylemde ilke olmayı, hiç değilse dilde yani sözde de mi kalmamıştır?
Yazının Devamını Oku 15 Ağustos 2001
<B>Dünya</B> Bankası'nın eski başekonomisti Joseph Stiglitz, Bilgi Üniversitesi'ndeki konferansında ''Türkiye ekonomik krizle benzer krizler yaşayan Doğu Asya ülkelerine göre çok daha iyi mücadele ediyor'' demiş. Arkasından da eklemiş: <B>‘Türkiye, alışılmışın dışında bir ülke!’</B> Gerçekten de alışılmışın dışında olan, çalışkan ve özverili halkıyla her sıkıntıya sabırla katlanan, dünyanın en kritik coğrafyasında başı dik yaşamak isteyen ve buna layık olan bir toplumun, atılımdan atılıma, başarıdan başarıya koşmak yerine, ‘krizle iyi mücadele ediyor’ diye övülmesi kadar hüzün verici birşey olabilir mi?
Krizden krize sürüklenmek, değerli yıllarını krizlerle mücadele ederek geçirmek Türkiye'nin alınyazı mıydı?
Stiglitz'i tanırsınız: Uzun yıllar Dünya Bankası'nın önerdiği politikalara danışmanlık ettikten sonra ortaya çıkan sosyal sonuçlara daha fazla katlanamayıp ayrılan ekonomist. Sonuçları dört aşamalı meşum bir tablo ortaya koyarak özetlemiş olmakla ünlü.
Tablonun son aşamalarında sosyal patlamalar yüzünden ülkeler yaşanılmaz, oturulmaz, çalışılmaz duruma gelir ve yerli sanayi kurumları ile finans kuruluşları kelepir fiyatlarla yabancıların eline geçer. Stiglitz’in Türkiye’de Endonezya ve Filipinler'deki patlamalara benzer durumların ortaya çıkmayışına bakıp sanayideki durgunluğu ve üretici sermayenin yurtdışına çıkışını gözardı edişi şaşırtıcıdır.
Türkiye'nin batmayışı ve sünger gibi yüzüyor olması, benzer ülkeler için çok daha karanlık tablolar çizmiş olan bir yabancı ekonomisti memnun edebilir; ama, herhalde bizi sevindiremez.
Çünkü bu ülke, cumhuriyetin ilk dönemlerinden başlayarak uzun yıllar boyunca çok daha parlak gelecek vaadleriyle yetişmiş kuşakların ülkesidir. Ulusal hedefler ortaya koyup bunlara erişmeyi plana programa bağlayan devlet politikalarıyla, çalışan herkesin azçok belirli bir yaşam düşünmesi ve emeğe dayalı çabaların ister istemez gitgide güvenli bir gelecek inancı doğurması normaldi.
Ne var ki, monetarist ekonomi yandaşlarınca üniversitelerde kotarılıp Reagan’ların ve Thatcher'lerin nutuklarıyla dünya piyasalarına salınan, IMF'ce önerilip Dünya Bankası'nca desteklenen politikalar Özal'lı yıllarla birlikte Türkiye'de de ‘değerli’ kağıtlarla oynayarak çalışmadan kazanan, satmadan satın alan, üretmeden tüketen yeni bir kuşak yarattı.
Daha doğrusu, bu politikaların izinden gidenlerce sağlanan sonuçlar ve hızlı köşe dönüşler, bütün bir yeni kuşak için ‘başarı’ ölçüsü oldu.
Aklı başında birçok yerli ekonomistin açıkladığı gibi, son krizler aslında Özal aracılığıyla Türkiye’ye sokulmuş olan bu politikaların iflasından başka bir şey değildir. Şimdi Türkiye, olmaması gereken bir iflasın tam bir yıkıma dönüşmesini önlemiş olmakla övünüyor ve övülüyor.
Hazin değil mi?
Oysa Cumhuriyet Türkiye'sine yakışan, böyle övünmeler ve övgüler değil, özel ve kamusal olanakların seferber edildiği planlı bir üretim coşkusuna geçişin sevinci olmalıydı.
Yazının Devamını Oku 12 Ağustos 2001
<B>SOSYAL </B>patlama denen olay, yeri zamanı bilinip önlemi alınacak şey değildir. Patlayınca patlamış olur, çoğu zaman da geç kalınır. Son krizde yaşanan esnaf ayaklanışı patlamaya dönüşmediyse, fizik ve kimya koşullarının oluşmamış olmasına şükretmek yerine, patlama olmadan da ortaya çıkan sonuçlara bakıp düşünmek gerekir: IMF'cilerin dört aşamalı senaryosuna uygun olarak, ‘‘Ülke oturulmaz duruma geldi’’ diyen yerli sermaye dışa gitmekte, kelepirleşen şirketlerle batmaya yüz tutmuş bankalar yabancı ellere geçmektedir.
Zaten, patlamadan da ürkütücü olan, bu sönmedir: Umutların sönüşü, üretim şevkinin kırılışı, geleceğe güvenin yok oluşu, yeni kuşakların kaçışı.
Başka bir deyişle, geçmişte yaratılan ‘‘her yaştan on beş milyon genç’’in ‘‘altmış beş milyon ihtiyar’’a dönüşmesi; yılgın ve bezgin.
Şimdi, böyle bir tablonun bu cumhuriyeti kuran ve gerekirse ölümü göze alarak ayakta tutan bir orduda soru işaretleri uyandırıp güvenlik endişeleri yaratmamasını düşünebilir misiniz?
İkinci Dünya Harbi'nin ‘‘topyekûn savaş’’ öğretisinden beri ulusal savunma ve güvenliğin ekonomi, toplum yapısı ve sosyal psikolojiyle bağlantıları konusunda azıcık bilginiz varsa.
Hele Türkiye gibi, dünyanın en kritik coğrafyasında eski hınçlar ve yeni hesaplarla çevrilmiş bir ülkedeyseniz.
Bunlara ek olarak, Hitler istilasından bir yarısı Amerika, öbür yarısı Sovyetler'ce kurtarılmış bir Avrupa'nın ulusal güvenlik kavramını tam Türkiye gibi düşünemeyeceğini ayrıca söylemeye gerek var mı? O Türkiye ki, seksen yıl önce toprağına göz dikmiş bir Avrupa'nın çullanışını yalnız kendi ordusunun özverisiyle yenerek bağımsız cumhuriyetini kurabilmiştir.
Ulusal güvenlik tartışmasının, Avrupa Birliği'nce istenmiş bir ‘‘ulusal program’’ı gözden geçirme arifesinde, AB'den sorumlu bir başbakan yardımcısınca ortaya atılması basit rastlantı olamaz. Unutmamak gerekir ki, ‘‘Milli Güvenlik Kurulu'nun sistem içindeki ağırlığını azaltın’’ diyen ve bunu Kopenhag kriterlerinin demokrasisi adına isteyen de Avrupa'dır.
Niçin?
Çünkü Brüksel'dekiler pekala bilirler ki, Ege'de ödün, Kıbrıs'ta çekilme, Güneydoğu'da etnik özerklik gibi aslında o kriterlere bile pek sığmayacak ‘‘ekstra’’lara ‘‘olmaz’’ diyenlerin başında bu ülkenin cumhuriyet ordusu gelir. Avrupalılık uğruna iffetlerini bile fedaya hazır İkinci Cumhuriyetçi azınlığın, dönekler tekkesinin, Bizans bezirganlarının ve ‘‘gavur’’dan medet uman İslamcıların aynı orduya karşı Avrupa'yla koro oluşları da bundandır. Oysa, bilmezler ki, yüzü tarihsel özlem olarak zaten Batı'ya yönelik bir Türkiye orayla onurlu ortaklık için kendi koşullarını ortaya koymadıkça, Avrupa'nın Türkiye politikası bütün ‘‘ekstra’’lar elde edilinceye ve Kemalist cumhuriyet iğdiş edilinceye kadar hesaplı bir oyalama taktiğinden ibaret kalacaktır. Sonuçta süngüsü düşük bir Türkiye'yi kaçmak üzere olduğu söylenen trenin üçüncü mevki vagonlarından birine bindirmek, hatta furgonuna sokup ucuz yakıt olarak kullandırmak ise kimseye onur verecek bir marifet sayılamaz.
Yazının Devamını Oku 8 Ağustos 2001
<B>BU </B>sabah, elinizdeki gazetenin son şehir içi baskıları dönerken, çok uzaklardaki Edmonton Stadı'nda bir Türk kızı yaşamının en çetin koşusunu koşmaktaydı. Şu satırları okuduğunuzda, yarış çoktan bitmiş, sonuç belli olmuştur. Ama, dereceye girsin girmesin, Süreyya Ayhan'ın Dünya Atletizm Şampiyonası'nda 1.500 finalini koşmuş olması bile başlı başına başarı sayılır. Olimpiyatlarda ve dünya şampiyonalarında o aşamaya gelmek, yıllar süren elemelerden süzülerek zirvedeki üstün düzey platformuna ulaşmış olmak demektir. Madalya kürsüsü, olsa olsa, bu başarının taçlandırılışı olur.
Dünkü Hürriyet'te beyaz yakalı okul önlüğü ve uzun siyah çoraplarıyla koşan küçük kızın fotoğrafını görenler rastgele bir Anadolu kentinden Edmonton Stadı'na gelişin ne demek olduğunu daha iyi anlamışlardır. Süreyya, dünya düzeyinde final koşan ilk Türk kızı değil elbette; geçen Sevilla Şampiyonası'nda Türkiye formasıyla yarışan Ebru Kavaklıoğlu da 5.000 metrede beşinci olmuştu. Ama o, daha önceki bir uyrukluğun başka topraklarda verdiği eğitim ve yetişme olanaklarının ürünüydü.
Süreyya ise yerli kuraklığın içinde sivrilebilen nadir bir fidan.
Onun başarısı ne kadar sevindirici ise, burada doğup büyüyerek dünya finaline erişebilen tek kadın atletimiz olması da o derece düşündürücüdür. Türk atletizmi, 1948 Londra Olimpiyatları'nın üç adım üçüncüsü rahmetli Ruhi Sarıalp'ten sonra sevinebilmek için bu kadar uzun süre beklemeli miydi?
Bu ülkenin sporundan sorumlu hiç kimse başını öne eğmeden böyle bir soruya yanıt veremez.
En başta da, yıllar yılı ‘‘Olimpiyat kenti İstanbul!’’ diyerek muazzam ödenekleri heba etmiş olanlar.
Dıştakilerle birlikte yetmiş milyonluk koca bir toplumun atletizmde hiç olmazsa son yılların Yunanistan'ı kadar sıçrama yapmadan olimpiyat cazgırlığına soyunması, savurganlık bir yana, biraz ayıp olmadı mı? Beyhude kampanya ve tanıtma çabaları yerine belirli bir ‘‘hedef-tarih’’e göre planlı çabalarla olimpik sporcu yetiştirmeye yönelmek daha akıllıca olmaz mıydı?
Sporda, özellikle de atletizmde ulusal başarı, bir köşede rastlantıyla yetenek keşfedip yarış atı yetiştirir gibi sırf onun üzerine düşmekle olmaz. Konu, aşağıdan, en başta da okul sporundan kalkarak kamu olanaklarıyla gençliği örgütleyebilme sorunudur. Son atletizm şampiyonası bir kez daha gösterdi ki, geçmiş siyasal rejimleri konusunda ne düşünülürse düşünülsün, Polonya ve Romanya gibi ülkeler hálá bu alandaki eski devlet politikalarının meyvelerini toplamaktadırlar. Amerika'nın başarısı da, geniş ölçüde, kolej eğitimi ile kolej sporunun ustaca bütünleştirilmesinden kaynaklanır.
Türkiye ise bu alanda sağlıklı teşvik usulleri bulmak, örneğin spordaki başarıyla sınıf geçme ve seçme sınavları arasında bağlantı kurarak tercih nedenleri yaratmak yerine, etkin spor yapma çağına gelmiş gençlerini çok erkenden üniversite girişlerinin ve hazırlık dershanelerinin cehennemine sokup hepsinin feleğini şaşırtma becerisini göstermeye hálá devam etmektedir.
Yazının Devamını Oku 5 Ağustos 2001
<B>UZAKTAN,</B> Türkiye'ye bakan ufukta nokta gibi küçük, beyaz bir belirtiydi. Yaklaştıkça, anlaşıldı büyükçe bir açık deniz römorkörü olduğu. Öbürlerinden farkı, kıçta diklemesine duran, aşağı yukarı on metre çaplı koca makarasıydı.
Önce, tek başına geldiğini sanabilirdiniz. Ama biraz sonra, büyük bir balinayı çekmekte olduğu belli oldu: güneşin ilk ışıkları vurdukça su yüzündeki sırtı ara sıra gümüş gibi parlayan dev bir balina.
Toros eteklerinde Aydıncık'taki kaynaktan Kuzey Kıbrıs'ın kuraklığına tatlı su taşımakta kullanılan balondu bu: yaklaşık yüz elli metre boyunda, otuz metre eninde, sosis biçimli bir balon.
Çekicisi, ‘‘Nordic Bravo’’ adlı Norveç römorkörü, saatte üç mil hızla geçen uzun gece yolculuğu sonunda, Gemikonağı açığına demirli DSİ platformuna yanaştı. Bir ucu palamar botuyla şamandıraya bağlanan balonun öbür ucundaki yüzer hortum ustaca manevralarla platformun pompa girişine alındı; kol çekilip motor çalışınca, deniz dibi boru hattıyla aşağı yukarı bir buçuk mil uzaklıktaki Kumköy depolarına su basılmaya başlandı.
Su, oradan Lefkoşa'ya, Gazimağosa'ya, kavruk Mesarya topraklarına akacak. Lefke ve Güzelyurt'un narenciye bahçeleri Anadolu suyuna henüz bu ölçüde muhtaç değil; ama, bol su, yakında, aşırı arteziyen kullanımı yüzünden tuzlanmaya başlayan o araziyi de diriltebilir. Her defasında otuz beş bin ton taşıyan balonların ikincisi bugünlerde devreye girince, biri bağlanırken boşalmış öbür balon katlanıp römorkörün makarasına sarılarak geri gidecek ve böylece, dolup boşalışları yirmi saat süren balonlarla kesintisiz su akımı sağlanacak.
Teknolojinin yeniliği ve Ankara'daki Devlet Su İşleri'nin isteksizliği yüzünden çeşitli aksama ve gecikmelerle iki yıldır süren ve yarıda bırakılma tehlikesi geçiren hikáye nihayet bitmiş ve KKTC'nin sebatlı bir hukukçusu sayesinde Norveç şirketiyle pürüzler giderilerek çark dönmeye başlamıştır.
Rum tarafı, projenin aslında kocaman bir ‘‘balon’’ olduğunu iddia etmekte ve eninde sonunda sönüp gideceğini ummaktaydı. Anadolu'dan taşınan temiz içme suyunun başkaları için de hayat demek olduğunu unutarak.
Gerçekten, proje daha da geliştirilir veya uzak olasılık da olsa bir gün Türkiye'den boruyla su taşınabilirse, yalnız iki kesime değil, adanın öbür ucundan İsrail'e ve Arap ülkelerine de su vermek hayal olmaktan çıkar.
Yeter ki, her şey iyi planlanıp zamanında yapılsın.
Örnek: Şimdi pompa dubasıyla kara arasında palamar botuyla gidiş geliş taa altı deniz mili uzaktaki küçük barınaktan sağlanıyor. Su deposunun bulunduğu yere de barınak yapılsa ve her zaman sütliman olmayan denizde bu zor bağlama ve boşaltma işini yapanların çalışması kolaylaştırılsa fena mı olurdu?
Ama, asıl gereksinme Kıbrıs'ın kuzeybatı kıyısına, küçük barınaklardan öte, bir büyük limanın yapılmasıdır. Narenciyeyi, şimdi olduğu gibi kamyonla ta 115 kilometre uzağa, Gazimağosa'ya taşımak büyük savurganlık değil mi?
Kaldı ki, böyle bir limanın yapılışı, o kıyı konusunda beslenen geri alma hayallerini sona erdirmek ve KKTC'nin iki devletli barışçı çözümde halkı ve toprağıyla bütün kalacağını içte dışta herkese göstermek için de zorunludur.
Yazının Devamını Oku 1 Ağustos 2001
Dünya Bankası ve IMF adına konuşan <B>Mister Deppler ‘‘Her vatandaşınızın cebine 300 dolar koyduk’’</B> diyeli, delik ceplerini karıştırıp 300 kuruş bile bulamayan bazı Türkler herhalde o iki kuruluşa da küfredip duruyor olmalıdırlar. İktisatçı Mustafa Sönmez ise, boşuna sinirlenecek yerde bir hesap yapmış ve tersine onların her Türk'e 1.500 dolar borçlu olduğunu bulmuş: 22.4 milyar dolarlık ek dış borç, 45 milyar dolarlık ek iç borç ve 52 milyar dolarlık ulusal gelir kaybı birbirine eklenince böyle bir rakam çıkmış ortaya.
Sönmez, Türkiye'nin kasım ve şubat krizleriyle büyük kayıplara uğradığını, her ikisinde de ana sorumluluğun IMF ile Dünya Bankası'nda olduğunu söylüyor.
Acaba?
Sorumluluk, para istenince niyet mektuplarının müsveddesini uzatıp ‘‘Buna uygun bir şeyler yazın da verelim’’ diyenlerde midir? Yoksa, ülkeyi muhtaç duruma düşürenlerde, hatta ‘‘İstenenler acaba bize uygun mu?’’ diye sormadan ve değişik düşünen yerli uzmanlarla gerçekten ulusal bir program yapmadan, dıştakilerin söylediği her şeyi noktası noktasına yerine getirenlerde mi?
Geçen haftanın ortalarından beri Türkiye ‘‘Stan aşağı, Stan yukarı’’ ve ‘‘Stan şöyle dedi, böyle dedi’’ sözleriyle çalkalanmakta. Cumartesi günkü kahvaltı, yemek ve toplantı fasıllarından sonra da müthiş bir iyimserlik: Stan, ‘‘Ağustosu rahat geçirirsiniz; eylül ve ekimde de her şey yoluna girer’’ demiş.
Sıcak güneş, hafif giyim ve ucuz domatesle hıyar ayı olan ağustosun Türkiye'de rahat geçeceğini söyleyebilmek için bilgin olmaya gerek yok; ama okul ayı eylül ile yağmur ayı ekim gelince işler değişir. O aylar, normal yıllarda bile sıkıntı aylarıdır. Eğitimin ticarete dönüştüğü, paralı okullarda çocuklarına nitelikli öğretim vermek için ana babaların akla karayı seçtiği, devlet okullarında da kayıtların bağışsız yenilenmediği bir ülkede ayların sıralanışına göre hesap yapmak kadar yanlış bir şey olamaz. İnsana feleğini şaşırtan aylar vardır bizim takvimlerde. Büyüme kuramlarıyla ünlü Stanley Fischer'le sanki babalarının oğlu ve kırk yıllık ahbaplarıymış gibi hemen stan'leşiverenler herhalde anımsatmışlardır bunları kendisine.
Anımsatmamışlarsa, aşırı iyimserliğinden ötürü suçlanacak olan o mudur?
Başkalarını suçlamadan önce kendimizi sorgulamayışımız, şimdiye kadar belirli bir kusurumuzdu; ama, artık bunu değiştirmenin zamanı gelmiştir.
Örneğin, 1992'den beri ‘‘İstanbul'u olimpiyat kenti yapacağız’’ diye harcanan milyarlar boşa gitmişse, ‘‘2008 İstanbul olimpiyatları’’ uğruna sadece bu kez ve yalnız ‘‘ziyaret ve propaganda gideri’’ olarak yarım trilyon TL'den fazla para harcanmışsa, kabahat Türkiye'yi yıllardır oyalayıp bu yönde karar vermeyen uluslararası komitede, hatta on üç yıldır ‘‘dünya kazan, biz kepçe’’ diyerek bu paralarla har vurup harman savuran yerli uzantılarda mıdır? Yoksa, 2000 için çıkarılmış ve başarısızlığı açıkça belli olmuş bir yasayı hálá yürürlükte tutan hükümetlerde, yasa koyucularda ve hatta şimdiden ‘‘Artık 2012 garantidir’’ edebiyatına başlamış olan basındaki goygoycularda mı?
Kendi düşen ağlamaz; kendi düşünmeyen de başkasını suçlayamaz.
Yazının Devamını Oku 29 Temmuz 2001
<B>TÜRKİYE'</B>nin <B>‘‘çelişkiler ülkesi’’ </B>olduğu bilinirdi de, çelişkilerin bu boyutlara varacağı düşünülemezdi. Karakollarını uyuşturucu satış merkezine dönüştüren komiserler ve onları suçüstü yakalayan polisler...
Aklanan, affedilen, salıverilen işkenceciler ve ‘‘işkenceleri anlatanların adlarını savcılığa vermeyerek işkencecileri koruduğu için’’ hakkında fezleke düzenlenen milletvekili...
Ölmüş amcaoğlunun kimliğiyle felsefe öğretmenliği yapan ortaokul mezununu, üstüne üstlük ‘‘Adalet Partisi senatörlüğü yapmıştır’’ yazılı TBMM antetli káğıt getirdiği için başkente Milli Eğitim Müdür Yardımcısı yapan bir parti...
Nihayet, Türkiye Cumhuriyeti'ne cumhurbaşkanı olmuş kişinin soyadını taşıyan tutuklu ailesince Amerikan Başkonsolosluğu'na yazılmış ‘‘Vatandaşınızız; bize sahip çıkın’’ diyen bir mektup...
Her gün büyük gazetelerin birinci ve üçüncü sayfalarına bakarak çelişkiler listesini daha da uzatabilirsiniz.
Liste, ülkeyi yönlendiren, hatta yöneten yerlere dek uzayacaktır.
Döviz kurunu ‘‘çıpa’’ya bağlayan Cottarelli kadar çıpadan çözüp ‘‘dalga’’ya bırakan Fischer'in de dümen suyunda yüzmekten hoşlanan bir medya...
Kamunun olanaklarıyla özel kesimin enerjisini bir araya getirip bundan ulusal üretim sinerjisi yaratmak yerine, ‘‘Buğday üretmek pahalı, şekerpancarı işlemek sakıncalı, hayvancılık yapmak hatalı, tütün ekmek yasak’’ diyen ve kur, faiz, borsa endeksi gibi paracı oyunlarla oyalanıp madenciliği ve sanayii teşvikten uzak duran yabancı akıl hocalarına esir düşmüş bir iktidar...
‘‘Sabırla koruğun helva, dut yaprağının atlas olacağına’’ inandırıldığı için Hazret-i Eyüp sabrıyla ‘‘ya sabır’’ çeke çeke gerçekten sabır taşına dönüşmüş bir halk...
Zillet tablosunu içine sindirebildiği için kendisi patlamayınca, asıl büyük patlamaların uzun sabırlardan sonra geldiğini unutarak ‘‘Türk halkı da patlamaz’’ diyen bir başbakan...
Bütün bunlar yan yana gelince, şifasız kalan bir ülke.
Bereket, aynı ülke yüreklere su serpen bir ‘‘Şifo Mehmet’’ çıkarabiliyor: Siyah-beyaz formayla on üç yıl top koşturan Mehmet, bir buçuk trilyon tutacağı hesaplanan jübile gelirinin hepsini ‘‘bir milyon çocuğa eğitim kampanyası’’na bağışladı. Önümüzdeki cumartesi İnönü Stadı'nda son kez sahaya çıkışının ardından İngiltere'de teknik direktörlük öğrenecek.
Bilen bilir: Beşiktaş'ın en büyük talihsizliği, Sanlı'nın gidişinden sonra uzun süre ‘‘oyunu oyun içinde yönlendirecek’’ bir kaptanın yokluğu oldu. Şifo, yalnız toptaki ustalığı ve hücum hazırlamadaki çabasıyla değil, hem aklı, hem de efendiliğiyle bu eksikliği büyük ölçüde gideren insandı.
Teknik direktörlüğün mayasında da zaten bunlar yok mu?
Çelişkiler ortasında çaresiz kalmış ve yön duygusunu yitirmiş bir ülkeyi içten yönetmek şöyle dursun, dışta kurulmuş oyunlara bile kolayca kapılan politikacı esnafının Mehmet'teki üslup ve kişilik örneğinden öğreneceği çok şey olmalıdır herhalde.
Yazının Devamını Oku 25 Temmuz 2001
<B>SON </B>Niyet Mektubu'nun programı da, daha öncekiler gibi, üretim ayağı eksik bir kurtuluş reçetesidir. Ağırlık, kamusal ve özel kesimleri birlikte seferber edici yaklaşımlarla üretimi artırmak yerine, sözde ‘‘yapısal’’ sayılan yasa değişikliklerine verildi. ‘‘Şu tarihe kadar çıkmazsa para yok!’’ denen ‘‘reform’’lara bakın: Hiçbirinin üretimi kısa sürede artırıcı, Türkiye'yi yeniden üretim toplumu olmaya götürücü, coşturucu bir yanı var mı?
Program, dalgalı kura geçmekle, bir bakıma turizmi ve dışsatımı teşvik etmiş görünüyor ama, yaz sonunda turistlerin çoğu gidecek ve üretimde sıçrama yapmadan dışa ne satacaksınız? Derviş'i ve Maliye Bakanı'nı sevindiren son olay, yani cari işlemler açığının kapatılması henüz bir üretim patlamasına dayalı değil. Kredi yine pahalı, yatırım girişimciliği yine yok, işsizlik yine dizboyu.
Oysa, küçük bir çabayla hemen seferber edilebilecek öyle bir üretim alanı var ki, yabancılara peşkeş çekilmek niyetiyle değil, yerli üretimi teşvik edip değerlendirmek amacıyla hemen ona el atılsa Türkiye dışta para dilenmekten kısa zamanda kurtarılabilir: madencilik ve metalürji.
Bu ülkenin petrolü yok; ama, son derece değerli bir maden zenginliği var. Maden varlığı, özel kesim madencilerinin kuruluşu olan ‘‘Yurt Madenciliğini Geliştirme Vakfı’’na göre 3 trilyon 430 milyar dolar, MTA'nın ihtiyatlı verilerine göre de en az 2 trilyon 900 milyar dolar düzeyinde.
Evet, Türk Lirası'yla değil, dolarla trilyonlar ve yüzlerce milyarlar.
Birkaç milyar dolar borç için neredeyse ciğerini satmaya hazır bir ülkenin bu zenginliği yeterince değerlendirememiş olması affedilecek kusur değildir.
Hele bu zenginliğin içinde, işlenmeye hazır rezerv miktarı bakımından dünya birincisi olduğumuz bor tuzları ve dünya ikincisi sayıldığımız trona gibi madenlerin bulunduğunu, bakır, çinko, krom, hatta uranyum gibi değerli madenlerde de hatırı sayılır rezervlerin söz konusu olduğunu düşünürseniz.
Gün, bu alanda ‘‘özel kesim mi, kamu işletmeciliği mi?’’ tartışmasıyla vakit kaybetme günü değildir. Örneğin, şimdiki durumda işletme hakkının devredilmesinden vazgeçilmiş bor tuzlarında bile, kamu kuruluşu Etibor A.Ş.'nin çıkardığı ham cevherin işlenip değerlendirilmesi bakımından özel kesimin yapabileceği o kadar çok şey var ki. Türkiye, yıllardır ham bor cevherinin büyük bölümünü tonu ortalama 140-250 dolardan dışa satıp duruyor. Başkalarının işlemesine bırakmak yerine burada rafine edilip 400 dolardan, hele uç ürüne dönüştürülüp 2.000-5.000 dolardan satmak için yerli metalürji sanayii şu sırada hızlı kredilerle teşvik edilse fena mı olurdu?
Oysa, madencilik alanındaki kamu işletmeciliği özelleştirme tutkusunun ‘‘kapsama alma’’ belasına kurban edilip ufuksuz, yatırımsız ve coşkusuz duruma düşürüldüğü gibi, metalürji alanındaki özel kesim de korumasız ve teşviksiz bırakıldı. Artık bu alanda bir sektör bankası da yok. Etibank böyle bir görevi de üstlenmek üzere yaşatılacak yerde, satıldı ve adı rezil edildi.
‘‘Üretim’’den söz bile etmeyen yabancı kurtuluş reçetelerine mahkûm edilmiş bir Türkiye'ye asıl kurtuluşun kendi topraklarının altında yattığını unutturmaya çalışmak, büyük hınzırlık ve hainlik değil midir?
Yazının Devamını Oku